Benim Kitaplarım, Edebiyat, Sevdiğim Yazarlar, Türkiye Edebiyatı
Comments 3

Kürk Mantolu Sabahattin Ali

Görsel: Madonna delle Arpie, Andrea del Sarto, 1517. (Kitapta Kürk Mantolu Madonna tablosundaki kadının yüz ifadesinin bu tablodaki Meryem Ana tasvirine benzediği belirtilir.)

Sabahattin Ali gerek yaşamı, gerek yapıtları ve gerekse ölümü ile Türk Edebiyatı ve Türkçe yazarlığın simge isimlerinden birisidir[1]. Hemen her türde eser verir. Edebiyatımızda modern anlamda öykücülüğün, Sait Faik ile birlikte kurucu figürlerindendir. Kuyucaklı Yusuf romanı ile bir devri kapatıp, yeni bir romancılığın ilk örneğini verir[2]. İflah olmaz bir muhaliftir, özellikle Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin ile birlikte çıkardıkları Marko Paşa dergisindeki yazıları sebebiyle yılları mahkemelerde geçer, kısa yaşamı boyunca üç kez hapse girer. Ve sonunda “faili meçhul” bir cinayete kurban gidip kalleşçe öldürüldüğünde henüz kırk bir yaşındadır.

İçerisinde yer aldığım 80 ve sonrasında doğan genç kuşak, Sabahattin Ali’yi önce öyküleri, şiirlerinden bestelenen şarkılar ve ders kitaplarından hatırladıkları Kuyucaklı Yusuf romanı ile tanıdı. 2000’li yıllarda ise bir “edebiyat fenomeni” haline gelen Kürk Mantolu Madonna girdi hepimizin hayatına. Kitabın bu “önlenemez yükselişi” karşısında, Murat Gülsoy’un dediği gibi “[ş]imdilerde herkes birbirine aynı soruyu soruyor: Neden Kürk Mantolu Madonna en çok okunan kitaplar listesinden inmiyor diye…[3]. Gülsoy, yazısında bu sorunun cevabının kitabın edebi niteliğinde olduğunu düşünerek, aslında “[b]unca önemli bir roman neden bu kadar geç keşfedildi” diye sormamız gerektiğini söylüyor ve metne odaklanıyordu. Bense cevabın, –romanın edebi niteliğini göz ardı etmeden–, okur ile roman arasındaki ilişkide aranabileceğini düşünüyorum.

Kürk Mantolu Madonna’nın –biraz gecikmeli olarak– “dönem ruhu”na fazlasıyla uygun olduğunu ileri sürebiliriz. Şüphesiz bugün, yazıldığı koşullardan ve bağlamdan farklı bir şekilde okunuyor bu roman. İletişim teknolojilerinin getirdiği imkanlarla birlikte dünya ile daha entegre, yabancı dil bilen, farklı kültürlerden ve ülkelerden arkadaşlar edinen, bohem kent hayatına (özellikle son zamanlarda Berlin’e) meraklı genç kuşağın; Gezi Direnişi’ndeki bir yazılamada gördüğümüz üzere “Maria Puder’in Askerleriyiz!” diyebilecek kadar kendisini Kürk Mantolu Madonna ve kitaptaki karakterlerle özdeşleştirmesine ve de bugün çoğunlukla gençlik ya da aşk romanı olarak okunulan bu kitabı bir “kült”e dönüştürmesine şaşmamak gerekiyor belki de.

GeziYazılama

Hepimiz Raif Efendi’yiz!

Romanın ilk cümlesiyle birlikte anlatıcı, bizi Raif Efendi’yle tanıştırır: “Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır. Aradan aylar geçtiği halde bir türlü bu tesirden kurtulamadım”. Bu açılış cümlesi, aslında metnin üçte birlik bölümünde kullanılan o-anlatıcı bakış açısı sayesinde, okurun da Raif Efendi ile kurduğu ilişkiyi belirleyen bir cümledir. Gittikçe romanın anlatıcısı gibi, biz okurlar da Raif Efendi’ye doğru çekildiğimizi hatta onunla özdeşleştiğimizi duyumsarız. Çünkü anlatıcımız gibi biz de Raif Efendi’nin sonunda bulunduğu bu yolun, daha başlarında olduğumuzu hissederiz. Anlatıcımız gibi biz de insanları öğrenmek, bilhassa insanların Raif Efendi’ye –sessiz ve içine kapanık olmasına rağmen, tuhaf bir şekilde ilgiye şâyan olan bu adama– ne yaptıklarını bilmek isteriz. Sonunda, ölümün kıyısında olduğunu sezen Raif Efendi dikkatle sakladığı defterini, “Oku, göreceksin!” diyerek anlatıcıya verince; bu kez hikâyenin bakış açısı ben-anlatıcı tekniği ile Raif Efendi’ye geçer. Artık, “hepimiz Raif Efendi’yiz!”dir.

20 Haziran 1933 tarihi ile başlayan ve romanın ikinci bölümü olarak görülebilecek defterin ilk satırları şöyledir: “Dün başımdan garip bir hadise geçti ve bana on sene evvelki başka birtakım hadiseleri yeniden yaşattı”. Raif Efendi hem kişiliğini, hem de yaşadığı “macera”yı ortaya döker bu defterde. Kimdir –bizim gördüğümüz, ya da altını çizdiğimiz– Raif Efendi? Hakkında ilk öğrendiklerimizden birisi resme yetenekli olduğudur. O dönemde, biraz da zoraki olarak, Güzel Sanatlar Akademisi’ne kayıt olur, ancak okula pek gidip gelmez. En büyük zevki “hülyalara dalmaktı[r]”. Aslında “kız olarak doğacakmış”tır da yanlışlıkla erkek olmuş gibidir. Bu kadın-erkek, yahut kadınsı-erkeksi ikiliği metnin ilerleyen kısımlarında, bu kez Maria Puder söz konusu olduğunda tekrar karşımıza çıkar[4]. Raif Efendi; Don Kişot gibi okuduğu romanlardan etkilenip, kendini oradaki kahramanlarla özdeşleştiren, her okuduğu şeyin tesiri altında kalan, zaman zaman kendisi de bir şeyler yazmaya çalışan yarı saf, yarı romantik yirmili yaşlarda bir delikanlıdır. Yani Raif Efendi aslında bir anlamda “bohem” ya da “modern” ve hatta “cool” sayılabilecek, “hep genç kalacak” bir karakterdir. Öyle sanıyorum ki, bizim kuşağımız için Raif Efendi bir Don Kişot olduğu kadar, bir Genç Werther, bir Aylak Adam, biraz Huzursuz Mümtaz, bir Tutunamayan ve bir Yabancı’dır da aynı zamanda.

Maria Puder’i Sevmek Zamanı

Raif Efendi, babasının teşvikiyle gittiği Almanya’da geçirdiği bir yılın ardından, belki aradığını bulamaz, belki de ne bulacağını bilemez vaziyetteyken, bir sergide tesadüfen rasgeldiği “kürk mantolu bir kadın portresinin önünde, mıhlanmış gibi” durur ve olduğu yerden ayrılamaz. “Bu portrede ne vardı[r]?”. “[O] zamana kadar hiçbir kadında görme[diği] garip, biraz vahşi, biraz mağrur ve çok kuvvetli bir ifade”. “Onda Halit Ziya’nın Nihal’inden, Vecihi Bey’in Mehcure’sinden, Şövalye Büridan’ın sevgilisinden ve tarih kitaplarında oku[duğu] Kleopatra’dan, hatta mevlit dinlerken tasavvur et[tiği], Muhammed’in annesi Âmine Hatun’dan birer parça vardı[r]”. Gidip günlerce tekrar tekrar baktığı bu otoportredeki kadın, “yarı şaka bir ifade ile bu ‘Kürk Mantolu Madonna’”, bir gün tekrar karşılaşacağı, ama ilk karşılaşmasında o olduğunu anlamayacağı Maria Puder’dir[5].

Bu karşılaşmayla birlikte, hayatı boyunca insanlardan kaçan Raif Efendi, aslında tek bir insanı aradığını fark eder. Ama Maria Puder karşısında da şüphelerden, vehimlerden ve gel-git ruh halinden kurtulamaz bir türlü. Gördüğü bu tablo, “aslını görmek kudretini gözleri[n]den alacak kadar” sarsar Raif Efendi’yi. Murat Gülsoy’un andığım yazısında da değindiği üzere, “surete aşık olma” teması, özellikle biz genç okurlar için, Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı filminden fena halde tanıdıktır. Burada bize hâs bir aşka bakış söz konusudur. Esasen –bir anlamda da cinsiyetçi olan– bu bakış, kadını idealize eden, adeta bir mite, bir hayal figürüne dönüştüren erkeğin bakışıdır. Aslında hiç bulunamayacak olan hayali aşkın aranışıdır. Bu sebeple Raif Efendi, ilk konuşmalarında Maria Puder’in resimdeki kadın olduğunu anlamaz. Sevmek Zamanı’ndaki Halil’in Meral’e “ben sana değil, resmine aşık oldum” demesine benzer bir yan vardır bu tutumda.

Ne var ki Maria Puder, edebiyatımızda daha önce pek benzerini görmediğimiz kadar güçlü ve özgür bir kadın karakterdir[6]. Kendi sözleriyle, “garip bir kadın”dır, kendi kişiliğinden ödün vermez, “kimseye minnettar olmak, kimsenin dostluğunu, lütfunu” istemez. Raif Efendi’nin, kendisinden hiçbir şey istemeyeceğine dair söz vermesini isterken, bunun nedenini de şöyle açıklar: “Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar nefret ediyorum biliyor musunuz? Sırf böyle en tabii haklarıymış gibi, insandan birçok şeyler istedikleri için…”. “Küstahça erkek gururundan” da nefret ettiğini eklemeden edemez. Dolayısıyla burada salt bir cinsiyetçi bakıştan hayli uzak olduğumuzu hissederiz. Maria Puder de en az Raif Efendi kadar “nev-i şahsına münhasır” ve güçlü, aynı zamanda “modern” bir karakterdir.

Genç kuşağın erkekleri kendilerini Raif Efendi’ye yakın hissedip, Maria Puder’e ne kadar hayran oluyorlarsa; genç kadınları da Maria Puder’de kendilerinden bir parça bulup, Raif Efendi’ye sempati ile yaklaşıyorlar sanıyorum ki. Bu genç kuşak Kürk Mantolu Madonna romanını biraz Sabahattin Ali, biraz Raif Efendi, biraz da Maria Puder olarak okurken, ilk yayınlanışının üzerinden aşağı yukarı yetmiş yıl gibi bir süre geçmesine rağmen, kitapla aralarında garip bir ruh birliği olduğunu, biraz hayretle belki biraz da hayranlıkla keşfediyor. Raif Efendi’nin Maria Puder için sarf ettiği “bana bir ruhum olduğunu öğretmişti” sözlerini, aslında bu romanın herhangi bir okuru da Sabahattin Ali ya da Kürk Mantolu Madonna romanı için dile getirebilir pekâlâ.

Gençliğin yarım kalmış aşkları gibi Kürk Mantolu Madonna da okuduktan sonra aklımıza yapışıyor sanki. Romanın son sayfalarında sıklıkla geçen “Bunun böyle olmaması lazımdı” sözlerinin altını çizmek fayda etmiyor. Bir yanımız Raif Efendi ile Maria Puder arasındaki ilişki için “bunun böyle olmaması lazımdı” derken, öte yanımız Kürk Mantolu Madonna romanı için “bunun tam da böyle olması lazımdı” diye düşünüyor çünkü. İçimizde yarım kalmış bir aşkın hüznü ile, bitmiş bir romanın son sayfasına bakakalıyoruz.

Not: Bu yazım, daha önce Peyniraltı Edebiyatı dergisinin Haziran 2015 tarihli 26. sayısında yayınlanmıştır. Gerekli gördüğüm bazı değişikliklerle birlikte, yazıyı düzenleyip buradan paylaşmayı uygun gördüm.

DİPNOTLAR

[1] Sabahattin Ali’nin yaşamı ve yapıtları ile ilgili olarak pek çok kaynak var. Notos dergisinin hazırladığı “Geçmişten Günümüze Uzanan Köprü – Sabahattin Ali” dosyası meraklı okurlar için iyi bir başlangıç noktası olabilir. Bkz, Notos, Nisan-Mayıs 2013, Sayı: 39.

[2] Berna Moran, Türk romanını üç döneme ayırarak inceler. İlk kitabında Tanzimat devri ile başlayan Türk romanında Batılılaşmayı Ahmet Mithat’tan, Ahmet Hamdi Tanpınar’a kadar romancılarımızın temel izleği olarak görür. Toplumsal sorunların ele alınmaya başlandığı, Moran’ın ifadesiyle “Anadolu Romanları” ise 1937 yılında yayınlanan Kuyucaklı Yusuf romanı ile başlar. Detaylı bilgi için bkz. “Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış”, Berna Moran, İletişim Yayınları.

[3] Bkz. “Yalnızlıkların itirafı: Kürk Mantolu Madonna”, Murat Gülsoy, K24. Yazının tamamını okumak için: http://bit.ly/mglsy

[4] Bir roman kahramanı olarak Raif Efendi, andığım yazısında Murat Gülsoy’un hakkıyla değindiği gibi, aslında Felatun Bey ile Râkım Efendi ile başlayan ve Tanzimat döneminin ana sorunu olan Batılılaşma teması etrafında örülen romanlardaki “alafranga” ve “alaturka” karakter ikiliğini de alaşağı eder. Bilhassa Peyami Safa romanlarında, Doğu ve Batı’yı simgeleyen iki erkek arasında kalan kadın karakter üzerinden çizilen olay örgülerine inat, Batılı bir mizacı içinde taşıyan Raif Efendi ile Doğu’lu bir mizacı da içinde barındıran Maria Puder’in aralarındaki ilişkinin, Doğu-Batı çatışmasını tersyüz ettiğini de iddia edemez miyiz?

[5] Kürk Mantolu Madonna romanının otobiyografik özellikler içerdiği bilinir. 1928-1930 yılları arasında devlet bursuyla Berlin’e gider Sabahattin Ali. Orada, Yahudi asıllı Polonyalı bir genç kadınla tanışır. Bu kadın Maria Puder’dir. Maria Puder’in hayatı hakkında daha fazla bilgi için bkz. Madonna’nın Son Hayali, Doğan Akhanlı, Olasılık Yayınları, 2. Basım, Ankara: 2015. Bahsi geçen romanla ilgili olarak yazarla yapılan bir söyleşi için, bkz: http://bit.ly/mdnn

[6] Romanın bir yerinde şu sözleri edebilecek kadar döneminin ilerisinde ve kadın hakları konusunda idealisttir Maria Puder; “Bilhassa tahammül edemediğim bir şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu… Neden?” ve devamında; “Niçin sizin yalvarışlarınızda bile bir tahakküm, bizim reddedişlerimize bile bir âciz bulunacak?”.

3 Comments

  1. fatih hekimoğlu says

    harikulade bir şekilde yazılmış bir başyapıt benim gibi ömründe cok az ağlayan birini bile ağlatmayı başardı,helal olsun sabahattin ali

    Beğen

  2. Geri bildirim: Ne vardı bu kadar aşık olacak? | Mehmet Ali Erkaya

  3. Geri bildirim: Sabahattin Ali ve Ahmet Hamdi Tanpınar, Fransız Lokantası’nda… | Sükût Suikastı

Yorum yapmak ister misiniz?

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s