Görsel: Le Blanc Seing (Tr. Açık İmza), René Magritte, 1965.
Umberto Eco çağımızın en önemli edebiyatçılarından birisi. Benim içinse önemi yazdığı kurmaca metinlerden ziyade, kurmaca üzerine yazdığı metinlerden geliyor. Blogda daha önce “Genç Bir Romancının İtirafları” kitabı ile ilgili bir yazı ve aynı kitaptan “Kurmaca ve Gerçek: Anna Karenina’ya Ağlamak” adlı bir bölümü yayınlamıştım. Ayrıca geçen yıl askre gitmeden önce veda yazım da yine Eco ile Jean-Paul Carriére’in ortak bir kitabı üzerineydi: “Kitaplardan (Ve Filmlerden) Kurtulabileceğinizi Sanmayın“. Eco’nun kurmaca edebiyat üzerine yazdıklarını fazlasıyla önemsiyorum, her iyi okur için de böyle olması gerekiyor zaten. Bu yazıya konu olan Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti [1] kitabında Harvard Üniversitesi bünyesinde gerçekleştirilen Norton Seminerleri notlarını bizimle paylaşıyor yazar. Norton Seminerleri’ni Türkiyeli okuyucular Orhan Pamuk’un Saf ve Düşünceli Romancı kitabından da hatırlayacaklardır. Daha önce T.S. Eliot, Jorge Luis Borges ve E.E. Cummings gibi yazarların da verdiği bu konferansların 1992-1993 programı Eco’ya emanet edilmiş. İşte söz konusu kitap, bu altı konferansın notlarından oluşuyor. “Anlatı”sına kendisinden sekiz yıl önce bu konferansları verme davetini alan bir başka İtalyan yazarı, Italo Calvino’yu anarak başlıyor Eco. Ne hazindir ki Calvino bu konferansların sonuncusunu tamamlayamadan, aramızdan ayrılıyor[2].
Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti‘de kurmaca anlatı ile orman arasında bir “eğretileme” kuruyor Eco. Borges’in bir metnine dayanarak edebi anlatıları bir tür “yolları çatallanan bahçe” olarak görebileceğimizi söyledikten sonra, “orman”a her okurun farklı yollardan girebileceğini, farklı şekillerde ormanı keşfedebileceğini ve orada vakit geçireceğini belirterek devam ediyor. “Örnek okur” ve “örnek yazar” kavramlarından hareketle yazarın metinle, metnin okurla kurduğu ilişkiyi bir “işbirliği” olarak tanımlıyor Eco. Her bir metnin farklı bir “örnek okur”u olduğu ve aralarındaki ilişkinin sabitlenemeyeceği uyarısı ise aklımızın bir köşesine yazmamız gereken notlardan birisi. Bu konuda şöyle diyor Eco: “yalnızca James Joyce’un Finnegans Wake’i için değil, tren tarifesi için de örnek bir okur vardır ve metin bu okurların her birinden farklı bir tür işbirliği bekler.” (Sf. 24). Okur olarak bir kurmaca metni nasıl yorumlama(ma)mız gerektiği hakkında söyledikleri de kulağımıza küpe olması gerekenlerden: “Bir ormanda dolaşırken, benim yaşamla ilgili, geçmiş ve gelecekle ilgili dersler çıkarmak için her deneyimi, her keşfi kullanmam doğaldır. Ancak orman herkes için kurulmuş olduğundan, orada yalnızca beni ilgilendiren olaylar ve duygular aramamalıyım. Aksi takdirde (…) metni yorumlamış değil, kullanmış olurum.” (Sf. 16). Umberto Eco’nun, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti denemelerini aslında dört ana sorunsal çevresinde kurguladığını söyleyebiliriz. Kurmaca ile ilişkimizi temelden belirleyen bu sorulara Eco’nun verdiği yanıtlar üzerinde her okurun düşünmesi ve Eco’nun önermelerinden yola çıkarak kendi yanıtlarını bulması gerekiyor.
Kurmaca metinleri neden okuruz?
Neden kurmaca metinleri okumaya ihtiyaç duyarız? Neden Raskolnikov’un yaşadığı iç sorgulamayı kendimize mal ederiz? Neden Anna Karenina’nın kendini bir trenin önüne atması bizi bu kadar etkiler? Eğer kurmaca metinleri okurken bu soruları kendimize hiç sormadıysak, kurmaca ile kurduğumuz ilişkide bir eksik var demektir. Dünyada yapılacak onca şey ve bolca “gerçek” varken, neden hiç bir zaman olmamış ve olmayacak bir hikâyeyi, yahut bir karakterin dramını okumak isteyelim? Yaşam bunca karmaşık ve bunaltıcıyken, neden edebiyatta nefes almayı tercih edelim? Eco bu soruya şöyle yanıt veriyor: “Başka, çok önemli estetik nedenlerin ötesinde, romanları şu nedenle okuduğumuzu düşünüyorum: Romanlar bize doğruluk kavramının tartışmaya açılamayacağı bir dünyada yaşamanın getirdiği rahatlatıcı duyguyu veriyor, oysa gerçek dünya çok daha yanıltıcı bir yer gibi görünüyor.” (Sf. 104).
Bazı edebi metinlerin karmaşıklığından, grift yapısından zor okunur olmasından yahut müthiş zorlayıcı kurgusundan yakınanlar olur kimi zaman. Mesela Joyce’un Ulysses‘inin zorlayıcı bir metin olduğu söylenir sık sık, ya da Proust’un “geçmiş zamanı” neden binlerce sayfada anlattığı sorgulanır? Öte yandan kolay okunur ve iyi-kötü, doğru-yanlış ayrımlarının kolayca yapıldığı, tüm sorunların çözüldüğü, tüm gizemlerin aydınlandığı romanlar çok okunur ve çok sevilir. Eco bu konuda çok önemli bir tespitte bulunarak aslında hayatın en az Ulysses kadar karışık ve anlaşılmaz olduğunu, ancak bizim onu ısrarlı bir çabayla Alexandre Dumas’nın Üç Silahşörler romanı gibi okumaya çalıştığımızı belirtiyor. Yani hayatı basitleştirerek, iyiler-kötüler diye ayırarak, belli bir anlam ve mânâ varmış gibi yaparak yaşamamızdan bahsediyor. Oysa hayatın karmaşık, eğer varsa amacı anlaşılmaz, belli bir yöne doğru akmayan, sağlam bir kurgudan yoksun ve gereksiz ayrıntılarla dolu olduğunu anlayabilirsek, kurmaca metinlere de neden ihtiyaç duymak zorunda olduğumuz çıkacak ortaya.
Kurmaca metinleri okumak kimilerine göre bir zaman kaybı olarak görülür. Gerçekler varken yalanlara neden muhtaç olalım, öyle değil mi? Bu yüzden kitaplar “bir solukta okunuyor”, “elinizden bırakamayacaksınız”, “bu kitabı okuduktan sonra eskisi gibi olmayacaksınız” gibi reklam sloganları ile pazarlanır. Oysa hızlı ve kolay okunsun, ya da en azından bana somut bir fayda sağlasın diyerek kurmacaya yaklaşmak, en hafif tabir ile faydacılıktır. Bir kitabı hızlıca okuyup bir kenara attıktan sonra aklınızdan kolayca çıkarabiliyorsanız, o kitabı hiç okumamış birinden farkınız olmaz. Bir romanı sindire sindire okumak, sanırım Dostoyevski ve Proust gibi yazarların bize kazandırdığı temel yeteneklerden birisi. Nietzsche’nin ortaya attığı “yavaş-okuma” kavramı, okurun kurmaca ile nasıl ilişki kurması gerektiğini de gösteriyor bana kalırsa. Eco, anlatı ile orman arasındaki eğretilemesine devam ederek, bir kurmaca metni neden okuduğumuzu, neden kurmaca metinleri okumanın vakit kaybı olmadığını şöyle özetliyor kitapta: “Ormana gezmek için gidilir. Bir kurttan ya da bir gulyabaniden kaçma telaşı içinde değilseniz, ormanda oyalanmaktan, ağaçların arasından süzülerek ağaçsız alanlar üzerinde gölgeler oluşturan ışığı gözlemekten, karayosunlarını, mantarları, ağaçların çevresindeki bitki ve çiçekleri incelemekten zevk alırsınız. Oyalanmak, vakit kaybetmek anlamına gelmez; çoğu zaman, bir karar almadan önce düşünmek amacıyla oyalanır insan.” (Sf. 59).
Bir “orman” nasıl okunur?
Kurmaca metinleri neden okuduğumuz kadar nasıl okuduğumuz da önemli elbette. Bir önceki bölümde değindiğim gibi kurmacaya yaklaşımda “vakit kaybetmek”ten ziyade “vakit geçirmek” yahut “vakti değerlendirmek”ten bahsedilebilir. Bir metni nasıl okuyacağımız, yahut metnin nasıl bir “örnek okur”u olacağımızı ancak metnin yapısı ve iç dinamikleri belirleyebilir. Eco’nun bahsettiği gibi bir tren tarifesini okumak ile Ulysses‘i okumak arasında fark vardır. Kurmaca bir edebi metinin nasıl okunacağı konusunda yazarlar farklı iddialar ortaya atarlar. Barthes, okumanın ancak bir “yeniden-okuma” olabileceğini söyler, Calvino klasikleri genelde “okumayız, yeniden okuruz” düşüncesindedir. Bazı eleştirmenler, bir metin üzerinde düşünmek ve onun üzerine söz edebilmenin ancak bir “ikinci okuma” sonrası imkanlı olacağını ileri sürer. Eco da kurmacaya nasıl yaklaşılabileceği, örnek okur ve örnek yazar arasında metin üzerinden nasıl bir ilişki kurulabileceği konusunda önemli tespitlerde bulunur kitapta. “Bir ormanda dolaşmanın iki yolu vardır” Eco’ya göre. “İlkinde, bir ya da daha fazla yolu denersiniz; ikincisinde, ormanın yapısını ve neden bazı patikalara girilip, diğerlerine girilemediğini anlamaya çalışırsınız. Aynı şekilde, bir anlatı metnini kat etmenin iki yolu vardır. Metin, her şeyden önce haklı olarak öykünün nasıl sona ereceğini bilmek isteyen birinci düzey bir okura yöneliktir. Ancak metin, okuduğu metnin kendisinden nasıl bir okur olmasını istediğini kendine soran ve kendisine adım adım gideceği yolu gösteren örnek yazarın nasıl ilerlediğini keşfetmek isteyen ikinci düzey bir örnek okura da yöneliktir. Öykünün nasıl sona erdiğini bilmek için, genellikle bir kez okumak yeterlidir. Örnek yazarı tanımak için birçok kez okumak gerekir, belli öyküleri ise sonsuza dek okumak. Örnek okur ancak örnek yazarı keşfettiğinde ve O’nun kendisinden istediklerini anladığında (ya da yalnızca anlamaya başladığında), tam anlamıyla örnek okur haline gelecektir.” (Sf. 34).
Kurmaca bize ne yapar?
Freud’dan bu yana sanat, yaratıcı zeka ve oyun kavramları arasında sıkı bir bağ kurulur. Bu açıdan bakıldığında kurmaca metinleri okumak, hayatın imkanlarının provasıdır. Kurmaca metinleri okuyarak, hiç bilmediğimiz ve belki de hiçbir zaman yaşamayacağımız hayatları yaşarız. Kurmaca anlatı karşısında okurun yaşadığı deneyimi en iyi ifade eden sözcüklerden biri, “büyülenme”dir. Buradan hareketle, kurmacanın bize esas olarak ne yaptığına Eco’nun ifadeleriyle bakalım: “kurmaca anlatıların bizi neden bu kadar büyülediğini anlamak kolaydır. Gerek dünyayı algılamak, gerek geçmişi yeniden kurmak için yararlandığımız o sınırsız yeteneği kullanma olanağı sunmaktadır bize. Daha önce de belirttiğim gibi, çocuk oyun oynayarak yaşamayı öğrenir, çünkü yetişkin bir insan olarak içinde bulunacağı durumları taklit etmektedir. Biz yetişkinler de kurmaca anlatılar aracılığıyla gerek şimdinin gerek geçmişin deneyimine biçim verme yeteneğimizi geliştiriyoruz.” (Sf. 149).
Kurmaca karakterlerle birlikte bilmediğimiz denizlere açılır, korktuğumuz canavarlarla savaşır, çıkış yollarını arar ve hiç olmadığımız insanlar oluruz. Bu söylediklerimin salt “fantastik edebiyat”a özgü olduğu düşünülmemeli. Nasıl İnce Memed ile haksız dünyaya isyan edip alıp başımızı dağlara çıkıyorsak, Memleketimden İnsan Manzaraları‘nı nasıl bir tren kompartımanından izliyormuş gibiysek, Huzur‘da Mümtaz ile birlikte nasıl iç huzursuzluğumuzu derinden hissediyorsak, Tutunamayanlar‘dan biri olduğumuzu tutunamanın ne demek olduğunu anlıyor, alıp başımızı gitme isteğini ya da Yeni Hayat‘da olduğu gibi yolculuklara çıkma hevesini duyuyor, Raif Efendi ile İkinci Dünya Savaşı öncesi Berlininde Yahudi bir kadına, Maria Puder‘e aşık da olabiliriz. Hem Raif Efendi‘nin hikâyesinin, İkinci Dünya Savaşı öncesi Berlini’nde yaşayan “gerçek” bir insanın hayat hikâyesinden daha az “gerçek” olduğunu kim söyleyebilir ki? Kurmaca metinler, bireylerin iç dünyalarını, onların kişiliklerini, zihinlerinden geçen düşüncelerini, eylemlerini gerçek hayatta olmadığı kadar sarih bir şekilde ortaya koyabildikleri için edebi ve ebedi olurlar. Anlayacağınız, biz aslında insanları anlamak için romanları okuruz. Umberto Eco’nun yazdıklarını da bu açıdan okuyabiliriz: “bir anlatı ormanında gezinmek, oyunun çocuk için gördüğü işlevi görür. Çocuklar oyuncak bebeklerle, tahtadan atlarla ya da uçurtmalarla, fiziksel yasaları ve bir gün ciddi olarak yerine getirecekleri eylemleri daha yakından tanımak için oynarlar. Aynı şekilde anlatılar okumak, gerçek dünyada gerçekleşmiş, gerçekleşmekte ve gerçekleşecek olan uçsuz bucaksız şeylere bir anlam vermeyi öğrendiğimiz bir oyun oynamak demektir. Romanlar okuyarak, gerçek dünyayla ilgili bir şeyler söylemeye çalıştığımız an bizi kuşatan o kaygıdan kurtulmuş oluruz.
Anlatının tedavi edici işlevi ve insanların insanlığın başlangıcından bu yana öyküler anlatmalarının nedeni budur. Bu, aynı zamanda mitlerin de işlevidir: Deneyimin düzensizliğine biçim vermek.” (Sf. 100)
“Neden dünyanın kendisini bir romanmış gibi okumayı denemeyelim?”
Gerçek ve kurmaca ile bir okur olarak kurduğumuz ilişki üzerine Eco’nun daha önce değindiğim Ulysses ve Üç Silahşörler karşılaştırması çok önemli ipuçları barındırıyor. Eco biz, yaşayanların aslında Ulysses romanına benzeyen yaşamı, Üç Silahşörler romanı gibi okumaya daha yatkın ve daha istekli olduğumuzu söylüyor. Tabi, bu ilişki burada üç beş cümle kurarak çözebileceğimiz ve sırlarını bize açacak kadar basit değil. Gerçek ile kurmaca arasındaki bu karmaşık ilişki durumunu yine Eco’nun sözleriyle ele alalım: “Eğer anlatı dünyaları böylesine rahatsa, neden dünyanın kendisini bir romanmış gibi okumayı denemeyelim? Ya da, eğer kurmaca anlatı dünyaları böylesine küçük ve aldatıcı bir biçimde rahatsa, neden tıpkı gerçek dünya gibi karmaşık, çelişkili ve kışkırtıcı anlatı dünyaları kurmaya çalışmayalım?” (Sf. 133). Elbette bu sözleri ederken, edebiyatı bir “kaçış” olarak görenlerden ayrılıyor Eco. “Kolay okunan” romanlar yerine neden “zor okunan, zor anlaşılan” romanları okumamız gerektiğini gösteriyor bir açıdan.
“Neden dünyanın kendisini bir romanmış gibi okumayı denemeyelim?” diye sorarken; aslında hayatın ve edebiyatın, kurmacanın ve gerçeğin nasıl iç içe geçmek zorunda olduğunu, aslında kitaplardan hayatı okuduğumuzu anlamamızı istiyor. Okumak üzere seçtiğiniz kitapları bir düşünün, dünyada olan tüm kitaplar arasından neden “bazıları”nı seçersiniz? Neden kitaplar elden ele dolaşır? Ve neden iyi arkadaşlar, birbirlerine mutlaka bazı kitapları okumaları gerektiğini söyler durur? Neden sevdiğimiz yazarlar ve sevdiğimiz kitapların bir listesini çıkarmaya çalışırız? Çünkü kitaplar arkadaştır ve arkadaşlar iyidir. “Ancak, anlatısal etkinlik günlük yaşamımıza böylesine sıkı sıkıya bağlıysa, yaşamı kurmaca gibi yorumluyor ve gerçekliği yorumlarken ona kurmaca öğeler katıyor olamaz mıyız?“” diye soruyor Eco (Sf. 149). Gerçekten kurmacayı gerçek-miş gibi okuyorsak, gerçekleri de kurmaca gibi okuyor olabilir miyiz? Mesela hayatımızda iyi ve kötü karakterlerin olduğunu, iyilerin kahraman, kötülerin şeytan olduğunu düşünüyor olabilir miyiz? Yahut kendimizi kurmaca bir anlatının baş karakteri gibi hissettiğimiz olur mu? Günlük hayatın sıradanlığı içerisinde sanki bir “göz” bizi izliyor-muş gibi hisseder miyiz? Bazı mekanlardan geçip giderken, burada geçen romanların kahramanları gibi hisseder miyiz kendimizi? Kitaplardaki gibi düzgün ve bir amaca hizmet eden cümleler kurmaya özenir miyiz? Bazen, yaşadıklarımızı kurmacaymış gibi hikâye eder miyiz çevremizdekilere? Tüm bunları elbette yaparız! Öyle değil mi?
Son sözü yine Eco’ya bırakalım en iyisi, dünyada olma ve edebiyata sarılma halimizi onun sözlerinden tercüme edelim: “Her ne olursa olsun, kurmaca yapıtlar okumaktan vazgeçmeyeceğiz, çünkü onlarda yaşamımıza bir anlam verecek formülü aramaktayız. Sonuçta, yaşamımız süresince, bize neden dünyaya geldiğimizi ve yaşadığımızı söyleyecek bir ilk öykünün arayışı içindeyiz.” (Sf. 157). İşte bu yüzden belki de, yaşarken kurmaca anlatılara mecburuz, bilemezsiniz.
*
[1]Metinde sayfa numarası ile verilen alıntılar için bkz. Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, Can Yayınları, 2.Basım: Ekim 1995. İtalyancadan Çeviren: Kemal Atakay.
[2] Meraklısı için Calvino’nun söz konusu konferans metinlerinin de YKY tarafından “Amerika Dersleri” adıyla yayınlandığını belirtelim.