Son Yazılar

Öyküleri Neden Okur ve Yazarız? – Lorrie Moore

Öykü gecenin içindeki bir gürültüdür. Orada uzanmış, edebiyatın beynelmilel yuvasında sessizce dinleniyorsunuzdur ve duvarların içinden gelen bir ses duyarsınız, borulardan yükselen bir sıcaklık dalgası, bir tıkırtı, saçaklara yerleşmiş buz tabakasının aşağı sarkması, koşuşturan hayvanlardan yükselen bir patırtı, döşeme tahtalarından gelen gıcırtı, sanki merdivenleri çıkan birinin gürültüsü…

Hayat da böyledir işte, şaşılası ya da tam olarak beklenmedik. Zaten öykülere bunun için ilgi duyarız; en azından hayatın canlı bir temsili, dönülmüş, geride bırakılmış karanlık bir köşesi ya da gizlenmiş olanı keşfetmemizi sağlayan aydınlatılmış bir parçası oldukları için. Medeni bir toplumdaki bireyin günlük hayatında, bir öyküyü; belirli bir açıdan, belirli bir tonda, bir fiske gibi tanınabilir ama yine de sarsıcı, yani hem tanıdık hem de tuhaf olan bir halet-i ruhiyenin şekillendirdiği bir şekilde – köşe, mola, gün, toplum: Ânın, başka bir hayatın ve bilincin sözsel karşılığı olan, tam bir kesinlik ve gayeyle sunulan o mükemmel formül – okumak için yeterince zaman bulduğu bir mola ânı gelir.

Hayatın rutini içerisinde sıkıntılarını görmezden geldiğimiz insanlarla birlikte vakit geçirme ihtiyacını hissetmemizi sağlayan demokrasi ve merhametin o tatlı şoku! Ring Lardner’ın cahil berberi mesela (Lardner’ın başka bir yerde yazdığı gibi; “Sus, açıkladı,”). Ayrıca Lauren Groff’un garip kişileri ya da Edward Jones’un terk edilmiş mahkûmları. İşte hikâye anlatıcılığının var olma sebebi en başta budur: Georgia O’Keefe’in ifadesiyle, “uzak yakın”lardan bizi haberdar etmek. Öyküler bize bir tomruğun altında öbeklenmiş rengarenk bir pisliğin varlığını hatırlatır. Var oluş sebepleri; bizi, zihni çepeçevre saran duvarlara hem çarpmak hem de o duvarların dışına çıkarmaktır. Diyelim ki İsa hakkında aklınıza takılan bir ya da iki soruya (yanıt vermek değil) can vermek için vardırlar. Bir öyküyü okuyup bitirin; sonrasında sağlıklı yaşamınıza, daha düzenli egzersiz yapmaya, bozulmamış doğayı (ne şanslısınız!) takdir etmeye ve bir gece (şu öyküde anlatılan kasvetli ve fırtınalı olana değil) açık gökyüzüne bakıp harikulade evrene hayran kalmaya devam edebilirsiniz.

İlginç bir öykü yazın ve gerçek olsun. Hikâye anlatıcıları bunun için yaşarlar. Flaubert örneğinde hikâye anlatıcılığı sorgulayıcı ve varsayımsaldır. İnandığımızı bulmak için hikâyeler anlatırız. Joan Didion örneğinde, “yaşamak için” hikâyeler anlatırız. Şehrazad örneğinde ölmemek için anlatırız. Öyle görünüyor ki; rüyalar, yaşam için fizyolojik olarak gereklidir. Büyük olasılıkla rüyalardan uyanmanın gerekli olduğu gibi. Nörolojik deneyler rüyadan mahrum kalan hayvanların, fiziksel açlık durumuna kıyasla daha hızlı öldüklerini gösteriyor. Aynı zamanda bilim tesadüfi olaylara anlam ve düzen vermekte hikâyelerin zihne yardımcı olduğunu söylüyor. Science dergisindeki yeni bir araştırmaysa Alice Munro öykülerini – özellikle, Bazı Kadınlar adlı öykü kitabını – okuyanların, bu öyküleri okumamış olanlara göre sosyal ve psikolojik iç görüler anlamında daha başarılı olduğunu ortaya koyuyor.

Pekâlâ, bunları zaten biliyorduk. Ama şimdi deneye dayalı bazı verilere de sahibiz.

Lorenz Hart’ın sözleriyle, “Uyanık olduğunuzda, düşündüğünüz şeyler / Düşlediğiniz düşlerden gelir / Kanatları ve daha birçok şeyi olan düşünceler / Göründükleri kadar nadirdir” (ç.n. Babes in Arms adlı müzikalde yer alan Where or When adlı gösteri müziğinin sözleri). Ayrıca Hart şöyle yazmıştır: “Giydiğiniz giysiler daha önce giymiş olduklarınızdır.” Masa başındaki her yazara tanıdık gelecek bir durum bu. Ne demişler? Broadway (müzikal) için her zaman biraz yer vardır.

Öyküler aklımızın içindeki sorunlarla ilgilidir. Bir parça hüzündür. İnsanın karakterinin çeşitliliğini açığa çıkaran şarkılar ve çığlıklara benzerler. Gizli kalmış sıradanlık ya da sıradan gizemdir öyküler. Grace Paley’nin sözlerini ödünç alırsak, öyküler insanoğlunun küçük rahatsızlıklarıdır, aynı zamanda sayfanın dışına taşan bir dizi daha büyük rahatsızlıkla da diyalog kurabilirler. Yine de; ön planda olan eyleme odaklanmak, belki biraz da mükemmel bir akşam yemeğindeki gibi gergin ve nükteli bir biçimde, ay ışığı misali keskin ve sâfiyane bir tecrübeye kapı açar. Yazarlar böylesi bir akşam yemeğine kendilerine ve başkalarına ait olan kalpleri, zihinleri, davranışları ve hayatları kaydetmeye giderler. Bir akşam yemeğinde bile hepimiz zengin ve fakiri, yaşam ve ölümü, birbirine baskın çıkmaya çalışan şimdi ve geçmişi, birbirini itip kalkan ahlaki hüner ve yenilgiyi görmek isteriz. Okurlar kaçışa değil görüşe, duyuşa ve ele alışa tanık olmayı arzularlar. Onları şaşırtmak, onlara meydan okumak ve bir açıdan da onları onaylamak gerekir. Başka bir deyişle, okur kendi tecrübesini yaşamalıdır.

Bir öykü için tamamıyla yeni bir dünya ya da sıfırdan bir sosyal ortam kurmak yahut –kısıtlı bir uzam ve zamanda– daha önce hiç benzerini görmediğiniz ve yazar için de bilinmez olanı ortaya koymak zordur. Dolayısıyla öyküler halihazırda var olan dünya üzerinden şekillenir, yazarın zihninde yaşattığı, mecaz-ı mürsel ile kabataslak ortaya konulabilecek ve ayrıca hiç yoktan ortaya çıkmasına gerek kalmayan yapılardır. Yazar kendi dünya görüşünü, gözlemlerini, üslubunu ve sesini ortaya koysa da kurulan bu düzen ve altyapı okur tarafından bir noktaya kadar tanınır ve paylaşılır. Böylesi bir temele aşina olmayan birisi ya da öykünün konu, uzunluk, bakış açısı ve diğer teknikler açısından oldukça zengin olabileceğinin farkında olmayan bir okur, mesela zombi istilası tarzı anlatılarda yolunu kaybedecektir. Öykünün alamet-i farikası – öykü zaman zaman bir novella uzunluğunda olsa bile – yoğunlaşmadır. Öykü meselesine ya da konuya, konunun farklı sorunsallarına doğrudan girmeyi ve sonra her şeyin altını üstüne getirmeyi gerektirir. Şüpheciliği bir sanat biçimi haline getirir öykü. Uzun anlatılardan daha derin ancak daha kısıtlı bir misyonu vardır: Meseleyi açmak yerine meselenin derinine inmek. Öykü de şiir gibi, her bir satırına özen ister. Oyun gibi, sahneden sahneye temkinle ilerler. Öykü tesirli, hakiki ve çarpıcı olmak istese de, her zaman ölçülü olmak durumunda kalır. Yoğunlaştırma hüneri ve zaman içindeki hareketiyle öykü, beklenmedik dönüşler ve kıvrak biçimler alır. Öykü likra kadar esnektir ama bu hata kabul edebileceği anlamına gelmez.

Türü ele alır ve türle ilgili genelleştirmeler yaparken oldukça verimli ve birbirinden farklı imgeler akla gelir, bu da öykü yazarlarının hepsinin bildiği bir durumdur: Öykü, çoğunlukla bir kuram-yıkıcıdır. Öykü üzerine resmi beyanlarda bulunurken insanın dili dolaşır. Bu konuda harcanan yoğun çaba insanı argümanlar, metaforlar, taraflı savlarla oldukça karışık bir noktaya sürükleyebilir. Öykünün, edebiyatın premodern olarak kalan tek türü olduğu söylenmiştir. Burada iddia sahibinin kamp ateşi başında, tek oturuşta anlatılabilecek hikâyeleri kastettiğini sanıyorum. Bu bakış açısından bir öykü, primitif bazı tatları sürdürür. Yani ölçüsü her zaman duruma uygundur.

Ama aynı zamanda öykünün en erken modernist edebiyat türü olduğu da ifade edilmiştir (ki ben bu görüşe daha çok katılırım). Çünkü yola gelmez insan zihninin ve iç dünyasının bir kaydı ve bileşkesi olarak öykünün, tesir ve etkileyicilik açısından bir rakibi daha yoktur.

Çeviri: Soner Sezer

  • Bu yazı; Lorrie Moore ile Heidi Pitlor’un editörlüğünü yaptığı ve Houghton Mifflin Harcourt tarafından yayınlanan 100 Years of the Best American Short Stories (En İyi Amerikan Öyküleri’nin 100 Yılı) adlı kitapta Lorrie Moore’un yazdığı Giriş bölümünden alıntılanmış ve Why We Read (And Write) Short Stories adıyla Literary Hub (lithub.com) internet sitesinde yer alan İngilizce orijinalinden çevrilmiştir.

** Bu çeviri, daha önce Öykülem Dergisi’nde yayınlanmıştır. (İlkbahar 2017 – Sayı 8)

Çocuğun refahı için…

Ian Mcewan’ın Çocuk Yasası adlı romanı 1989 tarihli çocuk koruma yasasının birinci maddesi ile açılır: “Bir mahkeme bir çocuğun… yetiştirilmesiyle ilgili… herhangi bir hususta karar verirken öncelikle çocuğun refahını dikkate alacaktır.” Aile ilişkileri, edebiyat yahut eleştiri için de aynı şey söylenebilir mi?

Bir Ada Olarak Çocukluk ya da Çocukluk Adası

Norveçli yazar Karl Ove Knausgård’ın tüm dünyada yankı uyandıran altı ciltlik Kavgam (Min Kamp) serisi, babanın ölümüyle başlıyor, ardından gelen ikinci kitapsa Âşık Bir Adam olan yetişkin Karl Ove’nin ikinci eşi Linda’ya aşkını anlatıyordu. Serinin üçüncü kitabı, Çocukluk Adası ile birlikteyse anlatıcı yazarın çocukluğuna, ilk kitapta babasının ölümüyle ortaya saçılan travmaların doğuşuna doğru yola çıkıyoruz.

K24’ün Mart 2017 dosya konusu olan “Çocukluk” için yazdığım bu yazının tamamını şuradan okuyabilirsiniz: http://t24.com.tr/k24/yazi/cocugun-refahi-icin,1104

 

2017 İçin Okurlara İlham Verecek 7 Tavsiye

*Bu yazıyı gazeteci, yazar ve eleştirmen Gabino Iglesias’ın LitHub’da  yayınlanan “10 Things Every Reader Should Do in 2017” başlıklı makalesinden kısaltarak çevirdim.

Baktığınız her yerde ‘yazarlara tavsiyeler’ kol geziyor. Ne yapmalı, ne yapmamalı, nasıl davranmalı, sosyal medyayı nasıl kullanmalı, okurlarla etkileşim kurmanın en iyi yolu vs. Buna karşın, tüm bu tavsiyeler tek bir koşulda geçerli: Eğer birileri kitaplarınızı okuyorsa! Basitçe söylersek, okur olmadan yazar olmaz. Elbette, romanlar yazabilir ve onları bastırabilirsiniz de, ama eğer kimse onları okumuyorsa, şu ormandan içre olup  yaprak döken ama onu gören olmadığı için varlığıyla yokluğu bir olan ağaca benzersiniz; bakan göz yoksa ağaç da yoktur! Bunu akılda tutarak ve desteğiniz, ayırdığınız zaman için bir teşekkür mahiyetinde siz değerli okurlara bu yazıyı armağan etmek istedim. İşte 2017’de her okura ilham vermesi için tavsiye ettiğim maddeler.

1. Konfor alanınızın dışına çıkın!

Belki de şöyle hakiki korku romanlarına meftunsunuz ve bunun dışında bir şeyler okumak tatsız görünüyor. Pekala, aynı zamanda okuduğunuz en iyi korku romanları kadar iyi, etkileyici ve sert suç romanlarının var olduğunu bilmeniz gerekiyor. Benzer şekilde, eğer fantastik romanlardan hoşlanıyorsanız, çok iyi grotesk romanların da var olduğunu bilin. Mesele şu ki, türler arasındaki ayrım gün geçtikçe daha da belirsizleşiyor ve farklı bir türde kitap okumadığınızı çünkü o türden hoşlanmadığınızı söylemek, artık bir açıdan kolaycılığa kaçmakla ve önemli bir yapıtı ıskalamakla eş değer. Birisi bana şiirden nefret ettiğini söylediğinde, onların aslında şu her yerde karşımıza şiir diye çıkan çiçek ve böceklerden mürekkep kitap kapaklarıyla bir güzel sanatlar mezuniyet teziymiş gibi görünen şiirimsi şeylerden bahsettiğini düşünüyorum. Ve terapi için onlara engin topraklar ve minivanlar hakkında yazılmış en yürekten şiirlerin şairi Justin Grimbol’ün birkaç şiirini okumalarını tavsiye ediyorum. Eğer her okur kendini bu şekilde geliştirmeyi öğrenirse, okuma ufku genişleyecek ve farklı türlerde başyapıtlarla mutlaka karşılaşacaktır.

2. Eş zamanlı olarak birden çok kitap okuyun!

Birden fazla kitabı eş zamanlı okumak, farklı türleri okumanın en eğlenceli ve kolay yoludur, diyebilirdim. Böylece sıkılmazsınız ya da en azından bu sayede toplamda daha fazla kitap okumuş olursunuz, diye de ekleyebilirdim. Ne var ki size bunları söyleyecek değilim. Bunun yerine size şöyle diyeceğim; işim gereği uzunca bir süre akademik jargona boğulmuş nöroloji makaleleri okuyorum ve sizin için anlaşılır bir özet geçeyim: Eş zamanlı olarak farklı kitaplar okumak zihni geliştiriyor ve beynin faaliyetlerini tetikliyor. Ki daha aktif beyin hücrelerine sahip olmak iyi bir şeydir. Bunu deneyin!

3. Yorumlarınızı paylaşın!

Amazon algoritmalarındaki muammaları unutun; mesele şu ki, insanlar bir kitabı okuyan insanların kitap hakkında ne düşündüklerini merak ederler. Bazen tek bir satır bile yeter. Yazarlar da değerlendirmelere bayılırlar, üstelik bunların olumlu olması da gerekmez. Amazon’da öyle 1-Yıldızlı yorumlara denk geldim ki, koşup hemen kitabı almamı sağladı. Aslolan şu; Amazon, Goodreads, edebiyat blogları ya da herhangi bir site; size keyif veren bir kitabın yazarına teşekkür edebilmeniz ya da zaman kaybı olduğunu düşündüğünüz bir kitap için yazarına kızabilmeniz için kullanışlı mecralardır. Sadece birkaç dakikanızı alacak ve belki de yazarın bir gününü belirleyecek bir aksiyondan bahsediyoruz, kısacası yorumlarınızı paylaşın!

4. Beğendikleriniz hakkında konuşun, beğenmediklerinizi unutun!

Neden her zaman bardağın boş tarafına bakarız ki? Hepinizin Grinin Elli Tonu‘ndan nefret ettiğini biliyorum. Tamam, bu çok havalı. Ben okumadım ve ben de nefret ediyorum, tamam mı? Yine de, ben son zamanlarda okuduğum ve şahane olduğunu düşündüğüm kitaplardan bahsetmeyi yeğlerim. Raflarda yığınla berbat kitap var, siz onları bir kenara bırakın ve gerçekten değerli olan kitapların değerini ortaya çıkarmaya, onları daha görünür kılmaya çalışın.

5. Kitapların avukatı olun!

Üzücü olan, birçok insanın kitap okumadığı gerçeği. Eskiden bu insanları yargılardım. Şimdiyse hayatın herkes için farklı bir rota çizdiğini ve bazı insanların görüşlerini değiştirmesi için birtakım şeylerle karşılaşması gerektiğini fark ediyorum. İnsanlarla, örneğin televizyonda ne izlemekten hoşlandıkları hakkında sohbet edin ve beğenilerine uygun olduğunu düşündüğünüz kitapları okumalarını önerin. Giriş Kapısı mahiyetinde düşünülebilecek çizgi roman ya da grafik romanlar önemli kozlarınız. Bazen heyecan ve ilgi bulaşıcıdır ve okumaktan, kitaplardan ne kadar tutkuyla bahsederseniz, karşınızdaki insanı ikna etmeniz ve onu kitaplara yönlendirme şansınız o kadar yüksek olur. İnsanlara kitap hediye edin. Doğum günlerinde arkadaşlarınıza kitap alın. Çocuklara kitap verin ve erken yaşlarda onlara okumanın bir milyon hayatı ve bir milyon macerayı yaşamanın bir yolu olduğunu anlatın.

6. Bağımsız yayınevlerini destekleyin!

Stephen King ve James Patterson’ı mı okuyorsunuz? Sorun değil, yine okuyun! Ama, gözünüz ve eliniz sadece çoksatanlara gidiyorsa, onların dışında kurmaca ve kurmaca-dışı çok sayıda değerli eserin de basıldığını bilin. Kitapçıları gezin ve bağımsız yayınevlerini takip edin. Çünkü edebiyatın geleceği biraz da bağımsız yayınevlerinin kitaplarında filizleniyor! Yaşayan kimi en yetenekli yazarların kitaplarını butik yayınevleri yayınlıyor. Onlar ne kadar göz önünde olur ve yayınları ne kadar takip edilirse, hem edebiyat için hem de butik yayınevleri ve okurlar için o kadar fırsat var, demektir.

7. Okuyun!

Bunu duymak kulağa saçma geliyor, değil mi? Ama yazmaktan çok yazmak hakkında konuşan yazarlar tanıyorum, okumaktan çok okumak hakkında konuşan okurlar tanıdığım gibi. Uzatmayın, sadece okuyun! Kanepede ya da yatağınızda okuyun, her zaman yanınızda bir kitap olsun ve birini beklerken ya da  trafikte sıkıştığınızda açıp kitabınızı okuyun. Tuvalette ya da televizyonu açıp izlemeye değer bir şey bulamadığınızda, oturup okuyun. Okuyun, hayatınız buna bağlıymış gibi okuyun, çünkü gerçekten ahmakça bir dünyada, durum biraz da böyle.

Düzeltme Sanatı: Yazdıklarınızın Çoğunu Çöpe Atın!*

Kurmacada en küçük detaylar için bile kuramsal bir temel bulunmalı. Tek bir eldiven için bile bir nedeniniz olmalı. Prosper Mérimée

 Bir usta öncelikle kendisini sınırlamada belli eder kendini.Goethe

Klasikler yeniden yazılmasına gerek duyulmayan kitaplardır.Carl Van Doren

*Bu yazı romancı, denemeci, akademisyen, felsefeci, çizgi film tasarımcısı ve öykü yazarı da olan; MacArthur Ödülü, “Köle Yolu” romanı 1990 Ulusal Kitap Ödülü ve Amerika Güzel Sanatlar Akademisi Edebiyat Ödülü’nün sahibi olan Dr. Charles Johnson’ın “Yazarın Yolu: Sanat ve Hikâye Anlatıcılığı Üzerine Düşünceler” adlı kitabından kısa bir bölümün LitHub adlı sitesi tarafından yayınlanmış versiyonunun çevirisidir. Yazının İngilizce orjinalini okumak için tıklayın.

Otuz yıl öncesinde yazarlıkta akıl hocam olan John Gardner, düzeltme ile ilgili beni oldukça etkileyen bir hikâye anlatmıştı. Bir gün bir söyleşiye katılmış ve sonrasındaki soru-cevap seansında bir kadın el kaldırıp, “Biliyor musunuz, yazdıklarınızı beğeniyorum ama sizi sevdiğimi söyleyemem” demiş. Gardner’ın cevabı da hatırlanmaya değer doğrusu: “Sorun değil” demiş, “Çünkü yazarken daha iyi bir insanımdır. Şu an karşınızda durup sizinle konuşurken sözlerimi geri alamam. Yanlış ya da pek doğru olmayan bir söz dile getirirsem ya da saldırgan bir tutum takınır ve birini incitirsem, söz ağızdan bir kez çıkmıştır ve geri alınamaz. Benim için sözlerimi düzeltmenizi ya da doğru bağlama oturtmanızı bekleyebilirim ancak. Ancak yazarken, yeniden ve yeniden üzerinden geçip doğru olduğuna inandığım şekilde dile getirebilirim düşüncemi.

Sanırım Gardner yaratım sürecinin doğasını oldukça iyi özümsemişti. Sıklıkla iyi yazmanın yüzde doksanının yeniden yazmak olduğunu duyarız. Aynı zamanda iyi yazmanın iyi düşünme ile aynı anlama geldiğini sanırız ve nihayetinde ortaya koyduğumuz ürünün de -öykü, roman ya da deneme- düşüncemizi, duygularımızı ve kabiliyetimizi en iyi şekilde ortaya koyduğunu varsayarız.

İlk taslağı yazarken hissettiğim ve düşündüğüm her şeyi ham ve kaotik halde sayfaya dökerim. Ne kadar karmaşık olursa olsun. İçgüdülerime güvenirim. Fikirlerin ve duyguların sözüm kesilene kadar kağıt üzerine akmasına izin veririm. İlk taslağın felaket olması sorun değildir. Kendimi sansürlemem. Elimde bu ham taslak varken, hangi yöne gitmem gerektiğine karar vermek daha kolay olur. Hangi fikir üzerine eğilmeliyim, bunu görebilirim. Eğer işe yarayacak bir şey bulursam ikinci taslağa geçerim ve dilbilgisi, imlâ gibi noktaları düzenlerim. İlk taslakta unutmuş olabileceğim herhangi bir noktayı eklerim ya da işe yaramayan kısımları çıkarırım.

Sonrasında üçüncü taslakla birlikte metnin hazzı da başlar. (Tüm önemine rağmen, sanat her zaman bir tür oyun olmalıdır.) Bu noktadan itibaren yaratıcı zayıflıklarıma odaklanmaya başlarım. Çok zaafım vardır ama izninizle tek birine odaklanayım -şiirsel tasvir, Gerard Manley Hopkins’in ifadesiyle tekillik ya da detaylara ve parçacıklara takılma. Bir çizgi film tasarımcısı olarak ister istemez görsel tarzda düşünüyorum ilkin. Yazarların birçoğu gibi imgelerim çoğunlukla görsel odaklı oluyor. Görsel imgelem konusunda bir hassasiyetimiz var, diye düşünüyorum. Gerçeği “gördüğümüzü” (ya da duyduğumuzu) söyleriz. Ona dokunduğumuz ya da onu hissettiğimizse aklımıza gelmez. Bu yüzden, üçüncü taslakta -dokunma, tat alma, koklama gibi- diğer duyulara mümkün olduğunca yer açmaya çalışırım. Ve eğer gerekirse sinesteziye (birleşik his) de alan açarım, yani bir hissin tecrübesini diğerinin dilinden aktarmaya çalışırım. Diğer bir teknik de onomotofeyadır, yani ses öykünmesi. Tat alma ve koklama örneğin, amacım bunları Upton Sinclair’in Şikago Mezbahaları romanındaki “Stok Alanı” bölümünde kullandığı düzeyde tasvir edebilmek ve sesi de Lafcadio Hearn’ün kullandığı şekilde anlatıma katabilmektir. Yazmaya ilk başladığım zamanlarda kütüphanemde yer alan Marjorie H. Nicolson’un “The Art of Description” (Tr. Betimleme Sanatı) adlı kitabı bana bu konuda oldukça yardımcı olmuştur örneğin.

Şahsen sıklıkla karşılaştığım bir başka sorun da fikir aşamasında ortaya çıkar. Bazen çok fazla fikirle yola çıkarım. Yazmaya başlamadan önce, hikâye olmaya öykünen düşünceler kafamın içinde dolaşıp durur, bir sürü anlam katmanı, katmak istediğim onca detay, her şeyi olabildiğince hızlı bir şekilde aklıma geldiği gibi kağıda geçirmek için yanıp tutuşurum. Ama sonra bir noktada fark ederim ki; ekonomik, etkin ve tutarlı bir estetik ile bir olay örgüsü kurmak için ne kadar az o kadar iyidir. Kaçınılmaz bir biçimde, alanın daraltılması gerekir, daha fazla araştırmak ve müphem bir yapı ve olay örgüsü kurmak gerekir. Mantıklı ve başka türlüsünün mümkün olmadığı bir nedensellik, açık ve düzenli bir duygusal ton tutturmak gerekir. Neyi vurgulayacağınız ve neyi bastıracağınızı ve bu kararla birlikte ıskartaya çıkan fikirleri bütüne nasıl entegre edebileceğinizi görmeniz gerekir.

Bu üçüncü taslakta, cümleleri ve paragrafları uygun üslupta biçimlendirmeye başlarım. Başkasına gösterebileceğim bir metin yazmak için en azından üçüncü taslağı bitirmiş olmam gerekir, tabi eğer şansım yaver giderse. (Beni yanlış anlamayın: Taslaklarım birbirinden tamamen bağımsız süreçler değildir. Birbirinin içine geçerler. Bir hikâyenin ortasında ya da sonunda bile olsam her zaman başlangıcı da aklımdadır.) Bazen yazdıklarımın kullandığım kısmı yaklaşık 20’de 1’dir. Üçüncü taslaktan itibaren, her paragrafta cümle uzunluklarıyla oynamaya başlarım (kısaltmak, uzatmak gibi) ve ayrıca cümle biçimleri üzerinde de (basit, birleşik, karmaşık, sıkı ya da gevşek, zamansal vb.) oynarım. Her bir cümleyi bir tür enerji birimi olarak düşünmek hoşuma gider. Her bir cümlenin ve her paragrafın tonalitesi ile manası okuyanı bir sonrakine rahatlıkla taşıyabilmeli ve genel ritmik tasarıma uymalıdır.

Her bir paragrafın sayfa üzerinde kendini meşru gösterebilmesine çalışırım. Bu demektir ki, her paragraf en azından bir iyi fikri barındırmalıdır. Ya da hikâyeyi ilerletme görevine haizdir. Ya da hikâyenin içinde yer aldığı dünyayı zenginleştirmeli yahut da karakterler hakkında ekstra bir bilgi verebilmelidir. Mümkün mertebe sanatsal açıdan cömert olmaya çabalarım. Güçlü bir anlatıcı ses kurmaya çalışırım. İmgesel ve entelektüel bir yoğunluk yakalamayı denerim. Ve elbette organik bir akış hissiyatını hakim kılmayı amaçlarım. Fazlası ya da eksiği kalmayana dek metni yeniden yazar ve düzeltirim. Hiçbir şey hikâyenin akışını yavaşlatmamalıdır. Çıkarılabilir olan her cümle çıkarılıp atılmalıdır. (Bir deyiş “Bebeklerinizi öldürün” buyurur, tabi o cümleyi ölesiye sevmiyorsanız). Edebi metinde şişirme ya da boşluk doldurmaya ya da lafı uzatmaya (sıkıcı ve uzun bölümler) yer yoktur. Arka plana dair gereksiz posta kartı ayrıntılarına hiç girmeyin. Her bir detayın “belirgin” yani karakter, mekan ve olay hakkında bir şeyi açığa çıkaran bir doğası olması gerektiğini düşünürüm. Metnin paragraflar ve cümleleri arasında kendine has bir müzik -ya da ritim- var olmalıdır. Düzyazıyı sanki kulağa hoş gelen bir müzik eseri gibi işlemekten yanayım. Bunu test etmenin yolu metni yüksek sesle okumaktır. Eğer okurken bir noktada takılırsam ve bir cümle ağzıma dolanırsa (söylenişi yahut ritmi bozuksa) yeniden yazmam gerekir. Ayrıca somut dil konusunda da hassasiyet göstermek gerekir, her zaman belirgin bir şekilde yazmalıyız. (Unutmayın “Şeytan ayrıntıda gizlidir”)

Yeniden yazar ve düzeltirken yazarlık defterime yazmış olduğum bir not hep aklımdadır: “Edebi kurmacada önemli olan nokta karakter ve olay arasındaki ilişkidir, yani ikincinin birinciyi açığa çıkarması ve ilkinin ikincisine doğru kaçınılmaz bir biçimde ilerleyebilmesi. Yazar, olay karakter tarafından yaratılmış olsa bile nihayetinde onu nasıl dönüştüreceğini de düşünmek zorundadır.

Karakter, olay örgüsünün taşıyıcısıdır ve yıllar içerisinde karakter yaratma noktasında farklı alışkanlıklar edinmiş olduğumu görüyorum. (1) Karakteri temelde bir fikir ya da ilke üzerine kurmak, (2) Karakteri gerçek kişi ya da kişilerden yola çıkarak oluşturmak, (3) Karaktere kendimi temel almak ve (4) Karakteri tarihi bir kişilik üzerine inşa etmek. Sıklıkla karakterlerim bu yaklaşımların hepsini birden içerir. Dolayısıyla benim için düzeltme bir anlamda çıkarıp atmaktır (bir heykeltraşın heykeli taştan çekip alması gibi) ve aynı zamanda dil katmanlarını uygun bir şekle büründürmektir (toprağa şekil veren bir heykeltraş gibi). Bir palimpsest misali katmanların üst üste yığılması aslında peşinden koştuğum ani sürprizlere olanak tanır -kelime oyunları, ilham ya da aydınlanma anları-. Ve bu sürprizler de hikâyeyi her zaman ilk başta kurduğum biçimden farklı bir yöne doğru hareket ettirir. Metinde bir ileri bir geri, metne eklemeler yaparak ya da metni eksilterek doğru akışı bulmaya çalışırım. Bir metinden herhangi bir cümleyi ya da kelimeyi ve hatta bir heceyi bile atamadığınız anda metnin bitmiş olduğunu anlarsınız. Eğer o son derece ince bir şekilde kurulmuş cümleyi çıkarırsanız metinde bir önceki ve bir sonraki cümle arasında bir boşluk oluşur, böyle yaparak sadece manaya değil aynı zamanda metnin ritmine ve müziğine de darbe vurmuş olursunuz. (Bu bir insan vücudundan kolu çıkarmak gibidir, geri kalan tüm organizma bundan olumsuz bir şekilde etkilenir.) Tabi bu mertebeye erişmek, en azından benim için çok fazla sayıda sayfanın çıkarıp atılması demektir: Faith and the Good Thing (İnanç ve İyi Şey) adlı kitabım için 1.200 sayfa, Oxherding Tale (Sığır Sürüsün Öyküsü) için 2.400 sayfa ve Middle Passage (Köle Yolu) için 3.000 sayfa ve de Dreamer (Düşleyici) için 3.000’den de fazla sayfayı çöpe atmam gerekti. Yazdığım öyküler için de aynı yöntemi uyguluyorum. Bana öyle geliyor ki, benim yaptığım bir metni yazmak değil de bir heykeltraş gibi ona şekil vermek. Bunun için gereken odaklanmayı seviyorum, meditasyonun ilk aşaması olan dharama (konsantrasyon) aşaması gibi bir anlamda…

On iki yaşımdayken bir günlük tutmaya başladım, fikir anneme aitti, asıl amacı onları okumak ve ondan ne sırlar ve duygular sakladığımı öğrenmekti. Bir defasında akşam yemeğinde bana şöyle sorduğunu hatırlıyorum: “Neden şu X amcandan hoşlanmıyormuşsun?” O an Dank etti tabi! Aklımı değil tuttuğum günlüğü okuyordu. O günden sonra günlüğümü ondan saklamam gerektiğine karar verdim. Üniversitedeyken günlük, içinde şiirlerin, kısa denemelerin ve günlük telaşe içerisindeki gözlemlerimin yer aldığı bir tür not defterine dönüştü. (Bu defterler çalışma odamın önemli bir kısmını kaplıyor şimdi). Kurmaca yazmaya başladığımda, bu defterler benim için bir yazı ve hafıza aracına dönüştü.

Yazmak için ucuzundan çizgisiz spiral defterleri kullanırım. Gün içerisinde düşündüğüm ya da başımdan geçen ve hatırlanmaya değer gördüğüm her şeyi bu defterlere yazarım. Görsel imgeler, arkadaşlarımın kurduğu cümleler, düşünce parçaları, kulak misafiri olduğum konuşmalar, okuduklarım arasında hoşuma giden ya da bana ilham olabilecek her şeyi bu defterlere not ederim. 1972’den bugüne yazdığım bu defterler, üniversite yıllarından kalanlarla birlikte kütüphanemin bir bölmesini kaplar vaziyette. (Evet utanç verici ama her şeyi saklıyorum!) 43 yıllık bir birikimin ardından bu defterlere yazılmamış ne kaldı, bilmiyorum artık. İşte doğru düzgün bir üçüncü taslağı bitirdiğimde, dönüp bu defterleri ta en başından itibaren sayfa sayfa bir kez daha okur ve orada işime yarayabilecek bir notla ya da bir resimle ya da bir tasvirle karşılaşmayı beklerim. Belki vaktiyle biriyle karşılaşmış ve onu defterime kısaca tasvir etmişimdir? Belki yarattığım şu karakterde o notlardan kopya çekebilirim? Her ne kadar geri dönüp eski defterleri karıştırmak günde sekiz saatten bazen beş günlük hatta belki de on günlük bir çalışmayı gerektirse de, bu defterlerin ve çekmecelerin yeniden gözden geçirilmesi bana her zaman yeni kapılar açar, bir cümle ya da bir karakterle ilgili yeni ilhamlar verir. Zyzzyva adındaki edebi gazetede vaktiyle “Yazarın Not Defteri” adında bir bölüm yayınlanırdı. 1992 Sonbahar sayısının 124-143. sayfaları arasına bakarsanız işte bu defterlerin gözden geçirilmiş bir kısmını  ve Köle Yolu kitabım için aldığım notları görebilirsiniz. Ayrıca yoldayken San Fransisco’daki Sheraton Palace otelinde Kaptan Ebenezer Şahini karakterim ile ilgili aldığım notları da bu sayfalarda bulabilirsiniz.

Öğrencilerime Gardner’ın başından geçen anekdotu aktardığımda, eğer yeterince uzun zaman ve büyük bir dikkat göstererek bu sürece yaklaşırlarsa bir baş ağrısı olarak görülen düzeltme ve yeniden yazma sürecinin aslında hayatlarında en azından bir kez ve kağıt üzerinde de olsa mükemmel bir yaratıya imza atma ihtimali olduğunun altını çizmeye her zaman özen gösteririm. Ve sonra şöyle sorarım: Hayatta ne zaman, nerede ve nasıl böylesi bir şansa sahip olabiliriz ki? Hissettiğimizin, düşüncemizin, duruşumuzun, kabiliyetimizin ve üslubumuzun tam olarak ifadesini bulduğu ve düzelterek, yeniden yazarak her şeyimizi kattığımız bir metne imza atmak az şey midir?

Jeffery Allen’ın bir söyleşide Song of the Shank (Cıvatanın Şarkısı) ile ilgili söylediği gibi, “Düzgün şekilde yazmak için her şeyi denedim. Sanat insanlar için mükemmeliyetin mümkün olduğu yegane tür ve bir sanat eseri yaratmak hayatta tamamen kontrol sahibi olduğumuz yegane süreç. Bu yüzden kendimize sormalıyız, “büyüklük” ölçüsü nedir? Zanaat tarafı işin önemli bir parçası. Aynı zamanda bazı sanat eserlerinin onları yaratan sanatçıyı da dönüştürdüğünü düşünme taraftarıyım.

Hayatı Kendinin Kılmak: “Kavgam” ve “Âşık Bir Adam” Üzerine

İdeal okur için, her kitap, okurken bir dereceye kadar otobiyografi duygusu uyandırır.

Alberto Manguel

Karl Ove Knausgaard ve yazdığı altı ciltlik “Kavgam” serisi dünyanın geri kalanında olduğu kadar değilse de bizim edebiyatımızda da bir hayli yankı uyandırdı. Öncelikle bir anlamda “çok satar” olarak sunulması ve Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” serisi ile kıyaslanması tartışma yaratsa da, serinin henüz Türkçe’ye çevrilmiş ilk iki kitabını okuyanlar Knausgaard’ın yaptığından oldukça etkilenmişe benziyor.

Aslında uluslararası edebiyat camiasında “Kavgam” serisi üzerindeki ilk tartışma, romanın “tür”ü üzerine odaklandı görebildiğim kadarıyla. Yazarın kendisi “Kavgam”ı “otobiyografik roman” olarak nitelendirse de ilkin bir otobiyografi olarak görülen, sonrasında özkurgu, otobiyografik kurmaca, anı, deneme hatta bildungsroman ve künstlerroman gibi farklı türlere yakıştırılan romanın biçimi bir anlamda içeriğinin önüne geçti. Gerçekten üç binden fazla sayfalık ve altı ciltlik, Karl Ove Knausgaard adındaki Norveçli bir yazarın yazdığı bu şey neydi? Doğrusu “Kavgam”ı adlandırmak ya da bir türün içine sığdırmak pek kolay görünmüyor, öte yandan bunun önemli olduğunu da düşünmüyorum. “Kavgam” her şeyden önce bir “roman” ve Knausgaard da bir yazar, “yaratıcı yazar”.

Peki Knausgaard ne yapıyor? “Kavgam” ve “Âşık Bir Adam” romanlarından gördüğümüz kadarıyla öncelikle “gerçeklik” ve “kurmaca” üzerine odaklanıyor. İlk bakışta “hayatını yazmış” gibi görünse bile Knausgaard aslında hayatını romana çeviriyor. Bu tutumun “yazsam, hayatım roman olur” söyleminden bir hayli farklı olduğunu da belirtmek gerekiyor elbette. Şöyle ki, Knausgaard “sıra dışı” ya da olağanüstü bir hikâye anlatmıyor. Hepimizin başından geçen ya da geçebilecek; ölüm, aşk, evlilik, aile hayatı, hayatını kazanmak, taşınmak, temizlik, çocukların bakımı ve büyümesi gibi son derece “sıradan” şeyleri yazıyor. Çağdaş romanın biri diğerine benzer biçim ve temalarını düşününce oldukça cüretkar görülebilecek bu çıkışı ve yaşantıyı sanata çeviren üslubu, bildiğimiz roman biçimini ve olay örgüsünü bir kenara iten tavrı ile de çağdaş kurmacaya yeni bir soluk getiriyor. “Edebiyatın tek mecburiyeti, farklı bir şeyin peşinde olmak” diye düşünen Knausgaard’ın çağdaş kurmacada farklı bir alan açtığını ve bu anlamda da çağımızın roman anlayışını etkilediğini neden söylemeyelim?[1] Sadece kendi hayatı ve bireyselliği, yahut varoluşu değil yazarın meselesi; bu dünyada, şu anda, (post)modern bir aile hayatının, bireyin yaşadığı bunalımların, toplum içinde varoluşun, sanat ile hayatın kesiştiği noktaların, geçmiş ile şimdinin sürekli birbirinin içinde oluşunun, gerçek ile kurmacanın birbirinden ayrılmayışının romanı yazdığı. Knausgaard hayatını tüm sıradanlığıyla anlatırken takıntılı bir arşivci gibi hayatın dökümünü çıkarmıyor. Yaşantı dediği materyal içerisinde kurmacaya dönüşebilecek olanı, kurmacaya katkı sağlayacak olanı çekip alıyor ve gerçek bir romancı titizliğiyle işliyor. “[S]ürdürdüğüm hayat anlamlı değildi, ondan hep uzaklaşmak istiyordum. Dolayısıyla sürdürdüğüm bu hayat bana ait değildi.” diyen yazar, bir anlamda “hayatı kendinin kılmak” için uğraşıyor belki de[2]. “Kayıp Zamanın İzinde”n giderek geçmişi yakalamaya, onu kendi geçmişi kılmaya, gerektiğince hatırladıkları ve hatırlamadıklarıyla yeniden kurgulamaya; sıradan, gündelik olanın içinde “kayda değer” olanın geçici güzelliğini ortaya koymaya çabalıyor.

“Hipnotik” Bir Anlatı ya da “Yazarın Yeniden Doğumu”

Knausgaard, edebiyatta üzerinde çokça tartışılan, bu kadar tartışıldığı için de bir “klişe” halini alıp dikkatlerden uzaklaştırılan bir meseleyi tekrar gündeme getiriyor: Neyi yazdığın değil, nasıl yazdığındır önemli olan. Sıradan ve basit olan gerçekliği yeniden kurgularken nasıl yazması gerektiğini iyi biliyor yazar. Nihayetinde gerçekten daha gerçek, kurmacadan daha kurmaca bir anlatı koyuyor önümüze. Babasının ölümünü, yeniyetme bir delikanlıyken Norveç’teki hayatını, yazma mücadelesini ya da kavgasını, eşiyle tanışmasını, İsveç’e taşınmasını, çocuklarının doğumunu, bir yazar arkadaşıyla sohbetini son derece canlı bir şekilde dökebiliyor sayfaya. Öyle ki okur, bunların hepsinin yaşandığını, hikâyenin “gerçek bir olaydan uyarlandığı”nı, olayların tam olarak böyle olmuş olması gerektiğini düşünüyor ister istemez. Öte yandan Yasemin Çongar’ın çok yerinde hatırlatması gibi, “Hatırlamak başlı başına bir kurgulama edimi değil mi nihayetinde?[3]

Dikkatli bir okur “Kavgam” ve “Âşık Bir Adam”ı okuduğunda Çongar’ın şu sözlerine de hak verecektir: “…yaşanmış anları hafızada tutulması imkânsız bir zenginlikte tarif ederek birbiri ardına dizdiği için, yazarın hatırlamaktan ziyade hayal etmekle meşgul olduğunu, kurguladığını seziyoruz.” Emily Stokes’un da Financial Times’da belirttiği gibi Knausgaard’ın romanındaki anlatı “gerçek olmak için fazla kalabalık ve ayrıntılı, kurgu olmak için ise fazla sıradan[4]. Bu konuda “Kavgam”da geçen şu cümleler, hem Proust benzetmelerine hem de gerçeklik ile kurmaca arasında yazarın kurduğu ilişkiye dair hayli önemli ipuçları veriyor bana kalırsa: “Zamanında geçmişi düşünmek için hayli çok, hem de hastalık derecesinde çok zaman harcamış olsam da, ve yine bu nedenle Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sini sadece okumakla kalmayıp özümsemişsem de, şimdi fark ediyorum ki geçmiş artık zihnimde neredeyse hiç yer kaplamıyor.[5]

Diğer taraftan, yazarın artık zihninde hiç yer kaplamadığını söylediği geçmişi bu denli detaylı ve gerçekçi bir biçimde sunabilmesi ve ilk cildin üzerinde oldukça çalışılan ilk bölümü dışında kısa bir süre içerisinde yazılan romanın “écriture-automatique” yanı, okurda adeta “hipnotik” bir etki bırakıyor. “Hipnotik”, romanda sıkça kullanılan bir kavram olmanın yanı sıra Knausgaard okumanın çarpıcı yönlerinden birisi. Bahsettiğim bu “hipnotik” etkiyi Elvan Özkaya şu şekilde ifade ediyor: “bazen sıradanlığı tıpkı su sesi gibi sizi uyutmaya çalışsa da gözünüzü alamıyorsunuz sayfalardan[6].

Anlatısına şu şekilde başlıyor Knausgaard: “Kalp için hayat basittir: Atabildiği kadar atar. Sonra durur.” Bu denli sıradan ve çarpıcı olan bu cümle, aslında romanın geri kalanının da bir ön izlemesi olarak görülebilir bana sorarsanız. Anlatıya “ölüm”le başlayan yazar; ölümün basitliği, sadeliği, sıradanlığı, anlaşılmazlığı, bir kavram olarak modern çağdaki anlamı ve ritüelleri üzerine güçlü imgelerle, çarpıcı örneklerle ölümü ve ölüyü anlatıyor. Aslında bir roman girişinden çok felsefi yahut psikolojik bir anlatının edebi bir dille yazılmış versiyonuna benziyor bu giriş. Çünkü Knausgaard sorular soruyor, örnekler veriyor, tezler öne sürüyor ve açıklamalar yapıyor bu satırlarda. Ayrıca Knausgaard, romanın bildiğimiz anlamda zaman ve olay örgüsünü de parçalıyor. Bir olay örgüsü, zaman ve mekan izleğinden ziyade çağrışımlarla ilerleyen anlatı, okurunu hiç zorlanmadan “peşinde sürüklüyor”. Knausgaard’ın zor anlaşılır ve takip edilmesi güç bir dili ve üslubu yok, zaman zaman uzun cümleler ve ayrıntılı açıklamalar veriyor olsa da asıl alamet-i farikası son derece basit ve sıradan üslubunda yatıyor. Can Semercioğlu’nun deyişiyle “Knausgaard’a sıradanlığın rayihasını tam da bu basitlik veriyor[7].

Nihayetinde Knausgaard, çağdaş kurmacada sıkça gördüğümüz gibi “edebiyat parçalamak” yerine “edebiyatı parçalama”yı tercih ediyor. Alıntılanacak cümleler yazmıyor, hiçbir zaman deyim yerindeyse “poz kesmiyor”, kurmacanın başat kuralı olan –mış gibi yapmaya bile gönül indirmiyor. Edebiyatta oldukça tartışmalı olan “yazarın anlatıdaki yeri” konusuna kafayı pek takıyor gibi de görünmüyor. Anlatının tam orta yerinde tüm varlığıyla duruyor, açıklamalar yapıyor, uzun bir denemeyi andıran bölümleri hiç çekinmeden yazabiliyor. Bir anlamda, “yazarın ölümü” tezinin karşısında “yazarın yeniden doğumu”nu simgeliyor Knausgaard.

NOTLAR

[1] Karl Ove Knausgaard, Âşık Bir Adam, Kavgam Serisi II, Monokl Edebiyat, 1. Baskı, 2016, Sf. 101.

[2] Karl Ove Knausgaard, Âşık Bir Adam, Kavgam Serisi II, Monokl Edebiyat, 1. Baskı, 2016, Sf. 76.

[3] Yasemin Çongar, “Edebî intihar ya da sonsuz bir şimdiki zaman”, K24, 4 Şubat 2015, http://t24.com.tr/k24/yazi/edebi-intihar-ya-da-sonsuz-bir-simdiki-zaman,16

[4] Emily Stokes, “The Proustian achievement of Norwegian writer Karl Ove Knausgaard”, Financial Times, 14 Mart 2014, http://www.ft.com/intl/cms/s/2/e3900536-aa11-11e3-8497-00144feab7de.html#axzz3mmGAZHtb

[5] Karl Ove Knausgaard, Kavgam, Cilt I, Monokl Edebiyat, 1. Baskı, 2015, Sf. 42.

[6] Elvan Özkaya, “İngiltere’de 4 Türkiye’de 1”, Radikal Kitap, 31 Mayıs 2015, http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/ingilterede-4-turkiyede-1-421344

[7] Can Semercioğlu, “Sıradanlığın Rayihası”, Sabit Fikir, 2 Haziran 2015, http://www.sabitfikir.com/elestiri/siradanligin-rayihasi

Orhan Pamuk: “Tutunamayanlar neden bana özel bir şekilde sesleniyordu?”

Orhan Pamuk’un Öküz dergisinin Aralık 1997 tarihli sayısında yayınlanan ve daha sonra 1999 yılında çıkan Öteki Renkler adlı kitabında da yer alan “Bat Dünya Bat!” adındaki yazıdan alıntılanmıştır. Bu yazıda Orhan Pamuk,  Tutunamayanlar romanını neden çıkar çıkmaz aldığını ve  defalarca okuduktan sonra kitabın neden kendisine bir sır verir gibi konuştuğunu beş maddede açıklıyor. İşte o maddeler…

  1. Kahramanlar Teknik Üniversite’de okuyan mühendislerdi. Ben de Teknik Üniversite’de okuyordum. Babam da, amcam da oradandı. Teknik Üniversite koridorlarında yürüyüp felsefe, sanat, hayat ve Türkiye hakkında akıl karışıklığıyla düşünmek nedir, biliyorum.
  2. Yazarın duyarlığı, dikkat ettiği şeyler (eşyanların tuhaflığı) yazarın güvensizlikleri, korkuları, alaycılığı, kendi kendine konuşması (“Yahu bu Olric de nereden çıktı.”) bana benziyordu. Yirmi yaş büyük olsaydım bu kitabı ben de yazmış olabilirdim.
  3. Kültürlüydü yazarımız. Ama kimi başka yazarlar gibi, Batı kültürünü üst sınıfa mensup olmanın bir göstergesi, herkesten ayrı olmanın kestirme bir yolu olarak görmüyordu da kendini ifade etmek için kullanıyordu kültürü.
  4. Aydınlardan söz ediyordu Oğuz Atay. Kitapları seven, benim gibi insanlardan. Türkiye’de Batı kültürünü sevmiş, ülkenin hayatıyla bu kültür arasında bocalayan insanlar onun konusuydu. Ama onları suçlamıyor, abartılı teorilerle önemsemiyor, sorumluluklardan, görevlerden fazla bahsedip kafa ütülemiyordu. (…)
  5. Hayatın anlatılmayan pek çok yönü onun sayesinde romana ilk defa girdi: Radyodan futbol maçı dinlemek, araba kullanmasını dersle öğrenmek, kitaplar arasında kaybolmuş sevimli aydınlar vs.