Zor bir gün geçirdiğinizi mi düşünüyorsunuz? Bir de Cem’e sorun! Eşi Serap, Kalıcı Bitkisel Durum’da. Gazeteciliği bırakıp, karısının bakımını üstlendiği için uzun süredir evden çıkmıyor. Zihni bulanık. Aksi gibi o gün de başına gelmeyen kalmıyor. İlk önce Serap’ın arkadaşı, Gamze uğruyor eve. Mutsuz olduğunu söylüyor, detaylı konuşamıyorlar, sonraya erteliyorlar. Sonra, Serap’ın, annesini ve kendini terk ettiği günden bu yana görüşmediği babası geliyor ziyarete. Ziyaretinin sebebinin “miras meselesi” olduğu anlaşılıyor. Hani Serap ölüm döşeğinde ya! Sonrasında Cem’in gazeteden asistanı -ve “kazadan önce” aralarında duygusal bir yakınlaşmanın olduğu- Aslı’nın mektubu ulaşıyor eline. Binbir gizem, binbir soru, binbir hikayeyle birlikte… Akşamına, Cem’in isteği üzerine, bir zamanlar gündeme taşıdığı bir üçüncü sayfa haberinin kahramanı Neşet Akıncı, geliyor eve. Onunla yaptığı görüşmede, zaman zaman hissettiği “hayatındaki garip simetri” daha tuhaf bir hal almaya başlıyor. Sanki her şey mistik bir rüya gibi. Cem hayal ile hakikat arasında, Berzah‘ta var oluyormuş gibi…
Görsel: René Magritte, Les reveries du promeneur solitaire (Tr. Yalnız gezginin düşleri), 1926.
Belki de tuhaf bir giriş oldu ancak bu kitabı başka türlü anlatmam imkansız gibi görünüyor. Zihnin katmanlarından yola çıkan, buradan anlatının farklı katmanlarına varan bir roman var çünkü karşımızda. İlk olarak şu soruyu yanıtlamamı istiyor olabilirsiniz: Bu roman neyi anlatıyor? Cem’in, bitkisel hayata giren eşi Serap’a karşı sergilediği müthiş fedakarlığı mı? Serap ile Cem’in “ne büyük aşk”ını mı? Ya da Cem’in ıstırapı, Serap’ın trajedisini mi? Cem’in, geçmişin hayaletleri ile boğuşmasını mı? Aslı ile Cem arasında önemli bir gündem maddesi olan “Kutsal Emanetler, Mimar Sinan, Ayasofya, Meryem Ana” dörtgeninde seyreden; İslam ile Hristiyanlık arasında ortak figürlerden yola çıkarak “Doğu ile Batı arasındaki Türkiye”yi mi? Ya da Cem’in, “mistik deneyimler” diye adlandırmayı tercih ettiği ve Neşet Akıncı’nın anlattığı dini hikayeler ve tecrübe ettiği garip deneyimleri mi? Yaratıcı ve yaratılan arasındaki ilişkiyi mi? Kurmacanın doğasını ve yaratıcı yazarın haleti ruhiyesini mi? Yoksa en geniş anlamıyla “hayatın anlamı”nı mı? Sahi neyi anlatıyor bu roman!
Aslına bakarsanız bu sorulara cevap veren metinler yazmıyor Murat Gülsoy. Daha çok bir okur olarak sizin de bu soruları kendinize sormanızı istiyor. Yarattığı kurmaca anlatının içine okurların da girmesini, o dünyayı beraber anlamlandırmalarını bekliyor. Bu anlamda okuru anlatı karşısında tarafsız bir gözlemci konumundan çıkarmayı istiyor. Tüm bu sorulara verilebilecek hazır yanıtlarımız yok elbette, ne okur ne de yazar olarak, ne kurmacada ne de gerçek hayatta.
Bir gün bir ömre bedel…
Bir rüya sahesiyle başlıyor anlatı. “Öncesinde” bölümünde anlatılan Cem’in rüyasının bittiği yerde Serap’ın kabusu başlıyor. Sonra “Berzah’ta” bölümü geliyor ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünen “Cem’in bir günü”nü okuyoruz. Romanın farklı katmanlarını anlayabilmek için öncelikle hikayenin ana kahramanları Cem ve Serap’ı tanıtmakla başlamak gerekiyor belki de. Cem ve Serap, yazarın daha önceki öykülerinden tanıdığımız karakterler, daha önce Âlemlerin Sürekliliği (ve Diğer Hikâyeler) yazımda bu konuya değindim, ilgilenen o yazıya bakabilir. Cem başarılı bir gazeteci, Serap ise bir iş kadını. O feci kazadan önce öylelermiş yani. Sonra bir gece Taksim’de Serap’a bir araba çarpmış. Bitkisel hayata girmiş kadın. O gün bu gündür de etrafında olup bitenden habersiz uzun bir uykuda. Ya da tıbbi adıyla söylersek PVS (İng. Persistent Vegetative State), yani Kalıcı Bitkisel Durum denen halde yatağında yatmakta.
Cem, hastaneden çıkarıp gerekli koşulları sağladığı evin bir odasına yatırmış eşini. Serap’ın durumu belirsiz, yıllar sonra da uyanabilir, hiç uyanmayabilir de. İşte hikaye bu atmosfer içinde tek bir gününü anlatıyor Cem’in. Ama hani “bir gün bir ömre bedel” derler ya, o türden bir gün bu. Yazının girişinde özetlemeye çalıştığım gibi gün içerisinde karşılaştığı çeşitli kişiler ve “zihnin yangın yerinden kurtarılmış parçalar” ile birlikte hayal ile hakikatin, uyanıklık ile rüyanın, gerçek ile kurmacanın eşiğine geliyor Cem. Uzun süredir evin dışına çıkmaması, içinde bulunduğu durum da göz önüne alınırsa, zihinsel bir sorgulamaya ve anılarla mücadele etmesine sebep oluyor. Serap’la ilişkileri, kazadan önceki gece gelen itiraf da göz önüne alındığında Cem’i sarsıyor doğal olarak. İlişkilerini ve kendini, daha çok kendi hayatını, sorguluyor. Ağbisi de bir trafik kazasında ölmüş Cem’in. Bütün bunların bir anlamı olmalı, duygusuna kapılıyor ister istemez. Sözün özü, Cem’in ruh hali biraz “gel-git”li.
Görsel: René Magritte, Le mal du pays (Tr. Nostalji ya da Sıla Özlemi), 1940.
Serap bitkisel hayata girdikten sonra olabildiğince soğukkanlı yaklaşmış esasen bu konuya. Doktorlarla konuşmuş, çeşitli araştırmalar yapmış, kısacası o ilk şaşkınlık anı geçtikten sonra yeni bir düzen kurmuş. Ve bunu devam ettirmeye, Serap’ı olabildiğince yaşatmaya çalışıyor. Ancak bunu bir üstünlük, yahut bir fedakarlık olarak görmüyor. Bu tavrı en yalın ifadeyle anlatıyor anlatıcı: “Cem’in durumu son derece netti. Buradaydı ve yapması gerekenleri yapıyordu. Bu davranışlarının kökeninde ne büyük bir aşk ne de ahlaki olarak doğru davranma arzusu vardı.” (Sf. 174). Zaman zaman, sevgilisinin (aslında eşi) öldüğünü de düşünüyor. Başka bir kadına yakınlık hissediyor, Serap’ın ortağı Ertan’a karşı hissettiği türden bir yakınlık belki de. Dolayısıyla “politik doğrucu” karakter romanı değil bu. Yani sevgi ya da aşk, sadakat ya da aldatma, fedakarlık yahut kendini adama, çıkarcılık, aile olma, terk etme, terk etmeme tüm bu durumları da olabildiğince açık yürekli ve cesur bir şekilde sorgulayan bir anlatı. Zihinsel sorgulamanın bu kadar yoğun olması da Cem’in zihninde çatlaklara sebebiyet veriyor haliyle. Zihninde Serap’la konuşuyor örneğin, sanki Serap konuşabilirmiş gibi, onun yerine sorular ve cevaplar seslendiriyor “zihninde kurmuş olduğu bu ruh tiyatrosu“nda (Sf. 95). Hatta Serap’ın kalkıp oturma odasına geldiği, yahut telsizden ona seslendiği sanrısına kapılıyor. Etrafındaki her şey garip gelmeye başlıyor gitgide. Sanki…
Sadece Serap ile Cem arasındaki “aşk/sevgi/sadakat” ilişkisi değil elbette romanın konusu. Aynı zamanda Cem’in Aslı’ya olan ilgisi üzerinden gençlik ve orta yaşlılık, heyecan ve istikrar, sevgi ve birliktelik üzerine düşünmekle kalmıyor metin. Aslı ile üzerinde çalıştıkları haber konuları üzerinden tarih, mit, efsane, kutsal ve din meselelerine de bağlanıyor. Aslı’nın mektubunda ise tüm bir hayatın sorgulanışına tanık oluyoruz Cem’le birlikte. Sonra Serap’ı terk eden babasının ziyareti, insanın en zor şartlar altında bile nasıl umarsızca kendini düşünebildiğiyle ilgili en çok. Sonra aile olmakla ve de aşık olup aileni terk etmekle. En çok terk etmekle, terk edeceklerinin yanı başındayken bile… Bence Cem’in Neşet Akıncı ile görüşmesiyse sadece “son round” olduğu için değil, aynı zamanda anlatının mistik tarafının temeli olduğu için de özel bir ilgiyi hak ediyor. O yüzden bu kısma bir sonraki bölümde değineceğim.
Konu hiçbir şeydir, üslup her şey…
Kitabın mistik yönü inanılamayacak kadar kuvvetli olan son bölümüne geçmeden önce Gülsoy’un anlatıdaki üslubundan bahsetmek istiyorum biraz. “Sevgilinin Geciken Ölümü”nde, Murat Gülsoy gerçekten oldukça hassas bir durumu trajik hale getirmeden, yahut melodrama savrulmadan, olduğu gibi, olması gerektiği gibi anlatabilmeyi başarıyor. Anlatıyı “fedakar bir erkeğin dramı”, yahut “aşkın büyüsü” kolaycılığına hiçbir zaman düşürmüyor. Yukarıda Cem’in Serap’a bakışına nasıl yaklaştığını alıntılamıştım. Yani ahlaki olarak doğru olduğu için bakmıyor bitkisel hayattaki eşine, yahut dinsel bir sevap/günah algısı için de değil, zira kitabın bir yerinde tanrıya inanmadığını açıkça söylüyor. Yahut eşine bakmasını bir toplumsal zorunluluk olarak da görmüyor, etrafındaki herkes elini çekmiş gerçi bu durumdan, muhtemelen (genetik) ailesi bakacak değil Serap’a, ama bunun lafını bile etmiyor Cem. Serap’a ben bakacağım ve bu kadar, diyor. İstese bir hastane yahut özel bakım evine de yatırabilir Serap’ı. Ama daha da ilginci, bu yükü Serap’a duyduğu aşk yüzünden de almıyor üstüne. Ancak kaderci bir tutumu da yok, “başa gelen çekilir” diyecek bir karakter değil Cem. Ezcümle bu durumu olduğu gibi kabulleniyor. Kitaptaki ifadelerden anladığımız kadarıyla bu iyi de bir bahane oluyor aslında onun için. Hayatın keşmekeşinden biraz uzak durmasına olanak veriyor. Her ne kadar Serap’ın bakımı ağır bir disiplin ve kendini adama gerektirse de… Hatta zaman zaman “kara mizah”a kayan oldukça ironik bir anlatıma kayıyor Gülsoy’un üslubu. Tahmin edebileceğiniz gibi oldukça ağır bu durumda Cem espri yapabiliyor, sanki eşi sadece yatakta dinleniyormuş gibi, ona günlük gazeteleri okuyor. Gülsoy anlatıyı öyle kuruyor ki, bir duygu sömürüsünün, yahut acıklı melodramın sığınacağı yer kalmıyor.
Yine üslubun bir özelliği yahut onu besleyen bir etmen olarak romanda kullanılan anlatı tekniğinden söz açmak istiyorum. Anlatı zamanını bir güne indirgeme tercihini yaptığınızda, doğal olarak, sadece olay örgüsüne bel bağlayamazsınız. Evet, bir günde Cem’in başına gelmedik şey kalmıyor belki ama, aynı zamanda inandırıcılığı arttırabilmek ve hikayeyi doğru kanalda akıtabilmek, gerekli yan hikayelerle besleyebilmek için zaman faktörünü en etkin şekilde kullanmanız gerekir. Hele de bütün anlatı bir evin içinde geçiyorsa. Doğrusu, yepyeni bir teknik bulmuyor elbette Murat Gülsoy. Ancak Ulysses gibi Mrs. Dalloway gibi kanonik metinleri hatırlatacak şekilde zamanda ileri ve geri gidişlerle, iç konuşma ve aktarma (bir karakterden diğerine olayın anlatımı) teknikleriyle; aynı zamanda mektup yahut efsane, mistik deneyimler gibi anlatı biçimleriyle tek bir gün ve tek bir mekanda geçen hikayeyi ve Cem’in zihninde olan tüm bu mücadeleyi dışa açmayı ve okuyucuyu da anlatının içine katmayı çok incelikli bir şekilde beceriyor. Zamanı ve sözü en ekonomik şekilde kullanarak, bu kadar etkileyici bir anlatıya imza atabilmek şüphesiz Murat Gülsoy’un bir yazar olarak ne kadar ehil olduğunu gösteriyor bizlere.
Görsel: René Magritte, La Reconnaissance Infinie (Tr. Sonsuz Yeniden Tanışma), 1963.
Bir son duygusu…
Kitapta son derece gerçekçi bir anlatım vardır. Örneğin Serap’ın durumu üzerine zaman zaman tıbbi açıklamalara yer verilir. Bunlar Cem’in durumu anlamak için kitaplardan, internetten araştırarak öğrendiği bilgilerdir. Ayrıca Cem’in Serap’ın bakımıyla ilgilenişini anlatan kısımlar da son derece açık bir biçimde anlatılır. Cem’in evde kurduğu bu “yeni düzen” son derece akla yatkın bir şekilde resmedilir. Aynı şekilde karakterler, birbiriyle bağları ve hayat hikayeleri de ziyadesiyle ikna edicidir. Ama yine de anlatının tümünde tuhaf bir his vardır. Evet her ayrıntı son derece gerçekçi ve akla yatkındır ama sanki gerçek değilmiş gibi, gerçek olamayacakmış gibi hissedersiniz. Hem de bu, travmatik bir durumdan kendinizi koruma amacıyla kaçmaya benzemiyordur. Daha çok Cem’le duygudaşlık kurarak tüm bu simetride, bir “hesaplılık” ve mistik bir “tutarlılık” görürsünüz. Cem’in başına gelen -o öyle görür bu durumu- iki kaza, Aslı ile kovaladıkları “Kutsal Emanetler” işi, karısını öldürdüğü gerekçesiyle yıllarca hapis yatan Neşet Akıncı’nın, yıllar sonra gerçek katilin suçunu itiraf etmesi sonucu serbest bırakılışı, Cem’in bir gazeteci olarak bu konuları gereğinden fazla “ciddiye alması”, Serap’ın asker emeklisi babası. Tüm bu hikayeler, sanki bir kurguymuş gibi gelmeye de başlar Cem’e. Ve sanki bu yoğun bir zihinde zaman zaman meydana gelen boşluklar, çatlaklar, yarılmalar olarak görünmeye başlar. Sanki bir Magritte resmine bakıyorsunuzdur. Karşınızdaki resmin tüm ögeleri olabildiğince gerçekçi, olabildiğince ikna edicidir. Ne kadar güzel bir resim, diye düşünürsünüz. Ama bu kompozisyonda tedirgin edici bir yan vardır, dile gelmeyen bir şeyler. İlk bakışta anlamazsınız nedenini. Sonra fark edersiniz, gerçek ögeler hiç de gerçekçi bir biçimde bir araya getirilmemiştir! Gördüğünüz şey bir resimdir, yapaydır, kurgudur. Ama inanırsınız, inanır ve sever, beğenir ve hatta hayran olursunuz. “Sevgilinin Geciken Ölümü”nün kurgusunu da buna benziyor işte. Gerçekçi ögelerin mistik bir şekilde bir araya getirilmesine…
Görsel: René Magritte, L’Empire des Lumiéres (Tr. Işık İmparatorluğu), 1953.
Anlatının başından beri zaman zaman hissedilen o metafizik yan, artık kitabın sonunda Cem ile Neşet Akıncı arasındaki diyalogda doruk noktasına çıkar. Artık anlatının, olay örgüsünün, karakterlerin sonu gelmiştir. Sanki bir rüyadan uyanmış, uyku ile uyanıklık arasındaki o tuhaf zaman dilimindesinizdir. Olan biteni anlamlandırmakta zorluk çekersiniz. Nerede olduğunuzu kavrayamazsınız bir an. Sislerin içinde yolunuzu bulmanız gerekir. Gerçekle karşılaşmaya hazır mısınızdır?
Neşet Akıncı, Cem’e şöyle der: “Acı çekiyoruz. Ama asıl acıyı çeken o. Biz ancak bir kitabın içinde yazılı olan bir hikayenin kahramanları olarak acı çekiyoruz. Sayfalar ilerliyor ve sıramız gelince yapmamız gerekeni yapıyor, bunları kendi irademizle yaptığımızı sanıyoruz…” (Sf 189-190). Bu cümleleri cezaevinde kapatıldığı bir hücrede yaşadığı deneyimleri anlatmak için kurar esasen. Ancak Cem olayın garipliğinin farkındadır. Karşısına oturmuş bu konuşan adam kimdir, artık cevabını bilemez. Bir şeyler söylemeye çalışır, ama daha ağzını açar açmaz, Neşet onun sözlerini tamamlar. Kimin konuştuğu, Cem’in kim olduğu, neden böyle bir hayatın içinde olduğu belirsizdir artık. Neşet Akıncı oyunu iyice açık edecek kadar ileri gider: “Yaratıcının yaşadığı tecrübelerden başka bir şey değiliz. Hayal ürünüyüz ve onun hayaliyiz. Hepimiz bir başkasının o hiç tanımadığımız ve asla da tanıyamayacağımız yaratıcının rüyasından başka bir şey değiliz. Büyük bir rüyanın içindeyiz. Çok büyük. İşte o yüzden Berzah alemi de denir rüyalara. İşte o yüzden hayatla öteki alemin sınırının adı da Berzah’tır. İşte o yüzden o sınırı akıl yoluyla aşamayız. İşte budur anlatmak istediğim.” (Sf. 190). İşte o yüzden Cem’in bir günlük ömrü bir türlü bitmez, “Berzah’ta güneş doğmaz da ondan“.
“Artık kime ait olduğu belirsizleşmiş olan ses sustu.” diye devam eder anlatıcı, “Tüm söylenen sözler geri gelmeyenlerin alemine karışarak yok oldu. Berzah’takiler için hatırlanması güç bir rüyadan ibaret olan gerçeklik, meçhul yaratıcının zihninde acının ve kederin ipliğiyle örülmeye devam ediyordu.” diyerek son noktayı koyar (Sf. 208).
“Sevgilinin Geciken Ölümü” hakkında tüm söyleyebileceklerim bu kadar esasen. Bir yandan da farkındayım, Neşet Akıncı’nın dediği gibi kitabın o müthiş sırrına ulaşamadığımı, “o sınırı akıl yoluyla aşamayız” çünkü… Şüphesiz anlatıdaki tarihi ve mistik ögeler üzerine, hastalık ve hasta yakını psikolojisi üzerine, sevgi ve bağlılık üzerine ve daha bir çok farklı açıdan okuması yapılabilir bu zengin metnin. Zira ilk romanı “Bu Filmin Kötü Adamı Benim” ile 2004 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanan Murat Gülsoy’un 2005 yılında yayınlanan bu ikinci romanı, ilkinden çok daha olgun ve sunduğu farklı katmanlarla daha derin okumalara imkan tanıyacak türden bir kitap, ki böyle olduğunu dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım işte bu yazıda. Haddimi belki de aşarak, edebiyatımızda Çağdaş Klasikler’den biri olacağı öngörüsünde bulunmaya cüret edeceğim bu romanın. Her ne kadar üçüncü baskısı yapılmış olsa da, gördüğüm kadarıyla çok fazla okunmadı, üzerine çok fazla düşünülüp yazılmadı “Sevgilinin Geciken Ölümü”nün. Oysa ele aldığı meseleler ve bunları ele alma biçimi ile çok özel bir yeri hak ediyor bu kitap. Popüler romanlar hakkında söylenen klişelerin akla gelmesini istemem ancak, roman sizi öylesine nefessiz bırakıyor ki, evet okuduktan sonra elinizden bırakıyorsunuz, ama birkaç hafta, belki de çok daha uzun bir süre aklınızdan çıkmıyor. Her okumada yeni bir gizini açacak, size farklı bir yön gösterecek, sizi bilmediğiniz bir duyguya, belki de gönüllü olmadığınız bir sorgulamaya götürecek bir metin.
Son bir söz olarak, bir itirafta bulunayım: beni en çok zorlayan yazılardan birisi oldu bu. Kitabı okuduktan sonra bir şeyler yazmak istedim ama sadece başlığı geldi aklıma ve de ilk paragraf. Başka hiç bir şey söyleyemedim uzunca bir süre. Mistik bir yanı var diyorum ya, işte ondan. Kitaptan çok etkileniyorsunuz ama bunu nasıl anlatacağınızı bilmiyorsunuz. Hani az önce uzaylı görmüş de mutfaktan “ne oldu?” diye seslenen annenize nasıl açıklayacağınızı bilemezsiniz ya, öylesi bir tıkanma. Günler geçti üzerinden, düşünmeye, tekrar dönüp okumaya, bir şeyler yazmaya çalıştım ama olmadı pek. Sonuç iyi ya da kötü, “BU KİTABI MUTLAKA OKUMALISINIZ!” demek için yazdım bu yazıyı…