Sinan Sülün ile, çalıştığım ajanstaki bir eğitim vesilesiyle tanıştık: “Hikâye Anlatıcılığı”. Bir süre önce “Karahindiba”nın Sel Yayınları’nda altıncı baskısını yaptığını duymuş ve bir öykü kitabının, hele de bir ilk kitabın pek kimselere nasip olmayan bu başarısına hayret etmiştim. Karahindiba böylece okuma listemde ilk elden okunacaklar rafına yükselmişti. Eğitimin hemen öncesindeyse yakın zamanda “Kırlangıç Dönümü” adlı bir romanının çıkacağını öğrendim. İki kitabı da Sinan Sülün ile tanışmadan kısa süre önce yakın zaman aralıklarında okudum. Nihayet tanıştığımızda ise hikâyelerindeki karakterleri andıran, mütevazi, okuma ve hikâye anlatmaya iştahlı bir yazar vardı karşımda. Hâl böyle olunca, eğitim sonrasında Sinan Sülün ile bir araya gelmeye ve iki kitabı ile ilgili olarak onunla sohbet etmeye, kitaplarıyla ve yazarlığıyla ilgili merak ettiklerimi ona sormaya niyet ettim. İşbu röportaj Sinan Sülün ile “Kırlangıç Dönümü” ve “Karahindiba” üzerine Beşiktaş’ta samimi ve sıcak bir kafede başlayıp, sonra başka bir kafede devam eden hoş sohbetimizden derlenmiştir. Kendisine vakit ayırdığı ve blogumda yayınlayacağım bu röportajı kabul ettiği için bir kez daha teşekkür ederim.
Öncelikle şunu sorayım: Son yıllarda yaratıcı yazarlık kurslarına, dergilere ve çevrimiçi ‘blog’lara artan bir ilgi var. Okumaktan çok yazmaya mı meraklıyız?
Bence iki türlü bir durum var. İlki insanlar artık yazmak için belli başlı edebiyat dergilerine muhtaç değiller. Kitap yayınlatmak zorunda değiller. İnternetin yarattığı özgürlük alanında istedikleri gibi yazıp çizebiliyorlar. Kendi okurlarını, takipçilerini yaratabiliyorlar. Ben bunu olumlu buluyorum. Hiç kitabı çıkmamış, bloglarda, küçük dergilerde, fanzinlerde şahane yazılar yazan birçok yazar tanıyorum. İyi ki yazıyorlar diyorum. Eğer internet olmasaydı onların birçoğun hiç tanımayacak, yazdıklarını okuyamayacaktım.
İkinci durum ise, bence bu tartışılması gereken bir durum, yazarlığın popüler bir meslek olması. Günümüzde yazarlara pop starı muamelesi yapıldığı için insanlar yazdıklarının önünde yer almaya başladılar. Artık ne yazdığının, derdinin ne olduğunun bir önemi yok. Senin kim olduğunun, nasıl göründüğünün bir önemi var.
Sosyal medyayla aranın çok iyi olmadığını biliyoruz ama artık sanki genç yazarların daha görünür olması gibi bir durum da var. Ne dersin?
Ben asgari ölçütte yer almaya çalışıyorum. Amacım görünmekten öte yaptığım işlerin, yazdığım kitapların görünmesi. Çünkü benim gibi insanları bulabileceğim, birlikte bir şeyler yapabileceğim tek yer orası. Fakat bugün her şeyde olduğu gibi sosyal medyada da bir aşırılık hali var. Bu durumu yaşadığımız çağın dinamikleriyle, insanın temel dürtüleriyle anlamak mümkün. Temelde insanlar hayatlarına bir anlam katma peşindeler. Bir anlam arıyorlar. Fakat birçok insan bu anlamı yanlış yerde, tüketerek, görünerek, teşhir ederek arıyor. Herkes mutlu olmaya, mutlu gözükmeye çalışıyor. Ama insan mutsuzluğun da, hayal kırıklığının da var oluşunun bir parçası olduğunu bilmeli.
Kurumsal kariyerini bir yana bırakarak, “Hikaye Anlatıcılığı” eğitimleri vermeye başladın. Sadece yazarak ve hikayeler anlatarak yaşama hayalini mi gerçekleştiriyorsun?
“Bana hikaye anlatma!” deyiminin olduğu bir ülkede hikaye anlatmanın ne kadar önemli olduğunu aktarmaya çalışıyorum. Sevindirici durum, Hikâye Anlatıcılığı, daha popüler ismiyle söylersek Storytelling Türkiye’de hızla yaygınlaşıyor. Özellikle şirketler hem kendileri hem de müşterileri için bir anlam katmaları gerektiğinin farkındalar. Ben de bu anlamı hikâyelerle sağlamanın mümkün olduğunu anlatıyorum. Kendime gelince, şimdilik yazarak ve eğitimler vererek hayatımı sürdürüyorum. Evet, hayalini kurduğum şeyi yaşıyorum. Ama on sene önce kurduğum hayali şimdi yaşıyorum.
Yazma rutinin nasıl? Her gün yazıyor musun mesela? Ya da belirlediğin bir süre hedefi var mı?
Her gün yazmıyorum. Belirlediğim bir süre hedefi de yok. Kelimeler, cümleler içimde olgunlaşıp, zihnimin içinde dönmeye başladığnda, karakterler her yere benimle gitmeye başladığında yazıyorum.
Yazdıklarını yayınlatmak isteyen genç yazarlara ne tavsiye edersin?
Benim tavsiyem, kendi tecrübelerimden olacak. Yazdıklarını okurluğuna güvendikleri insanlara okutsunlar, onlar tamam derse bir yayınevine götürsünler. Bugün birçok yayınevi ilk kitapları basmaya eskisine oranla daha istekli. Bu çok büyük şans kitabını yayınlatmak isteyenler için. Ama reddedilirseler asla yılmasınlar. Yazmaya, başka yayınevine götürmeye devam etsinler. Türkiye’de ve dünyada şu an kitapları elden ele dolaşan birçok yazarın ilk kitaplarının birçok yayınevi tarafından reddedildiğini biliyoruz. Bazen yazılan metnin onu anlayacak bir editöre ulaşması için zaman gerekebilir.
İlk kitabın “Karahindiba” 2011 yılında Sel Yayınları’ndan çıktı. İlk kitabının yazılma ve yayınlanma sürecinden kısaca bahsedebilir misin? Bir yandan da “Karahindiba” bir öykü kitabı için nadir görülen bir başarıya sahip olarak 2015’te altıncı baskısını yaptı. Bunu neye bağlıyorsun?
Aslında tamamen tesadüfler… Adnan Çubuk’un kitabın sonunda söylediği gibi, “Yazmaktan başka çarem yoktu”. Hakikaten benim de hayatımın öyle bir dönemi gelmişti ki, yazmaktan başka çarem kalmamıştı. Bir işte çalışıyordum, işten ayrıldım, işsizdim. 14 bin kişinin başvurduğu yerlerde iş arıyordum… Öte yandan hayatta tek tutunduğum şey, insanların dostluğudur. Ölü yazarlardan ve burada olmayan şairlerden başka kimsem yoktu. Ve hakikaten de yazmaktan başka çarem yoktu. İnsanlarda bu kadar karşılık bulması, benim için çok sevindirici. Bir; yalnız olmadığımı gösterdi. İki; sen çok derinlerden, hakikâtten, hakikâtin olduğu yerden konuşursan, insanlara ulaşıyormuş. Bunu gördüm. O açıdan da sevindiriciydi benim için.
Öte yandan işsizlik bence; terk edilmek, aşk acısı ve belki de ölüm acısından daha çok insanın başına dert açan bir şey. Terk edilip ya da bir yakınını kaydedip intihar edenlerle, işsiz kalıp intihar edenlerin oranının arasında ciddi bir fark var. Buradan bahsedince de herhalde birçok insana değdi hikâye. Çünkü “insan kaynakları”nın “Ormanda bir hayvan olsanız, hangisi olurdunuz?” sorularına maruz kalan bir tek ben değilmişim demek ki…
“Karahindiba”, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ından bir epigraf ile başlıyor. Sonrasında da Sabahattin Ali’den bir alıntıyla karşılaşıyoruz. “Benim yazarlarım” dediğin başka kimler var?
Yusuf Atılgan, Sabahattin Ali ve Wolfgang Bohert hayatımda, özellikle de Karahindiba’yı yazdığım dönemde benim için çok önemli yazarlardır. Bunlar hem kişilikleriyle, hem hayat görüşleriyle, hem de yazdıklarıyla bana ilham veren, hayran olduğum yazarlardı. Bazen insan o kadar yalnız ve çaresiz kalıyor ki; en yakın arkadaşı Sabahattin Ali, Yusuf Atılgan ve Bohert oluyor. Ne ailesine, ne sevgilisine, ne dostuna anlatamadığı şeyleri ona anlatıyor. Ben belki burada ilk defa söyleyeceğim: Karahindiba’yı yazdığım dönemde, bir gün o kadar yalnızdım ki, ben kalktım Aşiyan Mezarlığı’na gittim. Gittim orada yazarların; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Edip Cansever’in filan mezarlarını ziyaret ettim. Öyle bir an geliyor ki, dünyayla başa çıkamıyorsun. Önünde iki seçenek var: Ya bu dünyadan vaz geçeceksin ya da ölüp yeniden dirileceksin. Thomas Mann’ın “Tonio Kröger” öyküsünde de mesela, insanların ne kadar mutlu olduğunu görünce şöyle bir söz ediyor karakter: “Ama onlar hiç ölmediler ki!”
Karahindiba herkesin bildiği bir bitki aslında, ama ismi pek bilinmez. İki kitapta da önemli bir metafor. Karahindiba senin için özellikle neyi ifade ediyor? Birçoğumuzun bildiği ama bildiğini bilmediği bu bitkinin ismi, senin için neden bu kadar ilgi çekici?
Karahindiba aslında bizim hayatımızı temsil ediyor. Hayatımızın bir metaforu. Yani en küçük bir rüzgarda dağılıyoruz. Her yanımız bir tarafa gidiyor. Bu açıdan, bir temsiliyeti var. İşte Tanrı’nın üflemesiyle, hepimiz ayrı hayatlara savrulmuşuz. Bir tarafıyla naif, ama hâlâ umudunu barındıran bir çiçektir Karahindiba. Bir taraftan da her yerde görülür, özellikle de baharın ilk aylarında… Ama kimse dikkat etmez.
Bizleri, bizim gibi insanları anlatmak için kullanılabilecek en iyi metafor olduğunu düşünüyorum. Kendimi de, Adnan Çubuk’u da. Bir de Wolfgang Bohert’in Karahindiba diye bir öyküsü var, kitapta da geçiyor, onu da anmak istedim.
Karahindiba’nın ikinci öyküsü “Mavi Pelikan” aslında edebiyatımızda sık rastlamadığımız türde bir öykü. Gerçeküstü ya da sembolist olarak nitelendirebilir miyiz bilmiyorum, ama bana “eşcinselliğin metaforu” gibi göründü. Yanılıyor muyum?
Mavi Pelikan’da öyle bir şey oldu. Eşcinsel birçok arkadaşımın sevdiği öykülerden birisi oldu. Eşcinsel bir aşk var mı? Belki bir tarafıyla var ama aslında “Mavi Pelikan” bütün o ‘öteki’ aşkları temsil eden bir simge. Bir Alevi ile Sünni’nin aşkındaki figür, bir Müslüman ile Ateist’in aşkındaki ya da bir eşcinsel aşk ya da bir Kürt ile bir Türk’ün aşkındaki figür… Aslında “Mavi Pelikan” hep ‘öteki’ olan, yani Doğu’da bir Türk olabilir, Batı’da bir Kürt olabilir, Konya’da Alevi olabilir ya da bizim memlekette eşcinsel, komünist olabilir yahut da Avrupa’da bir Müslüman kız olabilir. Bir ‘öteki’ni sevmek nasıl olabilir, diye düşündüm. Ve bu ‘öteki’ni sevme hâli de, bence sadece bu topluma özgü değil, bütün toplumlarda hizaya getirilen, yok sayılan ve acımasızca eleştirilen bir şey. Numan’ın başına gelen de bu… Bu ülkede bir çok insan da görüyor. Mavi biraz aslında onların hikâyesi. O açıdan bunun da karşılığını bulması, yani ötekini sevmenin, ötekinin ne kadar kıymetli olduğunu ve Numan’ın aslında bunun arkasında duramadığını ama durmamız gerektiğini görmemiz önemli bir şey.
Kitaba ismini veren “Karahindiba” öyküsü de “Mavi Pelikan” kadar farklı bir metin. Yine gerçeküstü bir yanı var. Dahası gerçekle hayali birbirine karıştıran bir zihin bulanıklığı ve kurmaca ile gerçek arasında geçişlerin olduğunu görüyoruz. Kitapta yer alan üç öykü arasında bu anlamda bir sürekliliğin var olduğunu söyleyebilir miyiz?
Kierkegaard, “Hayat geçmişe bakarak anlaşılır, geleceğe bakarak yaşanır” der. Şimdi geriye dönüp baktığımda, tüm bunları yazmamın bir sebebi olduğunu anlıyorum. Özellikle yıkım anlarında şunu düşünmüşüzdür: Eğer, o gün o kararı almasaydım ne olurdu? Karahindiba öyküsü aslında bu paralel evrenleri, o diğer hayatları anlatıyor. Ama gerçeksi olan, görünürde olan başka bir hayat. Gerçekle kurgu bence içiçe geçmiş bir hâlde. Zahiri olan ile Batıni olan arasında çok ince bir çizgi var. O ince çizgide neredeyiz, bilmiyorum açıkçası. Hepimiz kalabalığın içinde bir yerde de, bir an hayale dalıp aynı zamanda bu dünyanın içinde de yaşıyoruz. Ya o hayale dalan kişi de bir kişinin hayali ise?
“Karahindiba” öykün Kafka’nın “Dönüşüm”ü ile Oğuz Atay’ın “Tehlikeli Oyunlar”ı arasında bir yerde salınıyor bana sorarsan. Bir yanıyla absürd, bir yanıyla ironik ama öte yandan hazin de bir öykü. Yazmak böyle bir “delirium” hâli mi getiriyor sence?
Yazar olma hâli neye benziyor? Biraz kendine dışarıdan bakabilme hâli sanırım. Kendinle birlikte dünyaya da dışarıdan bakabilme hâli. İnsanlara biraz daha mesafeli olabilme hâli. Bu mesafeyi kurduğunda, o zaman dünyanın başka türlü döndüğünü görüyorsun. Yani, kendini de tanıyorsun. Kendi zayıflıklarını ya da yeteneklerini de görüyorsun. Kendinden dışarı çıkıp baktığında başka bir şey görüyorsun. O gördüğün hakikâti anlattığın için insanlara değiyor. Edip Cansever’in bir mısrasını okuduğumda orada bulduğum şey, aslında benim içimdeki hakikât. Ama ben onu bu yaşa kadar söyleyememişim. Belki de birisinin göstermesi gerekmiş. Belki de böyle bir hâldir.
Hem Karahindiba’da hem Kırlangıç Dönümü’nde “okuyan” karakterlerle karşılaşıyoruz. Bir yandan da “mahpusluk” önemli bir izlek yazdıklarında. “Okumak” ve “cezalandırılmak” arasında bir bağ mı var sence?
Ben sana sorayım: Var mı? Ya da okuyana değer mi veriliyor dünyada ya da bu memlekette? Neticede dünyayı az bilenler yönetir, çok bilenler sürgün edilir, öldürülür ya da hapse atılır. Tarih boyunca böyle oldu. “Hikâye Anlatıcılığı” eğitimlerimde söylediğim bir şey var: “Bana hikâye anlatma!”, diye küfür var. Bizde kıymetli olan her şey hor görülür. “Bana felsefe yapma!”, “Artistlik yapma!”, “Jazz yapma!”… Kitap okumak da bu ülkede bundan payına düşeni alıyor.
Karahindiba’nın ilk öyküsü “Aralık”ta Rıfat’ın okuduğu kitabın güzel olup olmadığını merak ediyor herkes. Bense şunu merak ediyorum: “O” kitap, “Aylak Adam” mı?
O kitabın ne olduğu bende kalsın ama okurun istediği kitap olabilir. Kitap güzel, onu da söyleyeyim…
İki kitabında da derin bir gözlem gücü ve sürekli bir “etrafa bakınma” halinin olduğunu görüyoruz. Bir hikaye anlatırken sadece karakterlerin değil; etraftaki canlıların, nesnelerin, gelip geçenlerin de anlatının bir parçası olduğu hissediliyor. Neden böyle bir anlatımı tercih ediyorsun?
Teşekkürler, güzel tanımladın. Neden böyle anlattım? Aslında “Hikâye Anlatıcılığı” eğitimlerimde de bahsettiğim gibi, bu hikâye meselesine hem edebiyatta, hem de gündelik hayatta biraz takmış vaziyetteyim. Muriel Rukeyser’in de “İnsan atomlardan değil, hikâyelerden oluşmuştur.” sözü, benim sevdiğim ve sık kullandığım cümlelerimden birisi.
Bizim hikâyelerimiz de öyledir. Ben sevgilimle nasıl tanıştığımı anlatsam ya da bir aşk hikayesi anlatsam, orada da o noktaya gelirken olan tesadüflern hikâyesini anlatmam gerekir. Önce kendi tesadüflerimin hikâyesini, sonra onun tesadüflerinin hikâyesini anlatırım. Sonra bu iki hikâye birleşir ve bir tek hikâye olur. Bizim aşk hikâyemizi güçlendiren yan hikâyeler vardır bir de. Bu yan hikâyeler, pencere önündeki şeftali ağacının hikâyesidir, evdeki kedinin hikâyesidir. İnsan tek bir hikâyeden oluşmaz. İnsan birçok irili ufaklı hikâyeden oluşur. Sonunda tek bir hikâye görürüz belki. Bir insanı tanıdığımızdaysa o tek bir hikâye açılır, tanıma dediğimiz eylem, o hikâyelerin katman katman keşfedilme halidir. Goethe, “İnsan yalnızca başka bir insanda tanır kendini”, der. Bunun daha derin anlamı, bir insan bir başkasını tanırken kendi katmanlarında yer alan hikâyeleri de keşfeder. Bu nihai olarak oluşturacağın benliğinin hikâyesidir.
Aslında tüm bu felsefi derinlikten çıkıp, romanda görünen tarafa geldiğimizde; Ali’nin ve Verda’nın bir aşk hikâyesi var ama her iki karakterin de ayrı ayrı bir hikâyesi var. Bu ayrı ayrı hikâyelerin de oluşması için hikâyeler var. Aslında roman bir hikâyeler bütünü ama tek bir hikâye. Bu açıdan insan hayatına çok benzer şekilde romandaki karakterlerin bir hikâyesi var.
TedX konuşmanda da hikayelerin insanlık için öneminden ve etki gücünden bahsediyorsun. Gerçekten hepimiz bir hikayenin parçası mıyız peki sence?
Evet, hepimiz bir hikâyenin kahramanı aynı zamanda parçasıyız. Hikâyeler ister sokakta olsun, ister bir okulda, isterse şirkette bizi birbirimize bağlayan, birbirimizi anlamaya yarayan tek şeydir. Hikâyeler insanların aralarında duygusal bağlar kurarlar. Beyne değil, kalbe dokunurlar. Bugün ihtiyacımız olan tek şey birbirimizin kalplerine dokunmak.
Kırlangıç Dönümü bir “aşk romanı” olarak görülebilir sanırım. Ama Ali’ninki “farklı” bir aşk. Bir anlamda çarpılmak gibi. Aşk’ı, Alain Badiou’nun “hakikatler etiği” çerçevesinde düşünürsek; sanat, bilim ve politika gibi bir “hakikat usulü” olarak mı görüyorsun?
Bence güzel tarif ettin. Zaten oradaki aşkın, bir tarafıyla metaforik de bir anlatımı var. Verda’ya olan aşk ya da Nergis ile Hüseyin arasında ya da Cafer ile Maviş arasında bir aşk var. Ama aşk, aslında tasavvufta da olan, insandaki katmanları aşıp, o en derindeki, o parlayan kora ya da o cevhere ulaşma vardır ya, aşk bunu doğrudan yapabiliyor. Bazen aşık olduğunda; koşulsuz, önyargısız ve kendini teslim ettiğinde o sufilerin, senelerce böyle dört kapıdan geçip vardığı yere sen bir anda düşüyorsun. Düşme hâli, yani hakikâtin, gerçekliğin, o sırrın içine düşme hâli de öyle kolay bir şey değil. Ali o yüzden koşuyor belki de romanda. Çünkü ne yapacağını bilemiyorsun. Kitapta yazdığım gibi, Ali koşarak aşktan kaçacağını sanıyor. Çünkü o Tanrısıyla karşılaşmış bir kul gibi. Verda’nın karşısında hissettiği şey, öyle bir hissiyat. Çünkü her şeyden arınmış, bu dünyadan vazgeçmiş ve derinliklerde bilmediğin bir yere tekabül eden bir şey var. Sanki birisi Verda’yı kalbinin içine sokuyor ve o en derindeki yere değiyor. Hâliyle ne yapacağını bilemiyor Ali ve koşmaya başlıyor.
Kırlangıç Dönümü’nün hikâyesi 6 Mart 2006’da başlıyor ve yaklaşık 6 aylık bir süreyi kapsıyor. 6 Mart’ın Deniz’lerin idam kararının onaylanması gibi simgesel bir arka planı var, bununla alâkalı olabilir mi bilmiyorum, ama neden hikâyeyi 2006 yılına taşıdın?
Ben öğrenciyken öğrenci hareketlerinde “Koordinasyon Hareketi” denilen bir dönem vardı. Ben aslında Ali’nin hikâyesini bu Koordinasyon Hareketi’ne, 96’da Meclis’te pankart açıp ceza alan öğrencilerin dönemine yerleştirmeyi düşündüm. Aslında biraz politik olarak o dönemi de anlatmak istedim. Ali’nin o dönemde okuması için de aslında 96’da ya da o civarlarda üniversiteye girmiş olması lazım. Ve üzerine atılan suçun da ortalama cezası 10 sene. Dolayısıyla hikâyenin 2006’ya taşınmasının sebebi bu. 2006’da çünkü yasada bir değişiklik oluyor ve “Şartlı Salıverme” ile çıkıyor. Dolayısıyla niyetim o Koordinasyon dönemine de değinmekti. Aslında o dönemde yer alan iyi niyetli ve dünyayı değiştirme gayesindeki ama başlarına gelmedik kalmayan insanların hikâyesini anlatmak istedim. O yüzden hikâye 2006’da geçiyor.
“Kırlangıç Dönümü”nde her bölümün başında bir epigraf ile karşılaşıyoruz. Bu alıntıları nasıl ve neye göre belirledin?
Epigrafları seçerken, bir epigraflar var görünen yazarlar, şairler, felsefeciler… Bir de kitabın içinde aslında, arada epigraflar var. Walter Benjamin vb. Bir de aslında görünmeyenler var. Aralarda, o kitabı okumuş ya da o yazarın hayranı, tutkunu olan insanların keşfedeceği şeyler. Bunların hepsi benim hayatımda önemli yer tutan yazarlar, şairler, edebiyatçılar. Ve onlara aslında bir saygı duruşu olsun istedim. Bu kitap bir açıdan benim hem görünen hayatım, hem görünmeyen hayatımın, hem beni ben yapan; kişiliğimi oluşturan, hayatımı oluşturan yazarların toplamı. Benim üzerimde çok büyük emekleri vardır, o yüzden o epigrafların olmasını istedim.
“Kırlangıç Dönümü”nde hikâyenin biraz “nostaljik” bir yanı da var. “O eski günler”de yaşayan vicdanlı insanları anlatıyor gibi. Oysa hikâye 2000’li yıllarda geçiyor. Kitabın geçmişle ilgisi ve hikâyenin güncelliği hakkında neler söyleyebilirsin?
Aslında hiç bitmeyen bir hikâye. Birkaç tane eleştirmen mesela Vedat Türkali romanlarına benzetmişti. Bir Gün Tek Başına’daki o naiflik ve iyimserlik açısından. Yeni Yüzyıl’da bir gazeteci arkadaşım, Elif Bereketli, “Tarihteki o klişelerden beslenen ama o klişelerin gücünü alarak ilerleyen bir roman” demişti. Çünkü baktığımızda Leyla ile Mecnun da, Ferhat ile Şirin, Romeo ile Julliet de farklı sınıflardan gelen bir aşk hikâyesini anlatır. Ve kavuşamayan bir aşk hikâyesi anlatırlar. Ben, evet, klişeleri kullandım. Çünkü klişeler herkese ulaşmak için gerekli olan şeyler. Ben bu kitabı yazarken, annemin de okuyabileceği bir kitap yazayım istedim, Boğaziçi’nde bir kızın da okuyabileceği bir kitap yazayım istedim. Ne bileyim, reklam ajansındaki bir metin yazarının da, bir esnafın da okuyabileceği bir kitap olsun istedim. Ama herkesin okuduğunda başka bir şey bulabilmesini de istedim. Şu ana kadar aldığım tepkiler, bunun olduğunu gösteriyor bana ve bundan da mutluyum.
Ayrıca bu hikâyeler hayatımızda hiç değişiklik göstermiyor. Bana bazen “Ali gibi bir insan var mı gerçekten?” diye soruluyor. Aslında var. Ama biz o iyiliği, naifliği kaybettik sanki. Ali gibi, Verda gibi, Hüseyin ya da Nergis gibi karakterler hayatımızda hâlâ var. Bunları neden göremiyoruz? Çünkü biz Ali gibi değiliz.
Ali naif bir karakter aynı zamanda. “Tuhaf” bir varoluşu var ve hayata bakışı ne kadar saf olsa da bir o kadar sıra dışı. Yine de romantik ve iyicil bir karakter olduğunu düşünüyorum, ama sanki “defosu eksik” gibi. Sahi, neden bu kadar “iyi” ya da “saf” bir karakter Ali?
Ali, bizim içimizdeki iyiliğin vücut bulmuş hâli. Ali bir sonuç, bir nihayet. Ali insan kimliğinin dışında da; felsefi anlamda saflığı, iyiliği ve her şeye rağmen cömertliği ve güzelliği takip eden bir figür. O yüzden de Ali’nin öyle olmasını bilerek kurguladım. Ali çünkü bir yerde şey diyor, Verda ona “Ne kadar iyisin” diyor, bizim o düşündüğümüz şey aslında Verda’nın kafasından da geçiyor. Ali, “Ya öyle deme! Babaannem derdi ki,” diyor “İyilik bile içinde kibir taşır. Ben iyiyi de bertaraf ederek hiç olmak isterim.” Ali, hiçliğe yaklaşan ve hiç olan birisi. O yüzden çok iyi, bunun bir sonraki adımı da hiç olabilmek. Ben kıymetli olanın bu olduğunu düşünüyorum. Ali, evet, görünürde bir insan, bir aşık; ama görünenin ardında aslında bir fikir. Ali bir felsefenin temsili.
Hikâyenin başlarında Ali’den sonra yandaki kafenin sahibi Başak’ı tanıdığımız için bu ikisi arasında bir ilişki kurulacak sanıyoruz. Ama sonrasında Verda çıkıyor sahneye. Ali ile Verda’nın aşkı da biraz “zengin kız, fakir oğlan” temsillerini hatırlatıyor. Neden bu iki farklı karakteri bir araya getirmeye karar verdin?
Sen de hayatına baktığında, kendine benzemeyene aşık olduğunu görürsün. İnsan, kendine benzemeyene, farklı olana yani bütünleştirici olana aşık olur. Bazen benzemeyen olarak görürsün, birlikte olmaya başladığında benzediğini farkedince ilişki biter. Kuvvetli ve tutkulu bir aşk olduğunda, yine tarihte de Ying-Yang gibi, Karma gibi birbirinden çok farklı iki varlığın içiçe geçmesinden oluşur. Ali ile Verda aslında öyleler. Birbirlerinin hayatlarından çok farklı ama temelde, çok derinliklerinde benzerler. Ama bu ikisi bir araya geldiğinde, birleştiren şey de o derinlikleri oluyor, içlerinde yatan o kor ateş oluyor. Ve bunun üzerinden birleşiyorlar.
Kırlangıç Dönümü’nde Ali ne kadar saf, temiz ve Verda ile ilişkileri ne kadar sevgi dolu olsa da; hikâyenin hapis, işkence, yarı yolda bırakılma, aldatılma gibi karanlık bir tarafı da var. Bu anlamda Ali ile Verda arasındaki aşkın, “bu kirli dünyada saf kalma mücadelesi” olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bence kesinlikle öyle. Bu kirli dünyada temiz kalabilmenin, iyi hissedebilmenin ve insanlara umut verebilmenin tek koşulunun aşk olduğunu düşünüyorum. Çünkü seven ve sevilen bir başkasına kötülük yapılamayacağına inanıyorum.
Bunca kötülüğün arasında senin hayata tutunduğun şey sevgi oluyor. Bugün bu kötü dediğimiz insanların ben hiç sevilmediklerini düşünüyorum, hiç aşık olmadıklarını düşünüyorum. Çünkü aşık olsalardı, birisini gerçekten sevselerdi, böyle başkasına kötülük yapamazlardı. Yani bu sadece bir insan da olmayabilir, hayvanları da sevselerdi, ilahi bir gücü de gerçekten sevselerdi bu kadar kötülük yapamazlardı. Bizi bu bataklıktan çıkaracak tek şey sevgi. Yani başka bir dünya, ancak başka bir aşkla mümkün.
Bana öyle geliyor ki, hikâyedeki kırılma anları bir anlamda “Kırlangıç Dönümü” gibi sert ve keskin. Özellikle sonlara doğru yaralı bir kırlangıç gibi, ani ve dramatik değişimler söz konusu. İsmi bunu ima etmek için mi tercih ettin?
Romanın ismi başkaydı aslında. Ben üç sene boyunca başka isimle yazdım romanı. Ben hep o isimle yazdım, sonra editörüm sevgili Levent Cantek’e gönderdim. Ama romanın ilk ismi, romanın sonunu deşifre ediyordu. O yüzden de iyi bir isimdi, ama haklı bir eleştiri olunca ben de kabul ettim. “Kırlangıç Dönümü” ismi önerisi Levent Cantek’ten geldi. Benim için de aslında romanı anlatan, makul bir isimdi. Öte yandan Ali’nin origami ile Verda’ya kırlangıçlar yapması, romanda ara ara kırlangıçları görmemiz açısından bütünleştirici de oldu bu isim.
Yine Karahindiba’da geçen bir cümle var: “Her yazarın en iyi hikayesi kendi hayatıdır.” Yazar ile kurmaca metni özdeşleştirmek yersiz ama merak ediyorum, bu cümle senin için geçerli mi?
Bu nereden baktığına bağlı. Benim sıradan hayatımı çok iyi bir romancının eline versen, müthiş bir hikâye çıkar belki de. Bence herkesin hikâyesi en iyi hikâyedir. Belki de sen bir yazarın yazdığı bir kahramansın. Ve nereye gideceğini, ne yapacağını, nasıl aşık olacağını, neler yaşayacağını o biliyor. Ama sen karakter olarak bilmiyorsun. Bazen sen de onu yönlendiriyorsun. Her şey içiçe geçmiş bir vaziyette de olabilir. Buralar çok tehlikeli…