Kurmacada en küçük detaylar için bile kuramsal bir temel bulunmalı. Tek bir eldiven için bile bir nedeniniz olmalı. – Prosper Mérimée
Bir usta öncelikle kendisini sınırlamada belli eder kendini. – Goethe
Klasikler yeniden yazılmasına gerek duyulmayan kitaplardır. – Carl Van Doren
*Bu yazı romancı, denemeci, akademisyen, felsefeci, çizgi film tasarımcısı ve öykü yazarı da olan; MacArthur Ödülü, “Köle Yolu” romanı 1990 Ulusal Kitap Ödülü ve Amerika Güzel Sanatlar Akademisi Edebiyat Ödülü’nün sahibi olan Dr. Charles Johnson’ın “Yazarın Yolu: Sanat ve Hikâye Anlatıcılığı Üzerine Düşünceler” adlı kitabından kısa bir bölümün LitHub adlı sitesi tarafından yayınlanmış versiyonunun çevirisidir. Yazının İngilizce orjinalini okumak için tıklayın.
Otuz yıl öncesinde yazarlıkta akıl hocam olan John Gardner, düzeltme ile ilgili beni oldukça etkileyen bir hikâye anlatmıştı. Bir gün bir söyleşiye katılmış ve sonrasındaki soru-cevap seansında bir kadın el kaldırıp, “Biliyor musunuz, yazdıklarınızı beğeniyorum ama sizi sevdiğimi söyleyemem” demiş. Gardner’ın cevabı da hatırlanmaya değer doğrusu: “Sorun değil” demiş, “Çünkü yazarken daha iyi bir insanımdır. Şu an karşınızda durup sizinle konuşurken sözlerimi geri alamam. Yanlış ya da pek doğru olmayan bir söz dile getirirsem ya da saldırgan bir tutum takınır ve birini incitirsem, söz ağızdan bir kez çıkmıştır ve geri alınamaz. Benim için sözlerimi düzeltmenizi ya da doğru bağlama oturtmanızı bekleyebilirim ancak. Ancak yazarken, yeniden ve yeniden üzerinden geçip doğru olduğuna inandığım şekilde dile getirebilirim düşüncemi.“
Sanırım Gardner yaratım sürecinin doğasını oldukça iyi özümsemişti. Sıklıkla iyi yazmanın yüzde doksanının yeniden yazmak olduğunu duyarız. Aynı zamanda iyi yazmanın iyi düşünme ile aynı anlama geldiğini sanırız ve nihayetinde ortaya koyduğumuz ürünün de -öykü, roman ya da deneme- düşüncemizi, duygularımızı ve kabiliyetimizi en iyi şekilde ortaya koyduğunu varsayarız.
İlk taslağı yazarken hissettiğim ve düşündüğüm her şeyi ham ve kaotik halde sayfaya dökerim. Ne kadar karmaşık olursa olsun. İçgüdülerime güvenirim. Fikirlerin ve duyguların sözüm kesilene kadar kağıt üzerine akmasına izin veririm. İlk taslağın felaket olması sorun değildir. Kendimi sansürlemem. Elimde bu ham taslak varken, hangi yöne gitmem gerektiğine karar vermek daha kolay olur. Hangi fikir üzerine eğilmeliyim, bunu görebilirim. Eğer işe yarayacak bir şey bulursam ikinci taslağa geçerim ve dilbilgisi, imlâ gibi noktaları düzenlerim. İlk taslakta unutmuş olabileceğim herhangi bir noktayı eklerim ya da işe yaramayan kısımları çıkarırım.
Sonrasında üçüncü taslakla birlikte metnin hazzı da başlar. (Tüm önemine rağmen, sanat her zaman bir tür oyun olmalıdır.) Bu noktadan itibaren yaratıcı zayıflıklarıma odaklanmaya başlarım. Çok zaafım vardır ama izninizle tek birine odaklanayım -şiirsel tasvir, Gerard Manley Hopkins’in ifadesiyle tekillik ya da detaylara ve parçacıklara takılma. Bir çizgi film tasarımcısı olarak ister istemez görsel tarzda düşünüyorum ilkin. Yazarların birçoğu gibi imgelerim çoğunlukla görsel odaklı oluyor. Görsel imgelem konusunda bir hassasiyetimiz var, diye düşünüyorum. Gerçeği “gördüğümüzü” (ya da duyduğumuzu) söyleriz. Ona dokunduğumuz ya da onu hissettiğimizse aklımıza gelmez. Bu yüzden, üçüncü taslakta -dokunma, tat alma, koklama gibi- diğer duyulara mümkün olduğunca yer açmaya çalışırım. Ve eğer gerekirse sinesteziye (birleşik his) de alan açarım, yani bir hissin tecrübesini diğerinin dilinden aktarmaya çalışırım. Diğer bir teknik de onomotofeyadır, yani ses öykünmesi. Tat alma ve koklama örneğin, amacım bunları Upton Sinclair’in Şikago Mezbahaları romanındaki “Stok Alanı” bölümünde kullandığı düzeyde tasvir edebilmek ve sesi de Lafcadio Hearn’ün kullandığı şekilde anlatıma katabilmektir. Yazmaya ilk başladığım zamanlarda kütüphanemde yer alan Marjorie H. Nicolson’un “The Art of Description” (Tr. Betimleme Sanatı) adlı kitabı bana bu konuda oldukça yardımcı olmuştur örneğin.
Şahsen sıklıkla karşılaştığım bir başka sorun da fikir aşamasında ortaya çıkar. Bazen çok fazla fikirle yola çıkarım. Yazmaya başlamadan önce, hikâye olmaya öykünen düşünceler kafamın içinde dolaşıp durur, bir sürü anlam katmanı, katmak istediğim onca detay, her şeyi olabildiğince hızlı bir şekilde aklıma geldiği gibi kağıda geçirmek için yanıp tutuşurum. Ama sonra bir noktada fark ederim ki; ekonomik, etkin ve tutarlı bir estetik ile bir olay örgüsü kurmak için ne kadar az o kadar iyidir. Kaçınılmaz bir biçimde, alanın daraltılması gerekir, daha fazla araştırmak ve müphem bir yapı ve olay örgüsü kurmak gerekir. Mantıklı ve başka türlüsünün mümkün olmadığı bir nedensellik, açık ve düzenli bir duygusal ton tutturmak gerekir. Neyi vurgulayacağınız ve neyi bastıracağınızı ve bu kararla birlikte ıskartaya çıkan fikirleri bütüne nasıl entegre edebileceğinizi görmeniz gerekir.
Bu üçüncü taslakta, cümleleri ve paragrafları uygun üslupta biçimlendirmeye başlarım. Başkasına gösterebileceğim bir metin yazmak için en azından üçüncü taslağı bitirmiş olmam gerekir, tabi eğer şansım yaver giderse. (Beni yanlış anlamayın: Taslaklarım birbirinden tamamen bağımsız süreçler değildir. Birbirinin içine geçerler. Bir hikâyenin ortasında ya da sonunda bile olsam her zaman başlangıcı da aklımdadır.) Bazen yazdıklarımın kullandığım kısmı yaklaşık 20’de 1’dir. Üçüncü taslaktan itibaren, her paragrafta cümle uzunluklarıyla oynamaya başlarım (kısaltmak, uzatmak gibi) ve ayrıca cümle biçimleri üzerinde de (basit, birleşik, karmaşık, sıkı ya da gevşek, zamansal vb.) oynarım. Her bir cümleyi bir tür enerji birimi olarak düşünmek hoşuma gider. Her bir cümlenin ve her paragrafın tonalitesi ile manası okuyanı bir sonrakine rahatlıkla taşıyabilmeli ve genel ritmik tasarıma uymalıdır.
Her bir paragrafın sayfa üzerinde kendini meşru gösterebilmesine çalışırım. Bu demektir ki, her paragraf en azından bir iyi fikri barındırmalıdır. Ya da hikâyeyi ilerletme görevine haizdir. Ya da hikâyenin içinde yer aldığı dünyayı zenginleştirmeli yahut da karakterler hakkında ekstra bir bilgi verebilmelidir. Mümkün mertebe sanatsal açıdan cömert olmaya çabalarım. Güçlü bir anlatıcı ses kurmaya çalışırım. İmgesel ve entelektüel bir yoğunluk yakalamayı denerim. Ve elbette organik bir akış hissiyatını hakim kılmayı amaçlarım. Fazlası ya da eksiği kalmayana dek metni yeniden yazar ve düzeltirim. Hiçbir şey hikâyenin akışını yavaşlatmamalıdır. Çıkarılabilir olan her cümle çıkarılıp atılmalıdır. (Bir deyiş “Bebeklerinizi öldürün” buyurur, tabi o cümleyi ölesiye sevmiyorsanız). Edebi metinde şişirme ya da boşluk doldurmaya ya da lafı uzatmaya (sıkıcı ve uzun bölümler) yer yoktur. Arka plana dair gereksiz posta kartı ayrıntılarına hiç girmeyin. Her bir detayın “belirgin” yani karakter, mekan ve olay hakkında bir şeyi açığa çıkaran bir doğası olması gerektiğini düşünürüm. Metnin paragraflar ve cümleleri arasında kendine has bir müzik -ya da ritim- var olmalıdır. Düzyazıyı sanki kulağa hoş gelen bir müzik eseri gibi işlemekten yanayım. Bunu test etmenin yolu metni yüksek sesle okumaktır. Eğer okurken bir noktada takılırsam ve bir cümle ağzıma dolanırsa (söylenişi yahut ritmi bozuksa) yeniden yazmam gerekir. Ayrıca somut dil konusunda da hassasiyet göstermek gerekir, her zaman belirgin bir şekilde yazmalıyız. (Unutmayın “Şeytan ayrıntıda gizlidir”)
Yeniden yazar ve düzeltirken yazarlık defterime yazmış olduğum bir not hep aklımdadır: “Edebi kurmacada önemli olan nokta karakter ve olay arasındaki ilişkidir, yani ikincinin birinciyi açığa çıkarması ve ilkinin ikincisine doğru kaçınılmaz bir biçimde ilerleyebilmesi. Yazar, olay karakter tarafından yaratılmış olsa bile nihayetinde onu nasıl dönüştüreceğini de düşünmek zorundadır.“
Karakter, olay örgüsünün taşıyıcısıdır ve yıllar içerisinde karakter yaratma noktasında farklı alışkanlıklar edinmiş olduğumu görüyorum. (1) Karakteri temelde bir fikir ya da ilke üzerine kurmak, (2) Karakteri gerçek kişi ya da kişilerden yola çıkarak oluşturmak, (3) Karaktere kendimi temel almak ve (4) Karakteri tarihi bir kişilik üzerine inşa etmek. Sıklıkla karakterlerim bu yaklaşımların hepsini birden içerir. Dolayısıyla benim için düzeltme bir anlamda çıkarıp atmaktır (bir heykeltraşın heykeli taştan çekip alması gibi) ve aynı zamanda dil katmanlarını uygun bir şekle büründürmektir (toprağa şekil veren bir heykeltraş gibi). Bir palimpsest misali katmanların üst üste yığılması aslında peşinden koştuğum ani sürprizlere olanak tanır -kelime oyunları, ilham ya da aydınlanma anları-. Ve bu sürprizler de hikâyeyi her zaman ilk başta kurduğum biçimden farklı bir yöne doğru hareket ettirir. Metinde bir ileri bir geri, metne eklemeler yaparak ya da metni eksilterek doğru akışı bulmaya çalışırım. Bir metinden herhangi bir cümleyi ya da kelimeyi ve hatta bir heceyi bile atamadığınız anda metnin bitmiş olduğunu anlarsınız. Eğer o son derece ince bir şekilde kurulmuş cümleyi çıkarırsanız metinde bir önceki ve bir sonraki cümle arasında bir boşluk oluşur, böyle yaparak sadece manaya değil aynı zamanda metnin ritmine ve müziğine de darbe vurmuş olursunuz. (Bu bir insan vücudundan kolu çıkarmak gibidir, geri kalan tüm organizma bundan olumsuz bir şekilde etkilenir.) Tabi bu mertebeye erişmek, en azından benim için çok fazla sayıda sayfanın çıkarıp atılması demektir: Faith and the Good Thing (İnanç ve İyi Şey) adlı kitabım için 1.200 sayfa, Oxherding Tale (Sığır Sürüsün Öyküsü) için 2.400 sayfa ve Middle Passage (Köle Yolu) için 3.000 sayfa ve de Dreamer (Düşleyici) için 3.000’den de fazla sayfayı çöpe atmam gerekti. Yazdığım öyküler için de aynı yöntemi uyguluyorum. Bana öyle geliyor ki, benim yaptığım bir metni yazmak değil de bir heykeltraş gibi ona şekil vermek. Bunun için gereken odaklanmayı seviyorum, meditasyonun ilk aşaması olan dharama (konsantrasyon) aşaması gibi bir anlamda…
On iki yaşımdayken bir günlük tutmaya başladım, fikir anneme aitti, asıl amacı onları okumak ve ondan ne sırlar ve duygular sakladığımı öğrenmekti. Bir defasında akşam yemeğinde bana şöyle sorduğunu hatırlıyorum: “Neden şu X amcandan hoşlanmıyormuşsun?” O an Dank etti tabi! Aklımı değil tuttuğum günlüğü okuyordu. O günden sonra günlüğümü ondan saklamam gerektiğine karar verdim. Üniversitedeyken günlük, içinde şiirlerin, kısa denemelerin ve günlük telaşe içerisindeki gözlemlerimin yer aldığı bir tür not defterine dönüştü. (Bu defterler çalışma odamın önemli bir kısmını kaplıyor şimdi). Kurmaca yazmaya başladığımda, bu defterler benim için bir yazı ve hafıza aracına dönüştü.
Yazmak için ucuzundan çizgisiz spiral defterleri kullanırım. Gün içerisinde düşündüğüm ya da başımdan geçen ve hatırlanmaya değer gördüğüm her şeyi bu defterlere yazarım. Görsel imgeler, arkadaşlarımın kurduğu cümleler, düşünce parçaları, kulak misafiri olduğum konuşmalar, okuduklarım arasında hoşuma giden ya da bana ilham olabilecek her şeyi bu defterlere not ederim. 1972’den bugüne yazdığım bu defterler, üniversite yıllarından kalanlarla birlikte kütüphanemin bir bölmesini kaplar vaziyette. (Evet utanç verici ama her şeyi saklıyorum!) 43 yıllık bir birikimin ardından bu defterlere yazılmamış ne kaldı, bilmiyorum artık. İşte doğru düzgün bir üçüncü taslağı bitirdiğimde, dönüp bu defterleri ta en başından itibaren sayfa sayfa bir kez daha okur ve orada işime yarayabilecek bir notla ya da bir resimle ya da bir tasvirle karşılaşmayı beklerim. Belki vaktiyle biriyle karşılaşmış ve onu defterime kısaca tasvir etmişimdir? Belki yarattığım şu karakterde o notlardan kopya çekebilirim? Her ne kadar geri dönüp eski defterleri karıştırmak günde sekiz saatten bazen beş günlük hatta belki de on günlük bir çalışmayı gerektirse de, bu defterlerin ve çekmecelerin yeniden gözden geçirilmesi bana her zaman yeni kapılar açar, bir cümle ya da bir karakterle ilgili yeni ilhamlar verir. Zyzzyva adındaki edebi gazetede vaktiyle “Yazarın Not Defteri” adında bir bölüm yayınlanırdı. 1992 Sonbahar sayısının 124-143. sayfaları arasına bakarsanız işte bu defterlerin gözden geçirilmiş bir kısmını ve Köle Yolu kitabım için aldığım notları görebilirsiniz. Ayrıca yoldayken San Fransisco’daki Sheraton Palace otelinde Kaptan Ebenezer Şahini karakterim ile ilgili aldığım notları da bu sayfalarda bulabilirsiniz.
Öğrencilerime Gardner’ın başından geçen anekdotu aktardığımda, eğer yeterince uzun zaman ve büyük bir dikkat göstererek bu sürece yaklaşırlarsa bir baş ağrısı olarak görülen düzeltme ve yeniden yazma sürecinin aslında hayatlarında en azından bir kez ve kağıt üzerinde de olsa mükemmel bir yaratıya imza atma ihtimali olduğunun altını çizmeye her zaman özen gösteririm. Ve sonra şöyle sorarım: Hayatta ne zaman, nerede ve nasıl böylesi bir şansa sahip olabiliriz ki? Hissettiğimizin, düşüncemizin, duruşumuzun, kabiliyetimizin ve üslubumuzun tam olarak ifadesini bulduğu ve düzelterek, yeniden yazarak her şeyimizi kattığımız bir metne imza atmak az şey midir?
Jeffery Allen’ın bir söyleşide Song of the Shank (Cıvatanın Şarkısı) ile ilgili söylediği gibi, “Düzgün şekilde yazmak için her şeyi denedim. Sanat insanlar için mükemmeliyetin mümkün olduğu yegane tür ve bir sanat eseri yaratmak hayatta tamamen kontrol sahibi olduğumuz yegane süreç. Bu yüzden kendimize sormalıyız, “büyüklük” ölçüsü nedir? Zanaat tarafı işin önemli bir parçası. Aynı zamanda bazı sanat eserlerinin onları yaratan sanatçıyı da dönüştürdüğünü düşünme taraftarıyım.“
Soner merhaba, cok tesekkurler paylastigin icin. Yazarken, tekrar tekrar dönüp okumalık… Yararlanacagimi dusunuyorum. Eline sağlık, iyi calismalar ve iyi seneler…
BeğenBeğen
Çok teşekkürler Suna. Umarım keyifle okumuşsundur.
Selamlar,
Soner
BeğenBeğen