Görsel: René Magritte, La Tentative de l’Impossible, (İmkansıza Yeltenme), 1928.
2012 yılında yayınlanan ve Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü‘nü kazanan Baba, Oğul ve Kutsal Roman “tipik” bir Murat Gülsoy romanı olarak görülebilir. “Tipik”ten kastım; “herhangi bir” ya da “en iyi” Murat Gülsoy kitabı olması değil, daha ziyade yazarın “karakteristik” kurgu ögelerini ve anlatım tekniklerini içinde barındırıyor oluşu. Rüya ve yaşam, kurmaca ve gerçek, edebiyat ve hayat, an ve zaman, yaşanan ile yazılanın içiçe geçtiği; birinin diğerine dönüştüğü, birbirinden ayrılmaz bir hâle büründüğü bir “anlatı ormanı”na benzetebiliriz Baba, Oğul ve Kutsal Roman’ı. Bu açıdan hem öykü ve romanlarına aşina olan, onun kurmaca üslubunu bilen ve takdir eden; hem de “yeni başlayanlar için”, “Murat Gülsoy’un kurmaca dünyasına giriş” olarak ele alınabilir bu roman.
Kitap hayatın bir rüya olduğunu söyleyen bir epigrafın ardından gelen iki açılış hikayesi ile başlıyor ve başında Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü kitabından rüya ile ilgili bir alıntının yer aldığı “Düşüş” adlı bölümle devam ediyor. Hikâye olarak ise ortayaşlarında bir yazarın bir haftalık bir zaman diliminde başından geçenlere ve bu olayların yazılışına tanık oluyoruz. Rüyâlardan hayallere, bilinçaltından bilince ve bilinç yitimine giden bir yol izliyor anlatı. Genel planda bakıldığında anlatının çağrışımlar ile ilerlediğini ve bu romanın bir “edebiyat yolculuğu”[1] olduğunu söylemek mümkün. Yazar, ilk bölümde rüyadan uyanan anlatıcının karşısına iki polisin dikilmesi ile Kafka’nın Dava’sını hatırlatarak başlıyor romana. Anlatıcı, neden göz altına alındığını bilmiyor. Sonradan öğreniyor ki, gençlik aşkı ve uzun yıllar sonra yeniden karşılaştığı kadın ile ilgili bu durum. Sorgulama sahnesi Orwell’in 1984’üne gönderme yaparken, Atay’ın Tutunamayanlar’ındaki içses Olric’e benzeyen ama Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gollum olarak konuşan bilinçaltı eşlik ediyor anlatıcımıza. Geriye dönerek o hafta neler yaşadığını ve neden burada olduğunu anla(t)maya çalışıyor adı bilinmeyen karakterimiz.
Önce kendisi gibi köpeğini dolaştırmaya çıkmış bir genç kadın (Merve) ile tanışıyor; elinde Nabokov’un en sevdiği romanı “Karanlıkta Kahkaha”yı görünce de, ona köpeği Kıtmir’in ismini aldığı “Yedi Uyurlar” efsanesini anlatıyor. Hissettiği cinsel çekim, içsesinden dile gelirken Merve’yi Edgar Allan Poe’nun şiirindeki Annabel Lee ile Nabokov’un bir başka romanı olan Lolita’daki genç kadına benzetiyor anlatıcımız. Öte yandan, Merve bir “gençlik aşısı”, “ilham perisi”, ben-anlatıcının kaybettiği geçmişi ya da o geçmişe gömülen ilk aşkı da simgeliyor. Aynı gün öğleden sonra bir edebiyat söyleşisi için gittiği üniversitede o gömülen ilk aşk hortlayıp Asena olarak karşısına dikilirken; anlatıcımızın attığı her adım, başından geçen her olay, bir yandan Tanpınar’daki gibi “bir rüya atmosferi” kurarken öte yandan bir “edebiyat macerası”na dönüşüyor. Kâh gittiği okulda geçen bir sahneyi aklına getiren Orhan Pamuk’un “Yeni Hayat”ını hatırlıyor, kâh Tanpınar’ın Acıbademdeki Köşk öyküsündeki mimari özellikleri anlatıyor hikâyedeki okurlarına. Ama belki de en önemlisi Tanpınar’ın Aşiyan’daki mezarını “hayatının merkezi” olarak gördüğünü söylüyor bize. Metinden metine, rüyadan rüyaya geçerken gerçeğin belirsizleştiği; hayalin hakikatin yerini aldığı, bakış açısının bulandığı, anlatıcı karakterin parçalandığı, zamanın “yekpâre bir ân”a dönüştüğü mistik bir romana dönüşüyor Baba, Oğul ve Kutsal Roman.
“Tipik” bir Murat Gülsoy romanı olarak Baba, Oğul ve Kutsal Roman’da hikâye anlatmanın, anlatılan hikâyenin kendisinden daha önemli olabileceğini görürüz. Edebiyatı, edebiyatının konusu yapan bir yazardır Murat Gülsoy. Onun kurmaca metinleri aslında birer meta-kurmacadır[2]. Yazma sürecini daha önceki kitaplarında da okurla paylaşarak, kurmacanın kendisini açık eden yazar, bu kitabında bir adım daha ileriye giderek “yaşanırken yazılan, yazılırken yaşanan bir roman” kurgular. “Anlatıcı” olarak daha önceki metinlerinde olduğu gibi burada da bir “yazar karakteri” seçen Gülsoy, bir yazarın aslında dünyaya nasıl baktığını da okura göstermek ister sanki. Ya da “bir okur olarak yazar” gibidir, bir anlatıyı kurmaya çalışan bir “yazarın zihni”nden yazar, kurmaca bir hikâye anlatmaya çalışan bir yazarın kurduğu hikâyeyi anlatmaya çalışır sanki hep. Borges’in labirentlerini ve sonsuz kitaplığının koridorlarını aynalar, belki de… Bu açıdan Murat Gülsoy’un kurmaca metinleri anlatıyı boyutlandırır, “kurmaca içinde kurmaca” metinler okuru katmanlar arasında gezdirirken, hem kurmacanın hem de gerçekliğin sorgulanmasını sağlar.
Baba, Oğul ve Kutsal Roman’da anlatıcı-yazar karakter yaşarken, yaşanılan anları bir yandan deneyimler iken, öte yandan da hâli hazırda yaşadığını yazıya dönüştürmeye uğraşır. Bu uğraşı onda bir “zihin yarılması” yaratsa da, ancak böyle direnir yaşamın düşman kardeşi ölüme. Bir yandan da deneyimlerinden yola çıkarak, içinde yaşadığımız gerçekliğin tek bir boyutu olamayacağını göstermeye çalışarak edebiyâta has bir “üstgerçeklik“ kurar. Anlatının yaşamı taklit etmediğini, zaten istese de edemeyeceğini bildiğinden, yazıdan yeni bir dünya kurar. Ve gerçek dünyada olay ve olgular nasıl birbiriyle ilintili ise ya da öyle olduğu varsayılıyorsa, kurmaca dünya da kendine has bir takım bağlarla diğer metinlere bağlanır. Bu duruma sıklıkla ismini duyduğumuz gibi “metinlerarasılık“ adı verilir. Meta-kurmaca teknikler aynı zamanda kurmaca ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi açık ettiğinden, aslında bu ilişkiyi tersyüz ederler. “Gerçekmiş gibi” yapmanın kural olduğu geleneksel kurmaca anlatıların aksine, meta-kurmaca anlatılarda kurmacanın kurmacalığı açık edilir. Hatta üstgerçekliği hakkıyla verebilmek için de rüyalardan sıklıkla yararlanılır bu tür metinlerde. Aynı zamanda gerçekliğin farklı yüzlerini temsil edecek “ayna” gibi metaforlar sıklıkla kullanılır. Dahası söz konusu metinlerin zamanı ve bakış açısını kasten belirsizleştirme çabaları da dikkat çeker.
Baba, Oğul ve Kutsal Roman’a baktığımızda yukarıda saydığımız tüm bu anlatım tekniklerine ve kurmaca ögelere yer verildiğini görürüz. Sadece kurmaca metinlerinde değil, bilhassa yayımladığı denemelerde de “yazarlığını açık eder” Murat Gülsoy. Bu romanda kullandığı tekniği ve bu teknikle kurduğu ilişkiyi 602. Gece kitabında kuramsal olarak anlatır bizlere (Sf. 31)[3];
Andre Gide’in “mise en abyme” diye adlandırdığı “romanın içinde romancının romanı yazmakta olduğunun anlatılması” gibi bir teknik, paradoksal olduğu kadar oyunsudur ve üstelik roman yazma sürecini mercek altına alır.
“Edebiyatın kendisini edebiyatın konusu haline getirmek” romana yeni açılımlar getirir, aynı zamanda yazar ile okur arasındaki ilişkiyi de başkalaştırır. Okur, metakurmaca karşısında daha etkin bir rol alır. Anlatılanların kurmaca olduğunun sürekli bilincindedir. Metine daha analitik ve eleştirel bir perspektiften bakar. Burada “sonsuza düşüş” olarak adlandırabileceğimiz, resmin içindeki resimde o ilk resme bakan kendinizi görmek gibi şaşırtıcı bir yan vardır. Ayrıca “paradoks” nitelendirmesi dikkat çekicidir. Çünkü elimizdeki romanın aslında hiç de “yaşanırken yazılan” bir kitap olmadığını biliriz. Çünkü kitap yazılmıştır ve bunlar hiç yaşanmamıştır, diğer türlüsü mümkün olamaz zaten. Gerçeğin esaretinden kurtulan okur zihni bu kez, gerçek olmayanın içindeki oyunsuluğu keşfetme konusunda daha istekli ve gayretkar davranır. Bu da hem metinden alınan hazzı arttırır, hem de özdeşleşmekten ziyade yabancılaşmak ile mümkün olan bu tür bir okuma, edebiyatın “zihinsel bir etkinlik” olma yönünü daha çok ön plana çıkarır. Artık bir “temsil” olarak, “mimesis” olarak sanattan değil, bir deney(im) olarak sanattan bahsetmeye başlarız burada. Buraya nasıl geldiğimizi ve kullanılan bu tekniklerin amacını yine 602. Gece kitabında anlatır Murat Gülsoy (Sf. 36);
Daha önce dünyayı anlamak için kullanılan sanatın temsil krizi (yani artık yazılan romanın yaşadığımız dünyanın gerçeklerini anlatabilme özelliğine duyulan inancın kaybı) sanatları kendi üzerine düşünmeye, kendi üzerinde deneyler yapmaya götürmüştür.
Ayrıca Murat Gülsoy metinlerinde sık sık karşımıza çıkan ayna (bkz. Karanlığın Aynasında vd.), sonsuzluk ya da zamanın parçalanması (bkz. Sevgilinin Geciken Ölümü vd.) gibi anlatı ögeleri metakurmaca ile sıkı bir ilişki içindedir. Bu konuda, yine 602. Gece kitabında “Metakurmaca metnin kendi kendine ayna tutmasıdır” der Murat Gülsoy ve ekler: “Sonuç olarak bu bir yüzeyleri çoğaltma oyunudur, elbette bir sonsuzluk hissi verir, yazana da okuyana da…” (Sf. 87). Metakurmaca ve adını andığımız diğer anlatım teknikleri günümüzde sıklıkla “postmodern” olarak anılsa da, aslında bu yazım tekniklerini “modernist edebiyat”ın parlattığını ve köklerinin ilk romanlara kadar uzuyan bir geçmişe sahip olduğunu belirtir Murat Gülsoy. Bu anlamda da Gülsoy için “post-modern” bir yazar nitelemesini kullanmaktan imtina etmek gerekir.
Elbette Murat Gülsoy’un önceki kurmaca ve kurmaca-dışı metinlerinden; Baba, Oğul ve Kutsal Roman’ın neden “tipik” bir Murat Gülsoy romanı olarak gördüğümü gösteren pek çok örnek daha verilebilir. Ancak tekrara düşmeye ve lafı daha fazla uzatmaya gerek yok sanırım[4]. Son olarak bir başka eleştiri yazısından bir alıntı paylaşmak istiyorum sadece.
Pakize Barışta, Taraf gazetesinde yayınladığı yazısında, belki de farkında olmayarak, bu romanın Murat Gülsoy külliyatını nasıl hakkıyla temsil edebileceğini özetliyor;
Rüyaların, aynaların, zamanların, karanlıkların ve diğerlerinin hep birlikte adeta dans ettikleri, sarmallar ahengine sahip, modernitenin de sınırlarını zorlayan ve şaşırtan bir roman Baba, Oğul ve Kutsal Roman.
NOTLAR
[1] Kitapta yer alan diğer edebi göndermeler için bkz. Elifin Günlüğü
[2] Meta-kurmaca’yı, “metafiction” teriminin Türkçe karşılığı olarak kullanıyorum. 602. Gece kitabında ve çeşitli söyleşilerinde Gülsoy da “üstkurmaca” yerine “metakurmaca” terimini tercih ettiğini belirtiyor. Zira yazara göre, “Metakurmaca kurmacanın ötesindedir, kurmacaya referans veren yapısıyla kurmacadan sonra gelmektedir; kurmacanın daha gelişmiş bir halidir, bu yapısıyla kurmacayı açıklayarakaşar“. Bkz. Murat Gülsoy, 602. Gece: Kendini Fark Eden Hikâye, Sayfa 80, Can Yayınları, 3. Baskı, Haziran 2014, İstanbul.
[3] a.g.e.
[4] Bu konuda daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenler, yazar ile yapılan şu iki söyleşiyi okuyabilir: bkz. Aşiyan Dergisi ve Uzun Hikâye
Reblogged this on MURAT GÜLSOY.
BeğenBeğen