All posts tagged: Filmekimi

Force Majeure (Turist): Mücbir sebep sorumluluğu ortadan kaldırır mı?

Ruben Östlund’un dördüncü uzun metraj filmi olan “Force Majeure (Turist)”inde gördüğümüz çığ hadisesi bir “mücbir sebep” hâlini ifade eder. Yani “normal zamanlardaki” hak ve yükümlülüklerin karşılanamadığı, yürürlükten kalktığı yahut ertelendiği bir “kriz ânı”dır mücbir sebep. İsviçre Alpleri’nde kayak tatiline giden İsveçli ailenin “normal” hayatı da düşen çığ ile birlikte askıya alınır böylece. “Bu daha başlangıç”tır esasen, çünkü artık “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”tır.

Ruben Östlund ve Johannes Kuhnke ile “Force Majeure” Üzerine: Kahramanlığın Noksanı

Yılın en iyi filmlerinden biri olan ve Altın Küre ile Oscar yarışlarında En İyi Yabancı Film adaylıkları bulunan, Avrupa Film Ödülleri’nde En İyi Film ve En İyi Yönetmen kategorilerinde yarışan, Cannes Film Festivali’nin “Belirli Bir Bakış” bölümünde Jüri Özel Ödülü’nü kazanan Force Majeure (Turist) filmi hakkında yönetmen Ruben Östlund ve filmde Thomas karakterini canlandıran Johannes Kuhnke ile Indiewire’dan Carlos Aguillar’ın yaptığı muhteşem söyleşiyi hem film hakkında Sükût Suikastı’nda yer alan değerlendirme yazısında ele aldığım konuları hakkıyla kapsadığı hem de günümüz sineması adına önemli bilgiler barındırdığı için Türkçe’ye çevirip meraklı okurlarla paylaşma gereği duydum. Umarım faydalı olur.

Ruby Sparks

Hayalimdeki Aşk

Hayalimdeki Aşk, Little Miss Sunshine (Küçük Gün Işığım) filminin yönetmen çifti Jonathan Dayton ve Valerie Faris’in ilk uzun metraj filmlerinden 6 yıl sonra gelen yeni filmi. İnsanın Little Miss Sunshine’dan bu yana 6 yıl geçmiş olmasını aklı almıyor bir yandan… Filmin senaristi, gerçek hayatta filmdeki yazar karakterinin (Paul Dano) de sevgilisi olan Zoe Kazan. Soyisminden de tahmin edebileceğiniz gibi ünlü yönetmen Elia Kazan’ın torunu olan bu sevimli kızın, annesi Benjamin Button’ın senaryosunu yazan isim, babası Nicholas Kazan ise  Reversal of Fortune da dahil olmak üzere çok sayıda filmin senaristi. Zoe, zaten aileden sinemacı anlayacağınız. Bir “imkansız çiftin” hikayesini anlatan, gerçek bir çift tarafından sahneye taşınan ve bir çiftin yönetmenliğini yaptığı Hayalimdeki Aşk, aşkın büyüsü, gerçekdışılığı, zalimliği ve samimiliğini anlatıyor… Film, hikayesini gerçeklik ve kurmaca arasında, aşk ve mucize arasında kuruyor. Herşey şöyle başlıyor aslında : İlk romanıyla dikkatleri üzerine çeken ve daha şimdiden “dahi yazar” olarak görülen Calvin, ikinci romanını yazmaya çalışırken “yazar tıkanması”na tutulur. Calvin karakteri, bir bakıma bizi şaşırtmayacak şekilde “klişe” yazar tipi üzerine kurulmuştur. Biraz Woody Allen havası da taşıyan, yazarlık hakkında toplumsal …

Haneke : “Hepimiz Yanlış Bir Bilinçle Yaşıyoruz”

Cannes’da İki Altın Palmiye kazanan Avusturyalı yönetmen, kendisini “Amour”a götüren uzun kişisel ve entellektüel yolculuğunu anlatıyor. Ard arda iki Altın Palmiye kazanan, oyunculardan Trintignant’ın her yerde “en büyük yönetmen ile çalıştım” diye anlattığı Michael Haneke hakkında Stock Yayınevi’nden çıkan “Haneke par Haneke” röportaj kitabı[*], katedilen uzun bir yolculuğun ve yönetmenin şimdiye kadar elde ettiği başarıların bir dökümünü sunuyor. Michael Haneke bu uzun yolculuk sonrasında artık tatlı bir yorgunluk hissediyor olmalı. Öte yandan sinema camiasında kuşkulu bir üne sahip bu adam, yani Haneke, Beyaz Bant filminden bu yana daha sakin, kararlı, eğlenceli ve eleştirilere gülüp geçiyor. Amour filminin otobiyografik bir deneyimden doğduğunu biliyoruz. Bu filmde sizin yaşantınızdan ne olduğunu biraz açıklayabilir misiniz? Hayran olduğum yaşlı bir kadının yanında büyüdüm, beni yetiştiren de odur. 80 yaşında kansere yakalandı ve bu dayanılmaz bir durumdu, çünkü sevdiğiniz bir insanın acı çektiğini görüyorsunuz ve daha kötüsü elinizden hiç bir şey gelmiyor. Hayatımda daha önce hiç o kadar büyük bir acı çekmemiştim. Bunun gibi anlarda her şeye büyük bir öfke duymaya başlıyor insan. Sonunda iyileşti gerçi ama 93 yaşında intihar etmek istedi. Onu …

“Amour”, neden Aşk’ı anlatabilecek en güzel filmlerden biri?

Sinema söz konusu olunca her zaman aklımda olan nadir sorulardan birisi şu: Bir filmi neden “çok beğeniriz”? Filmi “sıradışı güzel” kılan nedir ? Neden temelde birbirine benzeyen filmler arasında birisi “çok iyi” olur ? Haneke’ye bu yıl Cannes’da art arda ikinci Altın Palmiye’yi getiren “Amour”u izledikten sonra da yine aynı soru aklıma takıldı : “Amour” ya da Türkçe ismiyle “Aşk”, neden benim için “aşkı anlatabilecek en güzel filmlerden biri” oldu ? Aşk’ı izleyip etkilenmemek mümkün değil, ancak filmi izledikten hemen sonra düşündüğünüzde filmin sırrına öyle kolayca vakıf olamıyorsunuz. Haneke “çarpıcı” ve “sert” filmlerin “özgün” yönetmeni. Daha önce Funny Games, Tesadüfi Bir Kronolojinin 7 Parçası, Yedinci Kıta gibi filmlerini izleyenler, yeterince sarsılmıştır sanırım. Modern hayattaki “arızaları”, “rahatsızlıkları” hatta “hastalıkları” onun kadar sert ve gerçekçi bir tonla sinemaya taşıyan çok az yönetmen vardır. Aşk’ı izlemeden önce gerek isim, gerekse konusu itibariyle daha “yumuşak başlı” bir film olmasını bekliyordum, oysa bu varsayımım tam olarak doğru çıkmadı. Ne ki, Haneke’nin diğer filmlerinde olduğu gibi filmin “sertliği” aslında gerçekçi ve cesur tonundan kaynaklandığı için, film izleyeni ürkütmek yerine gerektiği şekilde …