Mehmet Pişkin’in hatırasına…
Terk edildim. Üç gün oluyor. Sesimi yerleştirecek hüzünlü bir ton arıyorum bunları söylerken. Gele gele Şener Şen’in şarkı söylediği bir filmi geliyor aklıma. Bir hastane odasında. Pijamalarıyla. Yüzünde donuk bir ifade. Aynı nakaratı, aynı tonlamayla mırıldanıyorum ben de: Terk edildim… Terk edildim… Derken, zoraki gülümsüyorum. Bir yandan da içim eziliyor. Zavallı Şener Şen, diyorum kendime.
Köpek, dizlerimde oturuyor. Ben de onunla konuşuyorum. Bir tek onunla konuşuyorum zaten üç gündür. Ben konuşmaya başlayınca kafasını kaldırıyor. Bir kaşı yukarıda, hüzünlü bir ifade yerleştiriyor yüzüne. Belki de bana öyle geliyor. Sonra derin bir nefes veriyor burnundan. Köpek de mi depresyona giriyor ne? Benim yüzümden. Her şey benim yüzümden. Başını öne eğip, gözlerini bir sağa bir sola çevirerek sessizce dinliyor beni. Bazen de sağ patisiyle, boynumdan kucağıma sarkan iple oynuyor. Üzülme Köpek, diyorum. Üç yıl önce almıştık seni, hatırlıyor musun? Karşıdaki bir barınaktan. İsmini koyarken çok zorlanmıştık hani. “Değişik” bir isim olsun diye. Sonunda ben dayanamayıp, “Köpek olsun o zaman, yeterince değişik!” diye çıkışmıştım. Ahmet’e… “Ahmet” der demez sanki kendiliğinden göz barajlarımın kapakları açılıyor. Gözyaşlarım sağanak yağmura dönüşüyor. Damlaya damlaya göl oluyor. İçimde fırtınalar kopuyor. Ruh halim mevsim normallerinin altında seyrediyor. Ne mevsimi be? Terk edilme mevsimi hahaha! Gördün mü Ahmet, sen yokken iyice “arabesk”e bağladım.
Duygu, bu halimi görmedin iyi ki. Görsen, kızım senin değil benim adım Duygu, diye çemkirirdin herhâlde bana. Ya Gözde? Ay Gizem, vallahi mutsuz olmak sana hiç yakışmıyor ha! Annem: Kızım ne olmuş yani terk edildiysen? Dünyanın sonu değil ya! Bak bana, baban öldü de rahata erdim. Sahi, niye öldün baba? Ya da şöyle mi demeliydim: “Baba, baba, beni neden terk ettin?”. Abim: Bak Gizem, ne bok yiyorsan ye, hiç karışmam, ama benim başıma iş çıkarma, annemi de üzme sakın! Ahmet: Gizem, ben devam edemiyorum artık, yoruldum! Ben de yoruldum Ahmet. Ben de devam edemiyorum işte.
Ve bayanlar, baylar karşınızda bendeniz Gizem Pektemiz’in pek acıklı hayat hikayesi. Üç perde tekmili birden! İlk Perde: Babanın Ölümü. İkinci Perde: Gizem’in Terk Edilişi. Ve son perde: Gizem’in Başarısızlığı. Acele ediniz, acele ediniz. Lütfen eşsiz izleyiniz. Hele de oyunumuza öpüşmek için sakın gelmeyiniz!
Ya, neler anlatıyorum ben? Bu mektubu da kendime benzettim sonunda. Ahmet, Köpek’i de kendine benzettin, demişti son kavgamızda. Her şeyi ve herkesi kendime benzetiyorum işte, ne var? Gizemlerle dolu bir dünya. Fena mı? Hahaha! Bence fena, diyor Ahmet. İçimdeki Ahmet, canım işte. Allah’ım yoksa delirdim de haberim mi yok? Bak sana Allah’ım diyorum!
Her neyse kafamı toplamalıyım. Söylemem, şey yani yazmam gerekenler var daha. Veda mektubu yazıyoruz burada. Kolay mı sandınız? Siz olsanız ne yazardınız mesela? Bunu hiç düşündünüz mü? Birisinin, düzeltiyorum: terk edilmiş, aman tamam be; babası ölmüş, terk edilmiş ve mutsuz birisinin ne yazmasını bekliyorsunuz ki! Evet, mutsuzum. Diğerlerini biliyordunuz zaten. Şimdi son gizemi de öğrendiniz. Mutlu musunuz? Ha! Evet, bu kucağımdaki ipi ve bu kefen gibi elbiseyi süs olsun diye taşımıyorum üzerimde. Zaten hiç yakışmadı. Evet, evet, evet! Doğru anladınız: İntihar etmeye karar verdim sonunda. N’olur kızmayın bana. Böyle sizi travmatik durumlara sokuyorsam da, affedin beni. Ama artık gitmem gerekiyor sevgili insanlar. Şey, taşınmak gibi düşünün. Öbür tarafta internet yok maalesef ama… Artık mektup yazarsınız siz de, benim şu an yaptığım gibi. Mektup elime ulaşmazsa diye endişelenmeyin. Hem ben nereden bileyim ki bu mektubun size ulaştığını? Gerçi şu an okuyorsanız ulaşmış demektir. Herhalde, of bilmiyorum inanın. Derya, Burak seni terk ettiğinde, terk edilmek dünyanın sonu değil yani, demiştik ya. Yalan söylememiştik inan ki. Ya ne deseydik? “Ne duruyorsun be, at kendini denize”, mi deseydik? Acaba öyle desek yapar mıydın?
Peki, peki… Son kez deniyorum bu mektubu toparlamayı! Hayatımı toparlayamadım, bari gitmeden mektubumu toparlayayım. Anne, babamın yanına gitmeyi seçtim diye bana kızma. Ben senin kara gözlü kızınım, değil mi? Öyle hatırla beni. İlkokulda, kara önlüklerin içinde, şekerini elinden düşürmüş gibi duran küçük kara kızın olarak. Abi, seninle hiç anlaşamadık. Çünkü sen kendi dondurmanı bitirip benimkine saldırırdın! Ama kırgın değilim sana da, kızgınım biraz sadece. Ama boş ver. Kızgınlık öbür tarafta geçiyormuş, diye duydum. Canım arkadaşlar, hepinizi öpüyorum. İçerken, bir kadeh de masada olmayanlara için yine, her zamanki gibi. Ben, o olmayanlardan olacağım işte, hepsi bu. Ha, bir de resim bırakıyorum size. Son ‘selfie’. Masaüstünde, görürsünüz zaten. Koray’a söyleyin de resmin arka tarafına siyah fonla “İntihar Hatıra$ı” yazsın benim için. Ben beceremedim çünkü ‘Photoshop’ta. Çok da uğraşmadım yani…
Ve Ahmet! Sana son bir sözüm var bebeğim: Biz artık ayrı dünyaların insanlarıyız ha-ha-ha.
***
Pekala, itiraf ediyorum: Başaramadım! Öyleyse neden devam ediyorum yazmaya? Şimdi ben bu mektubu ne yapacağım? Boş ver be Gizem! Yahu intihar etmek de ne zor şeymiş öyle! İpi boynumdan çıkarana kadar yüreğim daraldı vallahi. Neyse ki Köpek varmış. Yavrum dayanamayıp bana yardım etti de, kurtarabildim kendimi ipin boyunduruğundan. Erkek olsaydım, kendimi asmayı deneyip beceremedikten sonra, her gün kravat takarken ne hissederdim acaba? Aman, neyse ne. Ne demişler: “İntihar etmeyeceksek içelim bari!”. Şerefine Ahmet! Şerefinize dostlar! Şerefine dünya! Kahpe dünya! Ha-ha-ha!