Tanpınar’a olan ilgi, edebiyatımızın olağan seyrini izliyor bir bakıma. Önce ilgisizlik, suskunluk, yok sayma hatta hor görme; sonra herhangi bir çıkış noktasıyla yükselen tartışma; ardından birbirinebenzemezlerin sahiplenişi ve yazarla birlikte eserini işlerine gelen yerden çekiştirmeleri; sonrasında yine tartışma, “biz onu böyle bilmezdik”ler… Neyse ki, kırk delinin arasında çıkan birkaç akıllının özgün yorumuyla birlikte gelen anlama çabaları; derken tanınma, daha çok tanınma, daha geniş kitleler tarafından okunma, “şeyleştirme”ye varan bir aşırı ilgi ve en sonunda, (Tanpınar üzerine yazdıklarıyla önemli isimlerden Besim Dellaloğlu’nun bir kitabına verdiği isimde olduğu gibi) “Bir Tanpınar Fetişizmi” noktasına varışımız…
Bahsettiğim sürece tarihsel olarak baktığımızda 1970’li yıllara kadar, yani Tanpınar’ın ölümünden bir onyıl sonrasına kadar bir ilgisizlik, hatta yazarın kendi ifadesiyle bir tür “sükut suikasti” dikkati çekiyor. Geçmişe ve tarihe bakışıyla önceleri sağ kesimin dikkatini çekiyor Tanpınar, ki o dönemde her şeyde olduğu gibi edebiyat alanında da sağcı-solcu ayrımı en önemli kriter olarak görülüyor. 1970’li yıllarda Tanpınar’ın geçmişe ve Osmanlı kültürüne sahip çıkmasının, sandıkları kadar kötü olmayabileceğini anlayan solcular da ilgilenmeye başlıyor yazdıklarıyla. Haliyle bir sağcı-solcu tartışmaları çıkıyor sahneye. O yıllarda Huzur romanının yeniden basımı etrafında dönen tartışmalarda ikili bir diyalog bir hayli ilgiye mazhar oluyor. 1973 yılında Selahattin Hilav’ın Tanpınar üzerine yazdıklarına Hilmi Yavuz karşıt argümanlar üreterek bir yanıt veriyor. Şüphesiz Tanpınar’ın ne denli farklı okumaları mümkün kılan derin bir yazar olduğu da ilk kez bu düzeyli edebiyat tartışmasıyla açığa çıkıyor. Sonrasında ise bu yazıya da önemli ölçüde kaynaklık eden, Oğuz Demiralp’in 1979 yılında kaleme aldığı “Kutup Noktası” kitabı çıkıyor sahneye. Demiralp, bu kitabında Tanpınar metafiziğinin okumasını yapıyor bir anlamda. O zamana kadar pek önem verilmeyen şiirleri ve düzyazılarındaki şiirsellik üzerinden okumayı deniyor Tanpınar’ı. Ama daha da önemlisi tüm yapıtlarına bir bütün olarak yaklaşıyor ve orada kendini tekrar eden temalar üzerinden Tanpınar’ın yapıtındaki “gizli bağı”, “ilişkiler ağı”nı yahut yapıtın “ruhsal katmanları”nı keşfetmeye çabalıyor.
80’lerde gelen darbenin etkisiyle kabuğuna çekilen Türk aydını, Tanpınar’da kendini bulmakta gecikmiyor. Bu kez “öküz öldüğü için” sağ-sol kavramlarından görece bağımsız olarak tekrar gündeme geliyor Tanpınar’ın yapıtları. 90’lı yıllarda Demiralp’in bahsettiğim kitabı yeni bir baskı yapıyor, bu kez Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkıyor kitap. Asıl “ilgi patlaması” ise 2000’lerde geliyor. Yazarın yüzüncü doğum yılı olan 2001 yılında hiçbir promosyon yapılmaksızın satılan kitaplarının sayısı neredeyse daha önceki kırk yıldaki satışların toplamını yakalıyor (Bkz. Tanpınar Neden Moda Oldu?). Tabi bu ilginin ana faktörlerinden birisinin Huzur’un YKY tarafından yayınlanan eleştirel basımı ve sonrasında Tanpınar’ın yayınlanmamış yazılarından oluşan “Mücevherlerin Sırrı” ile birlikte öğrencisi Turan Alptekin tarafından yayına hazırlanan “Tanpınar’ın Ders Notları” kitaplarını da unutmamak gerekiyor. O zamanlar YKY Genel Yayın Yönetmenliği’ni yürüten Ayfer Tunç’un da sıklıkla belirttiği gibi, bu durum Tanpınar’a olan ilgide bir dönüm noktasını işaret ediyor, zira bu sayede daha önce Dergah Yayınları tarafından basılan kitapları sebebiyle eserlerine bir şekilde ilgi göstermeyen yahut dikkat etmeyen bir kitleyle yazarı buluşturmaya vesile oluyor. Yine 2000’li yıllarda dergilerde Tanpınar özel sayıları yayınlanmaya başlıyor. Özellikle 2003 yılında yazdığı “İstanbul” kitabında Orhan Pamuk’un en çok etkilendiği yazarların başında Tanpınar’ın ismini vermesi, hem yurtiçinde hem de yurtdışında Tanpınar’a olan ilgiyi arttırıyor. 2007 yılında günlüklerinin yayınlanması ile birlikte daha çok okunuyor ve daha çok tartışılıyor Tanpınar ve yapıtları. Derken 2010’lara geliyoruz, hemen her ay “Tanpınar hakkında” yeni bir ya da birkaç kitap yayınlanıyor.
Tanpınar Moda Mı Oldu?
Tanpınar’a olan ilgi elbette her Tanpınar okurunu sevindirmesi gereken bir şey olarak görülebilir ilk bakışta. Ne var ki, bu ilginin bir “popüler nemalanma”ya dönüşmemesi kaydıyla. Dahası bu ilginin niteliği ve hem Tanpınar’ın yapıtına, hem de daha geniş planda edebiyatımıza kattıklarına da bakmamız gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında artan Tanpınar ilgisinin niteliğini Gökhan Yavuz Demir’in Ayraç Dergisi’nin Nisan 2013 tarihli 42. sayısındaki makalesi oldukça çarpıcı biçimde özetliyor esasen (bkz. “Entellektüellerimizin Tanpınar İle İmtihanı“).
Handan İnci’nin verdiği bilgiye göre Tanpınar üzerine yazılan makale sayısı bin civarındayken, kitap sayısı otuza yakındır. Keskin bir analiz gücü olduğu yazdığı her satırın yankısından belli olan eleştirmen Emre Ayvaz ise, bu çalışmaların genel karakteristiği hakkında sadece şunu söylerken bile beynimize taze kan pompalıyor: “…hakkında yazılanlar (hakkında en çok yazılan Türk yazarlarından biri olsa da) çoğunlukla taze bir şey söylemiyor.”
“Neden taze bir şey söylemiyor peki?” diyerek sorgulamaya devam ediyor Demir. Çünkü yukarıda özetlemeyi denediğim tarihsel süreçte olduğu gibi yazar ve eseri üzerine yapılan çalışmalarda o bilindik duvara gelip çarpıyor, bildiğimiz yahut akademik dünyadan dişimize uygun bulduğumuz için ödünç aldığımız kavramlarla değerlendirmeye çalışıyoruz Tanpınar’ın yazdıklarını. Söz ettiğim makalede Tanpınar üzerine yapılan çalışmaları şöyle özetliyor Demir;
En belirgin özelliği “makûl olmamak” olan bir edebiyat veya düşünce eleştirisi geleneğinin analizi de ya Tanpınar’ın kültürel muhafazakârlığını yahut “entelektüel yalnızlığını” öne çıkarmak ve ardından bu muhafazakâr veya entelektüel dışlanmışı, eksiği gediği bulunmayan bir artistik düzeye ulaşmış bir sanatçı olarak selamlamaktan öte gitmiyor.
Bu noktada Demiralp’in söylediklerini de hesaba katmamız gerekiyor: “Tanpınar’ı değeri bilinmemiş, harcanmış bir aydın simgesi olarak değil, kültürümüzün sürekli olarak yararlanabileceğimiz bir gömüsü olarak görmeliyiz.” (Sf. 18). Evet, Tanpınar’ın kendisnin de yaşasa pek hoşlanmayacağı bir tutumdur bu. Aklıma şu anekdot geliyor hemen. Dostu Adalet Cimcoz, bir kitabının yayınlanması vesilesiyle Tanpınar hakkında bir gazete yazısı yayınlar, o yazıda kullandığı “Hamdicik” nitelemesine çok kızan Tanpınar ise yanlış hatırlamıyorsam günlüklerinde şu satırları yazar: “Adalet’in yazısı güzel değildi. Şairden, şairin hastalığından böyle bahsedilmez. Kadıncağız yarım sütunu doldurma gayretiyle neredeyse beni cami kapısına bırakılmış piç yapacaktı. Hele o ‘Hamdicikler’…”. Hal böyle olunca da bir bakıma Tanpınar’ı okuyarak reddediyor, dikkate alarak görmezden geliyor ve onun hakkında konuşarak aslında “sükut suikastı”nı devam ettiriyoruz. Neden? Cevabı Demir’in yazısından alıntılayalım yine;
Neredeyse bütün Türkiye söz birliği etmişçesine Tanpınar’ı hep aynı yorumların perspektifinden, hep aynı yerden, hep aynı şekilde ve tek bir ağızdan okuduk. Bu cinnet değilse de bir tür sükût suikastiydi kesinlikle. Eserinin yeni anlamlar üretmesine izin vermeyerek, aslında Tanpınar’a kendiyle çelişme imkânını çok gördük ve eserini bu kez de bir tek-sesliliğe mahkûm ettik.
Bir Kültür Hazinesi Olarak Tanpınar
Tanpınar üzerine yazdığı “Kutup Noktası” ile dikkatleri üzerine çeken Oğuz Demiralp’ın geçtiğimiz ay Yapı Kredi Yayınları’ndan yine Tanpınar hakkında yeni bir kitabı yayınlandı, kitap “Tanpınar’a Biraz Huzur Verelim” başlığını taşıyor. Kitabı okuduktan sonra, birkaç yıl önce okuduğum “Kutup Noktası”nı da tekrar okuma gereği hissettim doğrusu. Ve Demiralp’in daha önceki yazılarımda da yararlandığım Tanpınar okumalarından hareketle Tanpınar hakkında yeni bir yazı yazmak istedim. Hem Tanpınar hakkında “yeni” ne söylenebilir, hem de daha kapsamlı bir şekilde bu “kültür hazinesi”nden nasıl daha iyi şekilde faydalanabiliriz, bunlar üzerine düşünmek için…
Demiralp, “Bir okurun sevdiği yazarı okumaya, onun üzerine bir kitap yazmakla nokta koyamayacağını anladım sonunda.” diyerek gerekçelendiriyor bu kitabı yayınlamasını. Kitapta onsekiz yazı yer alıyor. Yazıların büyük çoğunluğu daha önce dergilerde, gazetelerde yahut önsöz gibi kitap bölümleri olarak yayınlanmış, bazısı da bu kitapta ilk kez yayınlanıyor. En eskisi 1999 yılında, en yenisi ise 2014 yılı Nisan ayında yayınlanmış ya da kaleme alınmış bu yazıların. Ancak bu yazılar tematik bir bütünlüğü temsil edecek biçimde seçilmemiş. Daha ziyade Demiralp’in “Kutup Noktası”nı yazdıktan sonra 2000’li yıllardaki Tanpınar okumalarından çıkan denemelerin bütünü olarak bakılmalı. Ayrıca ilk kitap ile bunun arasında da ortak izlekler olsa da bir “devam kitabı” değil “Tanpınar’a Biraz Huzur Verelim”. Dolayısıyla bütünsel bir “Tanpınar kitabı” olarak değil, “Tanpınar üzerine 18 fragman” olarak ele almak daha doğru olur bu eseri. Bir okur olarak kitabı bitirdiğimde, keşke yazılar bir seçme ve yeniden düzenleme işleminden geçirip basılsaydı diye düşündüm açıkçası. Çünkü bazı yazıların bu kitapta yer almasına öyle enikonu gerek olmadığı görülüyor. Daha önce “Kutup Noktası”nın 2001 yılındaki ikinci baskısında da yer alan “Aydaki Adam” yazısı ile birlikte eleştirel olarak en tatmin edici yazı “Yeniden Huzur”. Ayrıca “Bir Türk Aydını Olarak Mümtaz” yazısı da Huzur’un hala yeni okumalara imkan tanıyan, oldukça derin bir yapısı olduğunu bir kez daha gösteriyor bizlere. Kitaba ismini de veren yazıda Demiralp, son yıllardaki Tanpınar ilgisinin neliğine dair bir hayli ilginç bir anekdot aktarıyor. Günlüklerinin yayınlanmasının ardından bir kitapçıda oldukça tanınmış bir öykücümüze rastladığını, kadının satış görevlisine “Tanpınar’ın Defterleri”ni sorduğunu ama ne kitabın ne de yazarının ismini hatırlayamadığını anlatıyor. Buradan hareketle ise günlüklerin içeriğinin açığa çıkması ile başlayan “Biz onu böyle bilmezdik” tartışmalarına değinerek, bir sanatçının hayat hikayesi yahut notlarının ancak onun edebi kişiliği ve yapıtı üzerinde bir etkisi varsa, bu etkiyi değerlendirmemiz gerektiği, edebiyat üzerinde edebi olmayan tartışmaların yersizliğinin altını çiziyor yazar. Ne var ki, kitapta yer alan “Tanpınar’ın Erotizmi” yazısında Tanpınar’ın günlükleri ve mektuplarından yola çıkarak “genç kızlara olan ilgisi”ne geliyor. Üstelik ahlakçı (kendi deyişiyle “aktöreci) davranarak, bunu görmezden gelemeyize getiriyor sözü. Dahası Tanpınar’ın meclis günleri yahut edebiyatına yansımayan diğer kişisel yönleri üzerinde de “edebi olmayan” tartışmalara girebiliyor zaman zaman Demiralp bu kitaptaki yazılarda. Şüphesiz bu durum da kitabın kendisini olumsuzlayan, deyim yerindeyse kendi kendine çelme atan bir tutuma kaymasına sebep oluyor ki, Demiralp’in değerli yorumları bir an perde arkasına çekilebiliyor. İyisi mi, biz buralara daha fazla takılmadan, kitabın çizdiği Tanpınar portresini okumaya çalışalım.
Daha önce Demiralp’in Tanpınar’ı “anlaşılamamış bir yazar” olarak değil de “her zaman yararlanılacak, dönüp dönüp okunacak bir yazar” olarak görmemiz gerektiğini söylediğinden bahsetmiştim. Bu anlamda aslında “Tanpınar Neden Önemlidir?” yazısı da kitabın bütünleştirici noktası olarak ele alınabilir. Demiralp’in cevabı şöyle: [Çünkü Tanpınar] “Türk iç insanını kurmaya, bu insana tarihsel boyut kazandırmaya çalışmıştır” (Sf. 10). Peki, bu “iç insan meselesi” neden önemlidir? Her şeyden önce “hepimiz bir şuur ve benlik bunalımının çocuklarıyız” diyen Tanpınar’ı ve “Tanzimat’tan bugüne ortadan ikiye ayrılmış vaziyette” yaşayan kendimizi anlayabilmek için. Ahmet Hamdi Tanpınar, yapıtlarında her şeyden önce “devam zinciri“nden, “değişerek devam etmek, devam ederek değişmek“ten bahseden gerçek bir entellektüel. Bu anlayış onun tarihimize bakışını da belirliyor. Sadece iyi bir edebiyatçı, iyi bir yazar değil Tanpınar, aynı zamanda iyi bir tarih okuyucusu da. “İç insan”dan “halis kültür”den yahut “Türk Ruhu”ndan bahsederken de aslında “Sadece fütühuatçı bir millet olmadığımızı, bir kültür medeniyeti yarattığımızı en geniş manada göstermek” istiyor Tanpınar (Sf. 21). Tanpınar’ın ısrarla yanlış yorumlandığı noktalardan birisi de bu “geçmiş merakı”dır işte. Oysa Demiralp’in de hakkıyla ortaya koyduğu gibi, “Geçmişin sürmesinden ya da sürdürülmesinden değil, bugünkü öznenin geçmiş ile bağlanmasından söz ediyor Tanpınar” (Sf. 30). Tanpınar’ın “Osmanlıcılık” yahut “kültürel muhafazakarlık”dan ayrıldığı nokta da bu. Geçmişi idealize yahut romantize etmeden görmek gerektiğinin farkında Tanpınar, onun milliyetçiliği de bu yönde; “Gerçek memleket sevgisi onu olduğu gibi görmektir” diyor Tanpınar (Sf. 43). Demiralp şu sözleriyle Tanpınar’ın geçmişe bakışını çok iyi değerlendiriyor zaten: “Tanpınar geçmişçi (passeiste) değildir. O eski zamanlarda bir an bile yaşayamayacağını da söylemiştir. Geçmişten kalanları da kendine katarak bir “ruh bütünlüğü kurmak” istemesi onu tutucu yapmaz” (Sf. 110).
Burada özetleme imkanı da gereği de olmayan diğer yazılarında da hem Tanpınar’ın hem de yapıtlarının farklı açılardan okumasına girişiyor Demiralp. Şüphesiz her Tanpınar okurunun birçok şey öğreneceği, yeni bakış açılarından Tanpınar ve yapıtını yeniden okumaya girişmesini sağlayacağı bir derleme Demiralp’ınki. Tanpınar’ın bir edebiyatçı, bir şair, bir estet, bir “Boğaziçi Sevdalısı”, bir mimari meraklısı, bir Bergson takipçisi, bir musikişinas, ezcümle oldukça donanımlı bir kültür adamı olduğunu göstermesi bakımından önemli bir kitap.
Son olarak lgilenenler olursa; Tanpınar ve eserleri hakkında daha önce yazdığım yazılara da göz atarak, yazar ve yapıtıyla ilgili burada tekrarlamak istemediğim kimi bilgileri bulabilir, diyerek bu yazıyı burada bitirelim. Bkz. “Saatler Nereye Göre Ayarlanmalı?“, “Dönem Ruhu: Tanpınar ve Nazım Hikmet Üzerine“, “Sevdiğim Yazarlar: Tanpınar’daki Şahsi Masalımız“, ve günlüklerinden yola çıkarak yazdığım üç yazı, sırasıyla; “Tanpınar’ın Ahmet Hamdi’si: Günlüklerin Işığında“, “Tanpınar’ın Ahmet Hamdi’si: İlk Avrupa Seyahati“, “Tanpınar’ın Ahmet Hamdi’si: Parasızlık ve Diğerleri“.
Geri bildirim: 2014 Yılının Öne Çıkan Kitapları | sinedebiyatro