Öykü gecenin içindeki bir gürültüdür. Orada uzanmış, edebiyatın beynelmilel yuvasında sessizce dinleniyorsunuzdur ve duvarların içinden gelen bir ses duyarsınız, borulardan yükselen bir sıcaklık dalgası, bir tıkırtı, saçaklara yerleşmiş buz tabakasının aşağı sarkması, koşuşturan hayvanlardan yükselen bir patırtı, döşeme tahtalarından gelen gıcırtı, sanki merdivenleri çıkan birinin gürültüsü…
Hayat da böyledir işte, şaşılası ya da tam olarak beklenmedik. Zaten öykülere bunun için ilgi duyarız; en azından hayatın canlı bir temsili, dönülmüş, geride bırakılmış karanlık bir köşesi ya da gizlenmiş olanı keşfetmemizi sağlayan aydınlatılmış bir parçası oldukları için. Medeni bir toplumdaki bireyin günlük hayatında, bir öyküyü; belirli bir açıdan, belirli bir tonda, bir fiske gibi tanınabilir ama yine de sarsıcı, yani hem tanıdık hem de tuhaf olan bir halet-i ruhiyenin şekillendirdiği bir şekilde – köşe, mola, gün, toplum: Ânın, başka bir hayatın ve bilincin sözsel karşılığı olan, tam bir kesinlik ve gayeyle sunulan o mükemmel formül – okumak için yeterince zaman bulduğu bir mola ânı gelir.
Hayatın rutini içerisinde sıkıntılarını görmezden geldiğimiz insanlarla birlikte vakit geçirme ihtiyacını hissetmemizi sağlayan demokrasi ve merhametin o tatlı şoku! Ring Lardner’ın cahil berberi mesela (Lardner’ın başka bir yerde yazdığı gibi; “Sus, açıkladı,”). Ayrıca Lauren Groff’un garip kişileri ya da Edward Jones’un terk edilmiş mahkûmları. İşte hikâye anlatıcılığının var olma sebebi en başta budur: Georgia O’Keefe’in ifadesiyle, “uzak yakın”lardan bizi haberdar etmek. Öyküler bize bir tomruğun altında öbeklenmiş rengarenk bir pisliğin varlığını hatırlatır. Var oluş sebepleri; bizi, zihni çepeçevre saran duvarlara hem çarpmak hem de o duvarların dışına çıkarmaktır. Diyelim ki İsa hakkında aklınıza takılan bir ya da iki soruya (yanıt vermek değil) can vermek için vardırlar. Bir öyküyü okuyup bitirin; sonrasında sağlıklı yaşamınıza, daha düzenli egzersiz yapmaya, bozulmamış doğayı (ne şanslısınız!) takdir etmeye ve bir gece (şu öyküde anlatılan kasvetli ve fırtınalı olana değil) açık gökyüzüne bakıp harikulade evrene hayran kalmaya devam edebilirsiniz.
İlginç bir öykü yazın ve gerçek olsun. Hikâye anlatıcıları bunun için yaşarlar. Flaubert örneğinde hikâye anlatıcılığı sorgulayıcı ve varsayımsaldır. İnandığımızı bulmak için hikâyeler anlatırız. Joan Didion örneğinde, “yaşamak için” hikâyeler anlatırız. Şehrazad örneğinde ölmemek için anlatırız. Öyle görünüyor ki; rüyalar, yaşam için fizyolojik olarak gereklidir. Büyük olasılıkla rüyalardan uyanmanın gerekli olduğu gibi. Nörolojik deneyler rüyadan mahrum kalan hayvanların, fiziksel açlık durumuna kıyasla daha hızlı öldüklerini gösteriyor. Aynı zamanda bilim tesadüfi olaylara anlam ve düzen vermekte hikâyelerin zihne yardımcı olduğunu söylüyor. Science dergisindeki yeni bir araştırmaysa Alice Munro öykülerini – özellikle, Bazı Kadınlar adlı öykü kitabını – okuyanların, bu öyküleri okumamış olanlara göre sosyal ve psikolojik iç görüler anlamında daha başarılı olduğunu ortaya koyuyor.
Pekâlâ, bunları zaten biliyorduk. Ama şimdi deneye dayalı bazı verilere de sahibiz.
Lorenz Hart’ın sözleriyle, “Uyanık olduğunuzda, düşündüğünüz şeyler / Düşlediğiniz düşlerden gelir / Kanatları ve daha birçok şeyi olan düşünceler / Göründükleri kadar nadirdir” (ç.n. Babes in Arms adlı müzikalde yer alan Where or When adlı gösteri müziğinin sözleri). Ayrıca Hart şöyle yazmıştır: “Giydiğiniz giysiler daha önce giymiş olduklarınızdır.” Masa başındaki her yazara tanıdık gelecek bir durum bu. Ne demişler? Broadway (müzikal) için her zaman biraz yer vardır.
Öyküler aklımızın içindeki sorunlarla ilgilidir. Bir parça hüzündür. İnsanın karakterinin çeşitliliğini açığa çıkaran şarkılar ve çığlıklara benzerler. Gizli kalmış sıradanlık ya da sıradan gizemdir öyküler. Grace Paley’nin sözlerini ödünç alırsak, öyküler insanoğlunun küçük rahatsızlıklarıdır, aynı zamanda sayfanın dışına taşan bir dizi daha büyük rahatsızlıkla da diyalog kurabilirler. Yine de; ön planda olan eyleme odaklanmak, belki biraz da mükemmel bir akşam yemeğindeki gibi gergin ve nükteli bir biçimde, ay ışığı misali keskin ve sâfiyane bir tecrübeye kapı açar. Yazarlar böylesi bir akşam yemeğine kendilerine ve başkalarına ait olan kalpleri, zihinleri, davranışları ve hayatları kaydetmeye giderler. Bir akşam yemeğinde bile hepimiz zengin ve fakiri, yaşam ve ölümü, birbirine baskın çıkmaya çalışan şimdi ve geçmişi, birbirini itip kalkan ahlaki hüner ve yenilgiyi görmek isteriz. Okurlar kaçışa değil görüşe, duyuşa ve ele alışa tanık olmayı arzularlar. Onları şaşırtmak, onlara meydan okumak ve bir açıdan da onları onaylamak gerekir. Başka bir deyişle, okur kendi tecrübesini yaşamalıdır.
Bir öykü için tamamıyla yeni bir dünya ya da sıfırdan bir sosyal ortam kurmak yahut –kısıtlı bir uzam ve zamanda– daha önce hiç benzerini görmediğiniz ve yazar için de bilinmez olanı ortaya koymak zordur. Dolayısıyla öyküler halihazırda var olan dünya üzerinden şekillenir, yazarın zihninde yaşattığı, mecaz-ı mürsel ile kabataslak ortaya konulabilecek ve ayrıca hiç yoktan ortaya çıkmasına gerek kalmayan yapılardır. Yazar kendi dünya görüşünü, gözlemlerini, üslubunu ve sesini ortaya koysa da kurulan bu düzen ve altyapı okur tarafından bir noktaya kadar tanınır ve paylaşılır. Böylesi bir temele aşina olmayan birisi ya da öykünün konu, uzunluk, bakış açısı ve diğer teknikler açısından oldukça zengin olabileceğinin farkında olmayan bir okur, mesela zombi istilası tarzı anlatılarda yolunu kaybedecektir. Öykünün alamet-i farikası – öykü zaman zaman bir novella uzunluğunda olsa bile – yoğunlaşmadır. Öykü meselesine ya da konuya, konunun farklı sorunsallarına doğrudan girmeyi ve sonra her şeyin altını üstüne getirmeyi gerektirir. Şüpheciliği bir sanat biçimi haline getirir öykü. Uzun anlatılardan daha derin ancak daha kısıtlı bir misyonu vardır: Meseleyi açmak yerine meselenin derinine inmek. Öykü de şiir gibi, her bir satırına özen ister. Oyun gibi, sahneden sahneye temkinle ilerler. Öykü tesirli, hakiki ve çarpıcı olmak istese de, her zaman ölçülü olmak durumunda kalır. Yoğunlaştırma hüneri ve zaman içindeki hareketiyle öykü, beklenmedik dönüşler ve kıvrak biçimler alır. Öykü likra kadar esnektir ama bu hata kabul edebileceği anlamına gelmez.
Türü ele alır ve türle ilgili genelleştirmeler yaparken oldukça verimli ve birbirinden farklı imgeler akla gelir, bu da öykü yazarlarının hepsinin bildiği bir durumdur: Öykü, çoğunlukla bir kuram-yıkıcıdır. Öykü üzerine resmi beyanlarda bulunurken insanın dili dolaşır. Bu konuda harcanan yoğun çaba insanı argümanlar, metaforlar, taraflı savlarla oldukça karışık bir noktaya sürükleyebilir. Öykünün, edebiyatın premodern olarak kalan tek türü olduğu söylenmiştir. Burada iddia sahibinin kamp ateşi başında, tek oturuşta anlatılabilecek hikâyeleri kastettiğini sanıyorum. Bu bakış açısından bir öykü, primitif bazı tatları sürdürür. Yani ölçüsü her zaman duruma uygundur.
Ama aynı zamanda öykünün en erken modernist edebiyat türü olduğu da ifade edilmiştir (ki ben bu görüşe daha çok katılırım). Çünkü yola gelmez insan zihninin ve iç dünyasının bir kaydı ve bileşkesi olarak öykünün, tesir ve etkileyicilik açısından bir rakibi daha yoktur.
Çeviri: Soner Sezer
- Bu yazı; Lorrie Moore ile Heidi Pitlor’un editörlüğünü yaptığı ve Houghton Mifflin Harcourt tarafından yayınlanan 100 Years of the Best American Short Stories (En İyi Amerikan Öyküleri’nin 100 Yılı) adlı kitapta Lorrie Moore’un yazdığı Giriş bölümünden alıntılanmış ve Why We Read (And Write) Short Stories adıyla Literary Hub (lithub.com) internet sitesinde yer alan İngilizce orijinalinden çevrilmiştir.
** Bu çeviri, daha önce Öykülem Dergisi’nde yayınlanmıştır. (İlkbahar 2017 – Sayı 8)