Görsel: Edward Hopper, Sunlight in a Cafeteria, 1958
Bu otele ilk kez geliyorum. Bu şehre de. Ama pek fark etmiyor. Bütün şehirler birbirine benziyor nasılsa. Bir otel, bir diğerine. İş seyahatleri için gittiğim şehirlerde, seminerin gerçekleştiği otelde kalmak yerine; şehrin dışında bir otelde kalmayı tercih ediyorum. Zorunlu tanışmaların ve nezaketen selam verilen karşılaşmaların uzağında kalıyorum böylece.
Uçuş saatimi beklerken, bir şeyler atıştırmak için otelin restoranına geçiyorum. Geceyarısı eve varıp, bir de yemekle uğraşmak istemiyorum çünkü. Rahatça sigara içebileyim diye dış taraftaki masalardan birini seçiyorum. Hava, bir Mayıs akşamına göre biraz serin. Belli ki benden önce kimsenin oturmadığı ferforje sandalyenin ve mermer masanın yüzeyi soğuk. Uzun boylu, zayıf ve esmer bir garson hızlıca gelip, eğilerek önüme mönüyü bırakıyor. Başımı kaldırdığımda gözüm papyon kravatına takılıyor. Neden bu adamlara bu kıyafetleri giydirirler? Üzülüyorum adam için. Sonra, boşveriyorum. Daha önce onlarca benzerini gördüğüm mönünün sayfalarını hızlıca karıştırmaya başlıyorum. Sonunda en başa dönüp her zaman yaptığım gibi bir club-sandwich ve yanında da bira söylüyorum.
Siparişimi beklerken gözüm birkaç masa ötedeki kadına takılıyor. Bir yerlerden hatırlıyorum onu. Tabi ya! Bugünkü seminerden. Şarap kadehine uzanıyor zarifçe. Ellerine bakıyorum. İlk dikkatimi çeken yüzük parmağındaki boşluk oluyor. Belki o da benim gibi boşanmıştır? Otuzlu yaşlarda bekar olmak kolay değil. Zihnimde bir görüntü canlanıyor. Gidip kadınla tanışıyorum. Görüntü donuyor. Ne denir ki tanımadığın bir kadına? Merhaba, ben, şey, bugünkü seminerde… En iyisi önce göz göze gelmek, sonra hafifçe gülümseyen bir ağız ve kısılan gözlere sahip başın hafifçe öne eğilmesi. Kadına bakarken garsona yakalanıyorum. Yüzünde halden anlayan adam gülümsemesiyle siparişimi getirip masaya koyuyor ve geldiği gibi bir anda kayboluyor ortalıktan.
Tekrar göründüğünde bir tören havası takınarak hanfendinin siparişini getirip bırakıyor bu kez. Hanfendinin yüzü asılıyor yemeğini görünce. Hep ellerine bakıyorum kadının, anladığım kadarıyla siparişini beğenmiyor, nasıl olması gerektiğini anlatıyor uzun uzun. Ah biz büyük şehir insanları! Nereye gitsek kendimizi illa ki belli ederiz. Garson, kafası sürekli oynayan köpek bibloları gibi hep aynı hareketi yaparak, kadını yatıştırmaya çalışıyor. Başaramayacağını anlayınca da, tabağı kaptığı gibi mutfağa yöneliyor.
Neden sonra mutfak kapısında, elinde bir tabakla uzun garsonu ve şef aşçı olduğu belli, kısa boylu şişman bir adamı fark ediyorum. Belli ki yemeğini beğenmeyen şu kadının kim olduğunu merak ediyor şef. Bir masa tenisi turnuvasını izler gibi bir garson ve şefe, bir kadına kayıyor bakışım. Şef sinirle önlüğüne bir sağ elini, bir sol elini silip duruyor. Şişmanlıktan ve kızgınlıktan al al olmuş yüzünü bir o yana, bir bu yana sallayarak garsona bir şeyler anlatıyor. Kadınsa sakin, büyük bir konsantrasyonla şarabını yudumlayıp caddeye çeviriyor bakışlarını. Garson yine aynı tören adımlarıyla yemeği getirirken şef aşçı kapıyı bir hışımla açıp mutfağına dönüyor.
Garson biraz daha sakinleşir umuduyla kadının çoktan yarıladığı kadehini doldururken bir çığlık kopuyor mutfak tarafından. Son lokmam bir kılçık gibi boğazıma takılıyor. Kapıdan koşar adım çıkan şef aşçıyı görüyorum önce. Yanındaki cılız çocuk bir havluyu adamın eline bastırmaya uğraşarak ardından koşuyor. Havlu kan kırmızı. Kadının pek oralı olmadığını ve yemeğine devam ettiğini görüyorum. Hesabı masaya bırakıp apar topar kalkarken; kulağımda durmaksızın aynı ses çınlıyor, derin bir bıçak yarasının sesi: Ahh!
*
P.S. Devam ettiğim Murat Gülsoy’un Boğaziçi Üniversitesi’nde verdiği Yaratıcı Yazarlık Kursu’nda ödev olarak “otel” ve “bıçak” kelimelerinin geçtiği 500 kelimelik bir öykü yazmamız istendi. Ben de okuduğunuz bu öyküyü yazdım. Görseli yazıyı yazdıktan sonra, bloga yüklerken keşfettim. Bilmem ki nasıl buldunuz?
Geri bildirim: Nasıl Bir Yazar Olmak İsterdiniz? | Sükût Suikastı
Bir sonuç bir değerlendirmeye girdi mi ödeviniz?nasil bulundu?
BeğenBeğen
@İbrahim Serhat
Atölyede, verilen ödevler bir sonraki hafta öyküyü yazan kişi tarafından okunuyor. Diğer katılımcılar ve Murat Gülsoy yorumlarını belirtiyor. Bu öyküyü de aslında o genel değerlendirmeden sonra yayınladım. Genel olarak beğenildiğini söyleyebilirim, ancak mekân seçimi konusunda bir çelişkinin varlığının altı çizildi. Yani seminerin yapıldığı otel yerine burada kalan anlatıcı karakter için butik bir otel seçilse daha etkili olabileceği söylendi, ki bence de haklılık payı vardı bu yorumda. Bu hafta da başka bir öykü yazdık, onu da yakında blogdan paylaşabileceğimi düşünüyorum.
Selamlar,
Soner
BeğenBeğen
Bence kısa bir öykü için girişteki detayların verilmesine gerek yoktu. Kadın-arzu-kan bileşimi gizemli bir tema yaratırken seminer, uçuş gibi detaylar okuyucuyu gerçek dünyada tutuyor, kendini gizemli bir atmosfere bırakmasına imkan vermiyor. Bence tüm öykü restoranda başlayıp bitebilir, “otel” kelimesi arzuyla ilişkili olarak bir fantezi unsuru olarak kullanılabilirdi.
Son olarak, şimdiki zamanda yazılı metinler, palahniuk’un romanları gibi mesela, insanı hikayenin içine almıyor, bir “senaryo” hissi veriyor diye düşünüyorum.
Ama genel olarak beğendim. Zaten 500 kelimelik bir öyküden harikalar beklemek pek mümkün değil.
BeğenLiked by 2 people
Neden böyle bir konu seçtiniz ki?
BeğenBeğen
@İbrahim Serhat
Açıkçası “şöyle bir konu seçeyim” demedim, mekân ve karakterler üzerinden kurdum hikâyeyi…
BeğenBeğen