Bu Aralar İzlediklerim, Sinema
Comments 2

Force Majeure (Turist): Mücbir sebep sorumluluğu ortadan kaldırır mı?

Fransızca kökenli “force majeure” tanımlaması hukukun temel kavramlarından birisidir. Anglosakson ülkelerde “act of God” (Tr. Tanrı’nın eylemi) adını alan kavram dilimizde “mücbir sebep” olarak bilinir. “Mücbir” kelimesinin kökenine baktığımızda ise Arapça ‘cbr’ kökünden gelen kelime dilimizde “icbar eden, zorlayıcı” anlamına gelir. Hukuki bir sorumluluğun yerine getirilmesi yahut bir hakkın kullanılmasında, bilhassa meydana gelen doğal afetler sonucunda, soumluğu ve hakkın kullanımını ortadan kaldıran yahut erteleyen halleri ifade eder mücbir sebep. Ruben Östlund’un dördüncü uzun metraj filmi olan “Force Majeure (Turist)“inde gördüğümüz çığ hadisesi de işte böyle bir “mücbir sebep” olarak görülür. Yani “normal zamanlardaki” hak ve yükümlülüklerin karşılanamadığı, yürürlükten kalktığı yahut ertelendiği bir “kriz ânı”dır mücbir sebep. İsviçre Alpleri’nde kayak tatiline giden İsveçli ailenin “normal” hayatı da düşen çığ ile birlikte askıya alınır böylece. “Bu daha başlangıç“tır esasen, çünkü artık “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak“tır.

Cannes’da “Belirli Bir Bakış” bölümünde yarışıp Jüri Özel Ödülü’nü kazanan film, ilk bakışta bir “aile draması” yahut bir tür “gerilim filmi” olarak görünse de, aslında çok temel bir meseleye odaklanır: “Yaklaşan bir tehlikeye karşı nasıl tepki verirsiniz?“. Mesela dev bir çığ dalgası, ailenizle birlikte öğle yemeği yediğiniz sırada üzerinize gelse ne yaparsınız? Bir felaket karşısında ilk aklınıza gelen ne olur? Elbette bu sorunun sorulduğu çok sayıda insan ilk önce ailesini, bilhassa çocuklarını kurtaracağını söyler. Ama “felaket” başınıza geldiğinde vereceğiniz tepki farklı olabilir. Psikolojide bu duruma “bilişsel uyuşmazlık” adı verilir. Yani tutumlarınızla, tavırlarınız birbiriyle uyuşmuyorsa ya tutumunuzu ya da tavrınızı değiştirirsiniz. Filmde Thomas’ın yaptığı da budur. Aşağıda yer alan film kesitinden de görebileceğimiz gibi Thomas eşini ve çocuklarını bırakıp kaçar ve sonrasında hiçbir şey olmamış gibi tekrar masaya gelip yemeğine devam eder. Elbette “bu daha başlangıç”tır. Zira Eva yaşadığı bu “olağanüstü hâl”in travmasından kurtulamaz. Çünkü o andan sonra hiçbir şey olmamış gibi yapmak mümkün değildir.

Aslında bu sahne filmin çıkış noktasıdır, buradan açılarak temel meselesi olan insanın korunma içgüdüsü ile dayanışma duygusu arasındaki çatışma üzerinden toplumsal cinsiyet rollerine bakar Force Majeure. Bir erkeğin eşi ve çocuklarını bir tehlike anında bırakıp kaçması nasıl karşılanır? Kadın ille de vefakar ve sadık mı olmalıdır? Erkekler gerçekten ağlamaz mı? Erkeklik ve kadınlık toplum içinde temsilini nasıl kurmuştur? Toplumca belirlenmiş bu rollerden kaçınmak mümkün müdür? Bir kriz anından yola çıkıp bu soruların üzerinden geçerek en başa, insanın hayatta kalma içgüdüsü ile dayanışma duygusu arasında kalması konusuna geri döner film. Thomas, olayla ilgili olarak kendiyle yüzleşmekten kaçınır, adım adım bu gerginliğin ve beklenen kahramanlığı gösterememenin vicdan azabıyla hesaplaşmak zorunda kalır. “Çığ günü”nün akşamında Eva’nın otelde tanıştığı, onlar gibi İsveçli olan bir kadın (Charlotte) ve İtalyan erkek arkadaşıyla (Brady) yemek için buluşurlar. Eva yaşadığı şoku atlatamadığını gösteren bir tavırla, biraz histerik bir tonda bu meseleyi açar ve biraz da şaka yollu Thomas’ın onları bırakıp kaçtığından bahseder. Ne var ki Thomas aynı kanıda değildir, Eva ise bunun üzerine daha büyük bir şok geçirir. Olanla yüzleşememe bu bağlamda filmin dramatik örgüsünü oluşturur. Indiewire’a verdiği röportajda yönetmen bahsettiğim sahneyi “daha çok boşanmaya sebep olacağı umuduyla” çektiğini ve paylaştığını söyler.

Yüzleşememe ve utanç duygusu da aslında beklentilerle alakalıdır. Ona biçilen rolü iyi oynayıp, üstlenmesi gerektiği sorumluluğu üstlenmediğini içten içe bilen ancak bunu itiraf edemeyen Thomas, aslında kendinden beklenen “erkekliği” gösteremediği için suçlu hisseder kendini. Bu gerçeği kabullenemeyişi Thomas’ı gittikçe “erkeksi” temsillere sürüklenir. Çünkü “erkekliğini” kendisine ve çevresine ispat etmek zorunda hisseder kendisini. Bu yolda en büyük yardımcısı da arkadaşı Mats olur. Filmde “erkekliğin temsili” üç önemli sahnede belirginleşir. İlk olarak içindeki sıkıntıyı atmak için Mats, kayak için en uzak noktayı seçtiklerinde Tomas’a çılgınca bağırmasını söyler. Nasılsa etrafta kimse yoktur. Bu tavır aslında yaşamsal bir tepkidir -bir köpeğin havlaması gibi-. Bağırıp çağırdıktan sonra kendisini “daha erkek” hisseder sanki Thomas. Ne var ki, film “rahatlama ânı”nı öyle kolayca vermez seyirciye. Hemen bu sahnenin ardından bu kez “iki kafadar”ı bir “kayak bar”da görürüz. “Kendine güvenen, yakışıklı, karizmatik ve yalnız iki erkek” etraftaki kadınların dikkatini çeker elbette. Bir kadın onlara yaklaşıp, arkadaşının onları beğendiğinden bahseder. Thomas’ın keyfi gittikçe yerine gelir. Oysa birkaç dakika sonra aslında işin renginin öyle olmadığı çıkar açığa. Rahatlamak ve erkekliklerini ispat etmek için bir kez daha bağırıp çağırmaları mı gerekir? Evet! Bu kez “hamam bar”da, üstleri çıplak, ellerinde içkiler olan bir grup erkeğin arasında çılgınca bağırıp erkekliklerini sergilemeleri…

Force Majeure - Erkeklik

Filmde saflar kendiliğinden, cinsiyet temelli olarak ayrılır. Bir yanda Eva, Fanni ve Charlotte olarak “kadınlar takımı” vardır; öbür yanda Thomas, Mats ve Brady. Filmdeki “kadınlık temsilleri” belki de daha ilgi çekicidir. Bir yanda ailesini bir arada tutmaya çalışan Eva vardır. Kocasını her şeye rağmen affetmeye hazır görünür, kendisini kocasına ve çocuklarına vakfeden bir nevi “azize” rolündedir Eva. Çalışıp çalışmadığı bile belirsizdir. Daha çok çocukların eğitimi, tatiller gibi pratik işleri halleden “ideal eş”tir. Zira eşinin böyle şeylerle uğraşacak vakti yok gibi görünür. Tanıştığı İsveçli kadın rolünde olan Charlotte ile de aile ve kadınlık üzerine sohbet etmeye çalışır. Onun hayatı Eva’ya o kadar tuhaf ve uzak görünür ki… Nasıl oluyor da tek başına tatile çıkabiliyor ve oğlu yaşında hiç tanımadığı bir adamla tatilini beraber geçiriyordur? Çocuklarına ve eşine karşı sorumluluk hissetmiyor mudur? Nasıl suçluluk duygusuyla başa çıkıp, üstüne bir de bu durumdan keyif alabiliyordur? Charlotte “havai” kadın rolündedir, arzuladığını gerçekleştirme konusunda alışıldık kalıplara gönül indirmez. Aynı zamanda başarılı da bir “iş kadını”dır. Bu açıdan Eva’nın tam da zıddıdır. Denklemin öbür tarafında Mats’ın genç kız arkadaşı Fanni yer alır. Fanni yirmili yaşlardadır, o da kendisinden oldukça yaşlı Mats ile birliktedir. Özgürlüğüne fazlasıyla düşkün, biraz “çocuksu” bir kadındır Fanni. Aralarındaki belirgin farklara rağmen Thomas ile Eva arasında “doğal olarak” Eva’nın tarafını tutar. Ancak Mats ve Thomas arasındaki sıkı ilişkinin bir benzeri yoktur bu ikili arasında. Daha çok bir gönül bağı, aynı cinsiyetten gelmenin getirdiği “duygudaşlık”.

Filmin sorunsalı o kadar çarpıcı ve temeldir ki, bir kez aklınıza geldiğinde yanınızdaki kişiye o meşûm soruyu sormadan edemezsiniz: “Böyle bir şey olsa sen ne yapardın? Beni bırakıp kaçar mıydın? Yoksa gerçek bir kahraman gibi beni kurtarır mıydın?“. Mats’ın da dediği gibi “herkes kahraman olmak ister“. Öte yandan somut örnekler, böyle bir durumda sıradan birçok insan Thomas’a benzer bir tavır sergilediğini gösterir. Bu durumu hatırlatan Mats’dır. Bir yanıyla kendini ve Thomas’ı aklar bir ifadedir bu, diğer yandan hakikattir. Bir erkekten beklenen kahraman olmasıdır, erkek çocuklar süper kahramanlarla özdeşleşerek, kız çocuklar evcilik oynayarak büyü(tülü)r.

Film “Ve adam kadını kurtarır…” anlatılarının tam karşı cephesinde yer alır. Dahası, kadınlık ve erkeklik temsilini de aslında gözden kaçan bir noktadan ele alır. “Erkek olmak” kadının beklentisi üzerinden şekillenir. Halbuki, filmi bu “ideolojik” bakış açısından sıyırırsak, utanç ve hayal kırıklığı kalır yalnızca geriye. Toplumsal cinsiyet rollerinden bağımsız düşünüldüğünde de birlikte olan bir çiftin zorluklara karşı nasıl tepki verdiğidir asıl sorgulanması gereken. Filmin başrolünde eşcinsel bir çift olduğunu düşünseniz de, Thomas’ın tepkisinin ne denli bencilce olduğu bâki kalır. Yani “erkek” olduğu ve “kadını” korumadığı için değil, aslında hayat mücadelesinde beraber olduğu insanları bırakıp kaçtığı için Thomas suçludur. Oysa toplumsal cinsiyet rolleri gözlüğünü taktığımızda anlatı sadece “erkek” ve “kadın” rollerinin beklentileri ve hayal kırıklıkları üzerinden şekillenir. “Kadınlık” ve “erkeklik” rollerinden daha genel bir plana geçtiğimizde filmin mekân seçiminin aslında hiç de tesadüfi olmadığı görülür. Bu konuda filmin yönetmeni Ruben Östlund Indiewire’a verdiği ve Türkçe olarak Sükût Suikastı’nda yayınlanan söyleşide “doğa karşısında insanın ne kadar küçük olduğunu göstermek istedik” der. Zira geniş planda insanın doğa ile mücadelesindeki zayıflık, filmin ana arterlerinden birisidir.

İnsan istediği kadar doğayı kontrol edebildiğini düşünsün, doğaya diş geçiremez. İnsan doğası da benzerdir, Thomas kendi doğasıyla da yüzleşmek zorunda kalır bu anlamda. Çığın geldiğini gördüğünde ilk tepkisi, “merak etmeyin, bu kontrollü bir çığ“dır. Bu “kontrollü çığ”ı yaratabilmek için sürekli “kar bombası” kullanılır bu tarz kayak merkelerinde. Filmde sürekli duyulan “boom boom” sesleri de sabah olduğunda “turist”ler rahat kayabilesin diyedir. Tatil yerinin rahatlığı, İsviçre Alpleri’nin lüksü bomba sesleri, devasa dağlar, her yanı kaplayan karlar, bir ordu düzeninde çalışan kar küreme araçları ve doğa sahnelerinde kullanılan müzikle birleştiğinde rahatlatıcı bir mekân olmaktan çıkıp, son derece rahatsız bir atmosfere dönüşür. Oysa doğa ya da insan doğası karşısında kontrol ve denge sadece duruma özgü bir yanılsamadan ibaret olabilir. Bu yüzden iş yoğunluğu sebebiyle aile olarak yeterince vakit geçirmediklerini düşünen Eva ve Thomas çifti için aslında tatil onları bir araya getiren hoş bir andan, onları birbirinden tamamen ayıran bir kabusa dönüşür. Bu tarz kriz anları, özde yer alan ayrımları daha da derinleştirerek yarıkların büyümesine sebep olur. Östlund’un Indiewire’dak röportajında da dediği gibi bu tarz kriz anları yaşayan ailelerde boşanma daha sık görülen bir vakadır. Ama bu gerçekle yüzleşmek ve bunu kabul etmek zordur. Filmde Thomas’ın da kendini savunmak için dediği gibi “sonuçta hiçbirine bir şey olmamış, başlarına bir şey gelmemiş“tir, oysa gerçekte “olan olmuş ve her şey bitmiş“tir. Acaba gerçekten öyle midir?

2 Comments

  1. Geri bildirim: Ruben Östlund ve Johannes Kuhnke ile “Force Majeure” Üzerine: Kahramanlığın Noksanı | Sükût Suikastı

Yorum yapmak ister misiniz?

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s