Kaan Müjdeci’nin ilk filmi “Sivas” Venedik’te “Altın Aslan” için yarıştıktan ve bu festivalde “Jüri Özel Ödülü” aldıktan sonra birçok festivale konuk olup kazandığı ödüllerle birlikte geçtiğimiz günlerde gösterime girdi. İsmi ve ele aldığı konu, ayrıca yabancı festivallerde aldığı ödüller ve eleştirmenlerin konuya “yerel” bir motif olarak yaklaşmaları, belki de en temelde gerçekçi ve sert üslubu neticesinde film hakkında yine “sinemasal” olmayan tartışmalarla birlikte… Oysa bir anlatı ve bir sinema filmi olarak ele alındığında; “Sivas” bir ilk film olmasına rağmen olgun bir sinema örneği olarak görülebilir. Peki bu filmi nasıl değerlendirmeli?
Öncelikle filmin neyi anlattığı yahut ne ile ilgili olduğu üzerinde duralım. Aslan, Anadolu coğrafyasının ücra bir köyünde kendi halinde yaşayan, arkadaşlarıyla oyunlar oynayan, hayvanların bakımında abisine yardım eden, okula giden ve okuldan bir kız seven onlu yaşlarda bir çocuk. Çocuk, evet, bu nokta önemli. Zira filmin hikayesi yahut olay örgüsü Aslan’ın bir dövüşte yenildiği için, öldü sanılıp terk edilen Sivas adındaki köpeği sahiplenmesiyle birlikte erginleşme sürecinin hikayesi. Daha doğrusu bir “inisiasyon süreci”nin anlatısı. Çocukluktan ergenliğe geçişin. “Yetişkinliğin taşrası” denen çocukluktan ve çocuk dünyasından kopuş. Akşamları muhtarın evinde toplanıp gözü bağlı en hızlı silah söküp takmanın, bir yerlerde yapılan gece dövüşlerine katılmanın, kerhaneye gitmenin, erkekler arasında olmanın eşiği olarak çocukluk. Filme ancak bu açıdan yaklaşırsak; anlatının başında arkadaşlarıyla füze uçuran, saklambaç oynayan, okula gidip gelen Aslan ile filmin sonunda bir arabanın bagajında “şampiyon” köpeğiyle birlikte bir gece dövüşünden dönen Aslan arasındaki uçurumu daha iyi anlayabiliriz. Şüphesiz iki Aslan hiç de aynı değildir, evet içinde bir parça çocukluk, bir parça masumiyet, biraz vicdan ve çokça gurur kalmıştır ama Aslan artık yiğidin harman olduğu bu coğrafyanın bir erkeğidir sonunda. Film, Aslan’ın ve Sivas’ın hikayesidir. Bu benzerini sıkça gördüğümüz bir “çocuk ile köpeğin dostluğu” filmi değildir. Daha çok taşrada hayata tutunmaya çalışan “çocuk ile köpeğin mücadelesi”nin filmidir. Şimdi bu sürecin filmdeki izlerine bakalım biraz da…
Filmin ilk sahnelerindeki oyun sekansları ve sonrasındaki okula gidip dönme sahnelerine baktığımızda Aslan’ın ve abisi ile babasının köyde öyle pek de “muteber” sayılmadığı hissediliyor. Aslan arkadaşları tarafından itip kakılan, abisi köyün “mezcup”u gibi dolanan, babası varlığıyla yokluğu belli olmayan birisi. Aslan ne zengin, ne yakışıklı, ne boylu poslu ne de itibarlı. Dolayısıyla “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” müsameresinde de payına cüce olmak düşüyor, hem de sevdiği kız “prenses” olacakken. “Prens”in muhtarın boylu poslu oğlu olması ise hiç şaşırtıcı değil elbette bu ortamda. İşte Aslan’daki değişim bu noktada başlıyor. Bu durumu kabullenemiyor Aslan, “ben prens olmak istiyorum” diyor, olamayınca olamayacağını anlayınca öfkeleniyor, öfkesi kabarıp neredeyse bir isyana dönüşüyor. Derken köyün kıyısında düzenlenen bir köpek dövüşüne tanık oluyor Aslan. O ilk andaki ürkekliği, vicdanen rahatsızlığı, köpek için üzülmesi insanın içini burkuyor. Köpeğin öldüğünü ya da en azından bundan sonra “bir işe yaramayacağını” düşünen sahiplerinin ölüme terk etmesi ile vicdanı daha çok yara alıyor küçük Aslan’ın. Köpeğin yanına gidip ona bakıyor ve aslında merhametli mi yoksa hırslı mı olduğu biraz müphem bir kararla “Sivas”a sahip çıkmaya karar veriyor. Verili durumda prens olamayacağını anlayan Aslan, ilk başta pek de farkına varamıyor belki de “iktidar aygıtı”nı ele geçirdiğinin. Öyle ya “köpeğin iktidarı”nı ele geçireyim derken “iktidarın köpeği” olmak da var işin ucunda… Aslan, “Ben köpeğimi dövüştürmem” diyebiliyor örneğin kendinden emin bir tavırla Ayşe’ye. Analoji yaparak “sen çocuğumuz olsa onu dövüştürür müydün?!?” bile diyebiliyor. Ama ilk günaha davetiye çıkaran yine kadın oluyor bu anlatıda da. Muhtarın oğlunun havalı köpeği ile dövüşürse “iktidarı ele geçirebileceği”ni belki de prens bile olabileceğini (Beyaz köpekli prens!) imliyor Aslan’a.
Sonra ilk dövüş geliyor. İlk günah. İlk pişmanlık. İlk haz. Ve iktidarın ilk adımı. Söylemeye bile gerek yok: Aşk da bir iktidar alanıdır. İktidarın görünmezliği sebebiyle en sinsisi, en yozlaşmışı belki de! Büyümek istediğinden değil, aşık olduğundan Ayşe’yle evlenip çocuk sahibi olmak istediğinden kirlenir, “çakal olmaya özenir”, belki de Aslan. Bununla birlikte etrafından saygı gördüğünü anlamakta da çok gecikmiyor Aslan, köpeği Sivas sayesinde. İşte “çocukluğun masumiyeti” de buraya kadar sürüyor. Evet halen dövüşlerde içi gidiyor Sivas’a bir şey olacak diye. Onun yanından bir an bile ayrılmıyor. “Kurtlar”a yem etmek istemiyor köpeğini. Dövüşlerde kendinden geçercesine onu motive ediyor, belki de sözleriyle koruyor onu ölümün pençesinden. Ama nafile! Biliyor ki ne kadar çırpınsa da bu çark onu da köpeğini de bu pisliğin içine çekecek. İktidar, iktidar sahibi olmak, iktidar aygıtını ele geçirmek; aslında iktidarın bataklığına, ahlaksızlığına saplanıp kalmaktan başka bir şey değil. Gittikçe saygı görüyor, yetişkin “erkek”lerin dünyasına kabul ediliyor Aslan. Erkekliğin “erk” ile sıkı sıkıya bağlı olması neticede… Köpek kimdeyse muktedir olan o! Ama köpeğini ortaya koymaktan başka çaresi de yok Aslan’ın. Yine de bütün saflığıyla kendisini ve köpeğini bu dövüşten uzak tutabileceğine inanıyor Aslan. En sonunda bile. “Ben bundan sonra köpeğimi dövüştürmeyeceğim!” diye diklenebiliyor yetişkinlere. Ama bir kez iktidarı ele geçirdiniz mi, aslında ele geçenin iktidar olmadığını, sizin iktidarın eline geçtiğinizi, iktidarın tutsağı olduğunuzu anlamazsınız bile işte… Belki hiç bir zaman prens olamıyor Aslan ama muhtarın oğlunun erişemediği bir “sosyal statü”ye erişiyor. İktidarın sapkınlığı işte. Asla gitmek istediğiniz yere götürmeyen bir gemi erk dediğin.
Filmin başta söylediğim gibi çokça tartışılan ismi ve “köpek dövüşü” meselesine dair pek bir şey söylemediğim dikkatinizi çekmiştir belki de. Çünkü “Sivas” gibi bir film için bunlar “tali meseleler”dir. Filmin bu iki tartışma ile doğrudan olsa da derinden bir bağı yok. Film bir erginleşme hikayesini, büyümeyi, çocukluktan çıkıp erkekliğe geçişi anlatıyor. Hepsi bu kadar. Diğer konular elbette tartışılabilir, ancak filmin esinlediği ölçüde. Eleştiri geleneğimiz bir filme bir film, bir kitaba bir kitap gibi bakabildiği; metni ancak metinden çıkıp eleştirebildiği ölçüde gelişecek. Bunu akıldan çıkarmamakta fayda var. Size tavsiyem, tüm tartışmalardan bağımsız, gidip görün bu filmi, pişman olmazsınız…