İngiltere’nin en yetenekli genç yazarlarından birisi olarak görülen, çok sayıda ödül sahibi ve ülkemizde İnci Gibi Dişler ile İmza Toplayan Adam gibi romanlarıyla tanınan Zadie Smith, Columbia University’de yaratıcı yazarlık üzerine verdiği bir konferansta; psikoloji açısından iki tür yazar olduğunu belirtiyor: Micro Managers ve Macro Planners. Bu nitelemelerin ilkini Türkçe’ye “Adım Adım İlerleyenler“, ikincisini ise “Büyük Resme Odaklananlar” şeklinde çevirebiliriz sanıyorum ki.
Smith “Büyük Resme Odaklanan” yazarlar için şu tespitlerde bulunuyor:
Büyük resme odaklananları post-it kağıtlarından, satın almadan edemedikleri Moleskine defterlerinden tanıyabilirsiniz. Bu yazarlar daha ilk sayfayı yazmadan önce notlar alır, ilgili materyalleri düzenler, bir olay örgüsü kuırar ve yapıyı yaratırlar. Yapının kurulmuş olmasının verdiği güven, müthiş bir hareket özgürlüğü sağlar. Büyük resme odaklanan yazarlar için yazmaya ortasından başlamak görülmemiş bir şey değildir. Metinde ileriye ya da geriye doğru döndükçe seçimleriyle birlikte zorluklar da artar. Tanıdığım bu tarz yazarlar muhtemel sonlar arasında takıntılı bir şekilde gidip gelirler, karakterleri metne ekler ya da çıkartırlar, bölümlerin yerini değiştirir ve -benim için düşünmesi bile imkansız olan- radikal değişiklikler yaparlar; mesela hikâyenin mekânını Londra yerine Berlin yapabilir ya da ktiabın ismini değiştirebilirler.
Zadie Smith, bu tarz bir yazma düzenine karşı olmadığını belirtse de, kendi yazma ritüelinin “Adım Adım İlerleyen” yazarlara yakın olduğunu söylüyor.
Ben bir romana ilk cümleyle başlar ve son cümleyle bitiririm. Hiçbir zaman farklı üç final arasında tercih yaptığım olmadı, çünkü sona gelene kadar romanın nasıl biteceği hakkında en ufak bir fikrim bile olmaz, ki bu durum benim romanlarımı okumuş olanlar için pek şaşırtıcı değil. Büyük resme odaklananlar bir evi daha ilk andan itibaren bütünüyle tasarlamış olurlar, dolayısıyla takıldıkları nokta daha içsel meselelerdir – mobilyaların yerini zihinlerinde sürekli değiştirip dururlar. Bir sandalyeyi alıp banyoya, hole, mutfağa sonra tekrar banyoya yerleştirebilirler. Adım adım ilerleyenler bir evi kat kat inşa ederler, soyut ve bütün bir şekilde. Bir sonraki kısıma geçmek için her bir katın metanetle ve tüm mobilyalarla tam olarak donanmış olması gerekir. Bir holdeki merdivenler henüz hiçbir yere çıkmıyor olsa da, duvarları duvar kağıtları ile kaplanır. Çünkü adım adım ilerleyen yazarlar büyük resmi önceden çizmezler, romanları sadece “şu anda” var olur. Bir tür duyarlılık, ya da romanın duygusal tonu diyebileceğimiz şey, bir sonraki satırı belirler.
Diğer romanları okuduğunuzda, bir yazarın adım adım ilerleyenlerden olup olmadığını şöyle anlarsınız: eğer açılış cümlesi ve ardından gelen paragraflar takıntılı bir biçimde dikkat ve endişe ile yazılmış gibiyse, tantanalı bir laf kalabalığı yığını ancak yirminci sayfaya geldiğinizde gevşiyor ve anlatının ritmi rahatlıyorsa, o yazar muhtemelen adım adım ilerleyenlerdendir.
Ancak bu açık-uçlu yazma tarzı, adım adım ilerleyen yazarları, Smith’in deyişiyle Obsesif Perspektif Bozukluğu’na götürebilir. Bu bir anlamda “varoluşsal bir drama”dır ve yazarı, romanın ilk sayfalarından itibaren nasıl bir roman yazmış olduğuna cevap vermek zorunda bırakır. Adım adım yazması ile ilgili olarak Zadie Smith şöyle der:
Tuhaf olan, sanki bir kurmalı oyuncak arabayı, iyice geriye çekersiniz… Sonunda elinizden bıraktığınızda, vahşi bir hızla ilerler. Romanın ritmini belirlediğimde, metnin geri kalanı beş ay gibi kısa bir sürede biter. Benim için, bir romanın ilk yirmi sayfası üzerinde didinmek, aynı zamanda romanın bütünü üzerinde didinmektir. Bir yapı kurmak, olay örgüsünü, karakterleri belirlemek, bütün bunlar adım adım ilerleyen bir yazar için bir cümlenin içinde gizli olabilir. Romanın ritmini bulduğunuzda, gerisi kolayca ortaya çıkar.
Peki Zadie Smith’e göre adım adım ilerlemek ile büyük resme odaklanarak yazmak arasında ne fark vardır?
Büyük resme odaklanmaktansa adım adım ilerlemenin büyük bir avantajı vardır: Romanın son günü, gerçekten son gündür. Eğer düzeltmeleri metnin içinde ilerledikçe yaparsanız, ilk taslak, ikinci taslak diye bir şey olmaz. Tek bir roman taslağı vardır elinizde, bitince biter. Kim bir romanın son günü hakkında söylenecek kötü bir şey bulabilir ki? Bu, “sıfatlardan arınmış olma”nın getirdiği bir tür mutluluk hissidir. Bazen roman yazmanın en iyi gerekçesinin son kelimeyi yazdıktan sonraki dört buçuk saati yaşamak olduğunu düşünüyorum.
Zadie Smith, bir romanı bitirdikten, hatta yayınladıktan sonra bile yazarın zihninin huzura eremediğini, acımasız bir açıklıkla ortaya koyuyor:
Romanı bitirdiğinizde, eğer para sizin için o anda yaşamsal öneme sahip değilse, eğer kitabı hemen bir yayınevine satmak ya da yayınlamak derdinde değilseniz, romanınızı bir çekmeceye koyun. Dayanabildiğiniz süre boyunca. Bir yıl ya da biraz daha fazlası idealdir, ama üç ay bile işe yarar. Metinden uzak durun. Yazdıklarınızı düzeltmek aslında basit bir iştir: metne yazar olarak değil, okur olarak yaklaşmanız gerekir. Katıldığım edebiyat festivallerinde şu görüntüye kaç defa şahit olduğumu bilemezsiniz; bir grup yazar, ellerinde kırmızı kalemlerle yayınladıkları romanları düzeltir ve sonra onu okumak için sahneye çıkarlar. Bu bahtsız bir durum ama görünüşe göre bir romanı düzeltmek için gereken ideal süre yayınlandıktan sonra iki yıl geçmişken, bir festivalde yapacağınız okuma için vakfettiğiniz o andır. İşte o anda gereksiz her cümle, gösteriş hevesi, amaçsız eğretilemeler, bir işe yaramayan her bir parça, aptallığınız, gösterişiniz, sıkıcılığınız her şey bir anda gözünüze batar. İki yıl önce bu kanıtlar görünür olmaya başladığında bile aynı sayfaya bakmış, ama bunları görmemişsinizdir.
Yazdıklarınızı düzeltebilmek için sanki tepenizde birinin durması gerekir, ve bu ne yazarın kendi benliği, ne de metnin daha önce on iki farklı versiyonunu okumuş olan editörüdür. Bu “izleyen göz” kitap raflarının karşısında durup, kitabı eline alan ve okumaya başlayan, tamamen yabancı bir okura ait olmalıdır. Bir şekilde o okurun aklına ve kalbine girmek zorundasınızdır. Bunun için de o kitabı sizin yazdığınızı unutmanız gerekir.
Yazar biten bir romanla ne yapabilir ki?
İnsanlar bana bir kitabımı okuduklarını söylediklerinde, bu hoşuma gidiyor ama sanki benle uzaktan alâkalı bir şeyden bahsediyorlar. Hani birisi bir yerlerde ikinci dereceden bir kuzeninizi gördüğünü söyler ya. Öyle bir his işte.
Yazmak üzerine genç bir yazarın tavsiyeleri her zaman önemli ve yol açıcıdır. Zadie Smith’in yaptığı bu kategorizasyon, aslında Orhan Pamuk’un Schiller’den esinle yazdığı “Saf ve Düşünceli Romancı” adlı deneme kitabında anlattıklarına da benziyor. Ben, son zamanlarda yazdığım az sayıdaki öyküde, daha çok “büyük resme odaklanan” yazarlar gibi yazdığımı düşünüyorum. Katıldığım yaratıcı yazarlık kursunda, yazmayı kolaylaştırmak için sınırlar çizilerek verilen uygulama ödevlerinde, ilk olarak genel yapıyı düşünmeye çalışıyorum. Genellikle belirgin bir an ya da imgeden yola çıkıyor, uygun karakterler ve olay örgüsünü kurmayı deniyorum. Mesela “Ahh!” adındaki öyküde son cümleden yola çıkmıştım, bir bıçak yarasına getirmeye çalışmıştım metni. Daha sonra yazdığım “Adı Özlem’di” öyküsünde bu kez kısıt, elimdeki bir resimdi. Dolayısıyla karaktere odaklanıp başlamıştım işe. Ama yazdığım hiçbir metinde, ilk ya da son cümleyi, yahut da başlığı bulmadan, genel planı kafamda çizmeden, olay örgüsü ile ilgili notlar almadan başlamadım yazmaya. Aslında yazmaya başladığımda kafamdaki birçok nokta açıklık kazanmıştı. Dolayısıyla kurduğum yapıyı inşa etmeye ve gerekli eklemeler, eksiltmeler ve düzeltmeleri yapmaya odaklandım. Yazdıktan sonrası ise, en azından benim için, çok daha zorlu geçer. Yazdığınız metne ilk kez okuyan bir okur olarak yaklaşmak, hiç de kolay bir durum değildir. Nihayetinde, belki de Freud’un dediği gibi, edebiyat ya da daha genel anlamda sanatla uğraşanlar, oyuncaklarıyla oynayan çocuklara benzerler, hayal kurar ve bu hayallere inanırlar. Diledikleri yegane şey ise bu hayallere inanacak başkalarını bulmaktır. İşte böyle.
Bitirmeden sorayım: Peki siz yazıyor musunuz? Yazıyorsanız, nasıl yazıyorsunuz? Adım adım ilerleyenlerden mi, yoksa büyük resme odaklananlardan mısınız? Ya da saf mı yoksa düşünceli mi bir yazarsınız? Ya da nasıl bir yazar olmak isterdiniz?
Dipnot: Bu yazı, Maria Popova tarafından kurulan dünyaca ünlü edebiyat blogu Brainpickings’den derlenmiştir. Yazının İngilizce orjinali için bkz: Zadie Smith on the Psychology of the Two Types of Writers. Yazıda belirtildiğine göre, Zadie Smith’e ait alıntılar, yazarın Türkçe’ye “Şimdi Farklı Düşünüyorum” adı ile çevrilen deneme kitabından alınmıştır. Ancak okuduğunuz alıntıları doğrudan İngilizce’den çevirdim.