Edebiyat, Sevdiğim Yazarlar
Yorum Yapın

Munro’dan Kelimelerin Öyküsü: Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik

Görsel: René Magritte, La Grande Guerre (Tr. Büyük Savaş), 1964.

2013 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Kanadalı yazar Alice Munro’nun kitapları hakkında yazmanın en güzel yanlarından birisi, yazıya başlık bulmakla uğraşmak zorunda olmayışınız. Zira Munro her kitabına (ve öyküsüne) o kadar güzel isimler buluyor ki, başka bir başlık koymak içinizden gelmiyor. Yazarın en güzel kitap isimlerinden birisi de; “Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk Evlilik” işte. Kitaba ismini veren ilk öykünün de adı olan bu tanımlama çocukken oynadığımız kağıt tuzluk falına benzeyen bir oyundan geliyor. Tuttuğunuz bir sayı, kağıdın kaç kere açılıp kapanacağını ve ismini verdiğiniz kişiyle ilişkinizin ne olacağını söylüyor. Munro’nun öyküleri de bir bakıma aynı mekanizmayla işliyor. Her zaman konu edindiği kadınların hayatları, geçmişleri ve hayat ile ilişkileri birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, biri diğerinin diğer yüzüymüş gibi geliyor okura. Bu sayede sadece öykülerin isimlerinin güzelliği, sadeliği ve etkileyiciliği sebebiyle değil aynı zamanda neredeyse aynı coğrafi mekanı paylaşan, biri diğerinin farklı bir yüzü olan kadın karakterleri sebebiyle de tanıdık ve tutarlı bir dünya kurarak, okurun ve kitapları hakkında yazanların işini kolaylaştırıyor yazar. Ne var ki; incelikle kurduğu olay örgüleri, son derece duyarlı bir biçimle yarattığı karakterleri ve her defasında geçmişin farklı katmanlarında gezinen anlatısıyla, Munro’nun yazdıklarını anlatmak ve bu öykülerin verdiği hissiyatı, öykülerini hiç okumamış olanlara aktarmak kolay bir iş değil. Bu sebeple yazıda kitabın ve her bir öykünün bütünlüğünü kapsamak yerine, Munro’nun tüm yazdıklarında görülen aynı zamanda bu kitabı da hakkıyla temsil edebilecek bir ortak özellikten, yazarın kelimelere yaklaşımından yola çıkarak değerlendirmeye çalışacağım “Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk Evlilik” kitabını.

Ama önce genel olarak konuya ve karakterlere hâkim olmamız gerekiyor. Kitapta yer alan dokuz öyküden ilki, daha önce de değindiğim gibi, kitaba ismini de veren bir “evlilik” öyküsü. Çok da tanımadığı, kendisine oynanan bir oyunla mektuplaştığını düşündüğü bir adamla evlenmek için hayatının bir dönüm noktasındaki Johanna’yı izliyoruz bu öyküde. İkinci öykü ise Yüzer Köprü adını taşıyor ve ölümcül bir hastalığa yakalanan Jinny ile eşi Neal arasındaki ilişkinin değişen dengeleri anlatılıyor. Aile Mobilyaları kitabın üçüncü öyküsü ve babasının kuzeni olan “farklı” ve “özgür” Alfrida’ya karşı önce hayranlık, sonra da küçümseme duyan bir kadının gençlikten orta yaşlılığa giden hikayesini anlatıyor. Dördüncü öykü Teselli hem intihar eden kocası Lewis ile Nina arasındaki, hem de bu iki ayrıksı karakter ile toplum ve yerleşik düzen arasındaki ilişkiye odaklanıyor. Isırgan Otları öyküsünde çocukluk aşkı Mike ile Sunny’nin yıllar sonra bir arkadaşının evinde karşılaşması ve başlarından geçen “doğaüstü” deneyim aktarılırken; Kolon ve Kiriş’te evli bir çift olan Brendan ve Lorna ile Lionel üçlüsü arasındaki tuhaf ilişki, hikayeye eklenen Lorna’nın üvey ablası Polly ile daha da tuhaf bir hâl alıyor. Hatırlanan, Pierre ve Meriel çiftinin bir arkadaşlarının cenazesine katılmaları ile başlarken, giderek Meriel’in evliliği, eşine olan sadakatini ve geçmiş hayatını sorguladığı bir anlatıya dönüşüyor. Queenie ise Lena’nın evlendiği Mr. Vorguilla (Stan) ile evliliğinin alışıldık rutininde, üvey kardeşi Chrissy’nin ziyaretiyle birlikte açılan gedikten, aile ve evlilik ilişkilerine bakıyor. Nihayetinde kitabın son öyküsü Ayı, Dağı Aştı Geldi de yerel bir halk şarkısından yola çıkarak, Fiona ve Grant’in ilişkileri üzerinden evlilik, aile, yaşlılık, bellek ve toplumsal ilişkiler üzerine buruk bir hikâye anlatıyor bizlere.

Kitabı kısaca tanıttıktan sonra, artık başta da sözünü ettiğim Munro’nun titizliğini ve yazı ile kurduğu “zanaat ilişkisi”ni yansıtan kelime yaklaşımına geçebiliriz sanırım. Şüphesiz burada her örneği sunmak hem mümkün değil, hem buna gerek olduğunu da sanmıyorum. Dolayısıyla ilk okumada göze çarpan somut örnekler üzerinden ilerlemek daha mantıklı görünüyor. Yazıda ele alınan örnekleri, kitabın İngilizce orjinalinden, Kanadalı yayımcı Douglas Gibson’un yaptığı 2001 tarihli baskısının e-kitap versiyonundan seçtiğimi; alıntılarda ise Roza Hakmen’in yaptığı Türkçe çevirileri kullanmayı daha uygun bulduğumu belirtmeliyim.

Yazı içerisinde sayfa numarası ile belirtilen alıntılar için bkz. “Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk Evlilik“, Alice Munro. Can Yayınları, 6.Baskı, Şubat 2014, İstanbul.

  • “Kelimeler albayım bazı anlamlara gelmiyor”

Kelimelerin hangi anlama geldiği önemlidir. Kelimelerin ne anlama geldiği kurmaca yazarının esaslı meselesidir de ondan, ya da en azından öyle olması beklenir. Bir yazar olarak Munro, her kelimenin hakkını verir, söylemek istediğini kelime üzerinden düşünür ve okuyucunun da aynı çabayı göstermesini ister, sonundaysa mükafatı büyüktür bu çabanın.

Edebiyat dünyasının hoş anekdotlarından birisidir, bu anekdotu aktaran ise ünlü Fransız şair Paul Valéry’dir. Şair Mallarmé ile ressam Edgar Degas arasında bir konuşmaya tanık olur Valéry. Degas, şiir yazmayı tasarladığını, bunu başarmak için çok güzel fikirleri olduğunu, ama bu fikirleri bir türlü şiire dönüştüremediğini söyler Mallarmé’ye ve deneyimli şairin tavsiyesini sorar. Mallarmé, şu cevabı verir: “İyi de dostum, şiir fikirlerle değil, kelimelerle yazılır!

Öyle görünüyor ki, Munro kurmacanın da kelimelerle yazıldığını daha en başından özümsemiş. Tabi kelime derken, sadece kelimelerden bahsetmiyorum burada. Aslında anlatıyı ögelerine ayırdığını söylemek daha doğru Munro’nun. Zira bütünü meydana getiren her bir ögeye titizlik ve müthiş bir hassasiyetle yaklaşmak gerektiğinin bir hayli farkında Kanadalı yazar. Farklı zamanlarda yazdığı öyküleri bir kitapta toplarken, rivayet odur ki her defasında yeniden yazarmış Munro. Muhtemelen bütünlük ve uyum sağlaması bakımından en geniş ölçekten en küçük parçacığa kadar tüm yapı elemanlarını dikkate alıyor. Yani Munro tüm yazdıklarını kapsayan külliyatından, bir öyküde geçen tek bir kelimeye, hatta bir kelimenin tek bir harfine kadar her bir ögeye özen göstererek yaklaşıyor kurmaca yazına. Burada vereceğim örnekler de kâh cümleler ve söyleniş şekillerinden, kâh kelimelerin gerçek ve imâ edilen anlamlarından çıkıyor yola, bazen tek bir kelimeyi, hatta bir tek harfi alıyor merceğine, bazense kelime yokluğuyla anlam kazanıyor.

Hatırlanan’dan bir örnekle başlayalım (Sf. 271):

Ona göre yapması gereken şey her şeyi hatırlamaktı – “hatırlamak” derken zihninde bir kez daha yaşamayı kastediyordu- hatırladıktan sonra da temelli saklamak.

Aile Mobilyaları öyküsünden bir örnekle devam edelim (Sf. 115);

Evimizde “bilgiç” (İng. “smart”) kelimesi benimle ilgili kullanıldığında bilgili anlamına gelebilirdi; bazen istemeye istemeye kullanılırdı sanki -“aslında bazı bakımlardan bilgiç de”- bazen de ukala, gösterişçi anlamında kullanılırdı. Bilgiçlik taslama.

Yukarıdaki iki örnek aslında “kelime” ve “anlam” arasındaki ilişkiyi kapsayıcı bir biçimde ortaya koyuyor. Kelimenin bir gerçek anlamı, bir de zaman içerisinde kullanımı ile edindiği bir yan anlamı vardır. Munro, öykülerinde gerçek anlamı deşer, bir arkeolog gibi onu ait olduğu yerde gün ışığına çıkarmaya çalışır. Bunun için gerekirse kelimenin kökenine iner, gerekirse etrafında dolaşır. İkinci örnek yan anlam üzerine aslında Munro’nun farklı öykülerinde karşımıza çıkan bir vurguyu “kadınlık” ve “zekâ” meselesini gündeme getirir. Bilhassa 60’lı yıllarda Kanada’nın taşrasında kadına bakışın izlerini taşıyan bu vurgu, toplumsal cinsiyet rollerinden hareketle toplumun kadına bakışı ve beklentilerini ortaya koyuyor. Bazan zeki ve çalışkan bir kadının bir açıdan “engelli” kimseler gibi göründüğü, yahut “altı parmağı olan” olağanüstü bir yaratıkmış gibi ele alındığını gösteriyor yazar. Bazen de bu örnekte olduğu gibi zeki ve güçlü bir genç kadının zekâsının hiçbir zaman tam anlamıyla tanınıp takdir edilmediğinden bahsediyor. Yani kelimeler bazan bazı anlamlara geliyorken, bazan da bazı anlamlara gelmiyor Munro öykülerinde.

Aile Mobilyaları öyküsünden aşağıdaki örneğe bakalım. Hayranlık ile küçümseme arasında gidip geldiği Alfrida ile anlatıcı kahramanımız olan genç bir kadın arasında şöyle bir diyalog geçer (Sf. 127):

“Sen bilirsin tabii”, dedi Alfrida. “Nereye gitmek istersen oraya gidersin.” Sonra ekledi: “Ne de olsa çok yakında evli bir kadın olacaksın.” Sesinin tonuna bakılırsa bunun iki anlamı olabilirdi. “Artık büyüdüğünü kabul etmek zorundayım” ya da “Çok yakında hizaya geleceksin.”

Yukarıda alıntıladığım bölüm, Alfrida ile anlatıcı arasındaki gerilimli ilişkinin en iyi ifade edildiği cümlelerden birini gösteriyor. Artık bu uzak akrabaya eskisi kadar hayranlık duymayan, zira üniversitede okumaya başlayan ve yeni bir hayat kurmaya çalışan anlatıcımız ile bu durumun farkında olan Alfrida adeta kurdukları cümleler ve onlara kattıkları anlamlarla sürdürürler aralarındaki bu sessiz ve müphem kavgayı. Aslında bu “gerçek anlam” ile “imâ edilen” anlam arasındaki kavgadır aynı zamanda, bu anlamda da yukarıdaki iki örnekle bütünleşir. “Ne de olsa çok yakında evli bir kadın” olmak bir yandan büyümek, olgunlaşmak, hatta artık genç olmamak; öte yandansa “boyun eğmek, hizaya gelmek, düzene ayak uydurmak” anlamlarını taşır.

Söyleyişten yahut imâdan yola çıktığımızda önemli olan bir karakterin herhangi bir kelimeyi hangi anlamla ve de hangi amaçla kullandığıdır. Munro, sık sık yapar bunu: Anlatının orta yerinde bir kelimenin ne anlama geldiğini tartışır. Bazı kelimeleri vurgular, bazılarını belirsizleştirir. Bazılarının altını, bazılarının üstünü çizer. Oyuncakları kelimeler olan küçük bir kız çocuğu gibidir bu anlamda. Bazılarını sever, bağrına basar, onları müthiş bir titizlikle ele alır; bazılarınıysa sevmez, çünkü ya gerçekte ne anlama geldiklerini bilir ve aradığı anlam o değildir, ya da kelimelerin gerçek anlamları uçup gitmiştir de geriye onları simgeleyen renksiz bir biçim kalmış gibidir. Teselli öyküsünde bu noktaları özetleyen bir kullanıma şahit oluruz.

Burada kelimeler kendi anlamlarından kaçarlar, başka bir ifadeyle anlamlar bir kelimeden bir diğerine göçerler. Aslında pekala o anlama geliyorken, dilde kendine daha “şık” bir söyleyiş bulmuştur bazı kelimeler. Örneğe bakalım (Sf. 146);

Nina başucunda duran telefon rehberini alıp “Mezarcılar”ı aradı, elbette öyle bir kelime yoktu. “Cenaze Hizmetleri”. Genellikle Lewis’le [intihar eden kocası] paylaştığı türden bir öfkeye kapıldı. Mezarcı yahu, mezarcıda itiraz edilecek bir şey mi vardı?

Anlatıcı burada durmaz yalnız, devam eder (Sf. 161);

Bruce’un babasının [cenaze evini işleten] zamanında şirket, kentteki Büyük Victoria Dönemi evlerden birinde faaliyet gösterirken adı da Shore Cenaze Evi’ydi. Ve gerçekten de bir evdi; birinci ve ikinci katlarda Ed ve Kitty Shore, beş çocuklarıyla ferah ferah yaşarlardı.

Görünen o ki Munro’nun “profesyonel” dille, “pazarlama” amacıyla eğilip bükülen kelimelerle, dildeki ‘süslemelerle’ ilgili bir derdi vardır. Bu ve benzer örneklerde kelime vardır, oradadır ama anlamı uçup gitmiştir. Benzer bir örnekle Kolon-Kiriş öyküsünde de karşılaşırız. Öykünün ismi Brendan ve Lorna’nın “modern mimari” örneği evlerinden gelir. Çift için ama bilhassa Brendan için bu ev, bir gurur kaynağıdır. “Müteahhit bu üslupta mimarinin daima ön planda olduğunu” söylemiştir, “Brendan evi ilk kez görenlere mutlaka bunu aktarır, ‘çağdaş’ kelimesini de kullanır” (Sf. 228). Yani belki de günlük kullanımda “bazı” kelimeler, diğerlerinden daha havalı ya da daha mânâlıdır. Halbuki yakından baktığımızda kelime, anlamın yokluğunda yersiz ve gereksiz kalmıştır artık. Yok olsa daha iyidir!

Bu açıdan en iyi  örneklerden birine Hatırlanan adlı öyküde rastlarız. Bu kez Meriel’in ona bakıp büyüten teyzesini ziyaret ettiği huzur evinin adıdır sorun çıkaran: “Prenses Köşkü” (Sf.260).

“Aslında ‘köşk’ kelimesinin pek bir anlamı kalmadı, değil mi?” dedi Meriel. “Bir üst katı olduğu anlamına bile gelmiyor. Bir yerin aslında hiç öyle bir iddiası bile olmadığı halde farklı bir yer olduğunu zannetmemiz istendiği anlamına geliyor.

Eğer bir kelime gerçekliği yansıtmıyorsa, gösteren ile gösterilen arasında artık organik bir bağ kalmamışsa, anlamın hâlen o kelimede ikâmet ettiği iddia edilebilir mi?

  • Ne kelimeler sevdim, zaten hiç yoktular…

Söylenen kelimeler ile onların ilettiği anlamlar dışında, bazen de kelimeler yokluğuyla anlam kazanır anlatıda. Munro’nun karakterleri sıklıkla akıllarına takılan bir kelimenin peşinden giderler. Bazen kelimeyi hepten bulamaz, bazen de bilemezler bir kelimenin ne anlama geldiğini. Anlatı bu kelimelerin üzerinden akar, bazen dönüp tekrar aynı kelimeye gelir, bazen bir türlü hatırlanamayan kelime öykünün en sonunda, haniyse zamansız bir anda ve yerde gelir akla. Dedim ya; Munro, işin sırrını çok iyi anlamıştır, kurmaca metinler kelimelerle yazılır!

Bu anlattığım inceliğin bir örneğine kitabın son öyküsünde rastlarız. Eşi Fiona’nın, huzur evinde tuhaf bir samimiyet kurduğu Aubrey’nin evine, karısını Aubrey’yi huzur evine geri götürmeye ikna etmek için giden Grant’ın bir ara gözü evdeki perdeye takılır “Fiona’nın bu tür dökümlü perdeleri tarif etmek için kullandığı bir kelime vardı[r]”, gerçi Fiona “şaka yollu söyler”, “ama kelimeyi öğrendiği kadınlar ciddi kullanırlar” (Sf. 352). Grant kelimeyi hatırlayamaz bir türlü, ta ki oniki sayfa sonra bir anda aradığı “o” kelime aklına gelene dek: “Fon perde. Mavi perdeleri bu kelimeyle tanımlıyor olsa gerekti – fon perde”. 

Teselli‘den başka bir örneğe bakalım. Lewis’in öğretmenlik yaptığı okulda bazı veliler ve öğrenciler, yaratılış konusunda “dini anlatı”yı da dersine dahil etmeleri gerektiği düşüncesindedir. Fanatik bir “bilim insanı” olan Lewis, tüm varlığıyla karşı çıkar, bilimsel eğitim verilen bir okulda dini anlatıların yeri olmasına. Öyle ki sınıfta çıkan bir tartışmada sinirlerine hakim olamaz ve şöyle seslenir öğrencilerine (Sf. 154):

“Boşuna yırtmayın,” dedi. Daha sonra “kıçınızı” kelimesini gerçekten söyleyip söylemediği konusunda tartışma çıktı ama söylememiş olsa da öğrencilerin gücendiği kesindi; çünkü deyimin aslını herkes biliyordu.

Söylenmeyen, söylenmesine gerek olmayan kelimelere bir örnek bu. Anlamın kelimelere bağlı olduğu kadar, aslında onların varlığından bağımsız da olabileceğini gösteren bir Munro inceliği. Hatırlanan‘daki cenaze ziyareti sırasında yokluğuyla anlam kazanan bir kelime örneği daha yer alır. Cenaze sırasında aralarında Meriel’ın giydiği elbiseden bahseden kadınlar, cenaze sahibinin konuşmaya katılmasıyla sözlerine gem vururlar. Öyle ya bazı kelimeler bazı yerler için pek bir uygunsuz olabilir (Sf. 256).

“Meriel, elbisesinin kırıştığını söylüyordu” – “cenaze töreni sırasında” demedi- “ben de keten maalesef öyle oluyor, diyordum”.

Yazının bu kısmına kadar, kurmacanın kelimelerle yazıldığının bilincinde olan Alice Munro’nun bir zanaatkâr gibi her bir kelime üzerinde titizlikle çalıştığını örneklerle göstermeye çalıştım. Sadece kelimeler iyi bir kurmaca metin yazmak için yeterli değil elbette. Öyle olsaydı, iyi yazılmış bir sözlüğü de bir “edebiyat eseri” olarak görmemiz gerekirdi herhalde. Munro’nun öykülerinde de kelimeler sadece birer araç elbette, ama itina edilen, değeri verilen araçlar. Tek bir harfin bile önemli olduğunu hissediyorsunuz bu öyküleri ve yazarın diğer kitaplarını okuduğunuzda. Tüm hayatı boyunca tutarlı bir biçimde sadece öykü yazan, öyküleri ve karakterleri birbirine benzese de, asla kendini tekrar etmeyen, zira her bir parçanın bütünü zenginleştirdiği bir külliyata sahip “müstesna” bir yazar Alice Munro. Her kitabı, her öyküsü, her bölümü, her bir paragrafı, beher cümlesi ve her kelimesi, hatta tek bir harfi bile yabana atılmayacak çağımızın bir “büyük yazar”ı. Munro’yu harf, harf; kelime kelime okuyunuz…

Yorum yapmak ister misiniz?

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s