Aşağıdaki öykü, Notos dergisinin Ağustos-Eylül 2014 tarihli 47. sayısında yer alan “Bu resmin öyküsünü yazar mısınız?” adlı çağrıya cevaben yazılmış, ancak gönderilen öyküler arasından seçilerek yayınlanma şansına sahip olamamıştır. Öykünün bilgisayarımın bir köşesinde unutulup gitmesine razı olmayı beceremediğim için, blogumda yayınlamayı tercih ettim. Varsa görüş, yorum ve eleştirilerinizi merakla beklerim. İyi okumalar!
“Genç ölülere yer açın!” diye bağırıyordu Katia alt kattan. Sanki –genç ya da yaşlı!– ölülere yer kalmış gibi… Sonunda ölüler her yeri kaplamıştı işte. Sıkılmıştım artık oynadığımız bu zavallı oyundan. Son zamanlarda hakkımızda garip laflar dolaşmaya başlamıştı etrafta. Hepsi Rosa’nın anneannesinin, bir ölü kadar çirkin ve yaşlı şu Yahudi kadının başının altından çıkıyordu besbelli. Geçen gün “artık şu ‘ölü işi’ne bir son verseniz” demişti, ‘ölü işi’ni kendine has iğneleyici bir tutumla ve bozuk Almancası ile vurgulayarak. Bu olayı anlattığım Edward, “Ne oldu? Daha birkaç hafta önce verdiğimiz amme hizmetinden gayet memnundunuz Frau Ardel, diyemedin mi?” diye çıkışmıştı bana. Kadın, Albert ya da Rosa’dan aslında ölülerle ne yaptığımızı mı öğrenmişti aceba? Nerden aldıysak Albert denilen şu vahşiyi eve! “Ne var, hem ölüleri taşımaya yardım eder, hem de karnı doyar fena mı” diyerek kandırmıştı bizi Katia. Hem yakında havalar soğuyacaktı, şömineyi yakıp karnımızı doyuracak birine ihtiyacımız vardı. İşte geldiğimiz nokta! Edward, ben, Katia ve Albert bütün gün ölülerle uğraşıp duruyorduk.
Her şey ‘masumane’ bir oyun olarak başlamıştı halbuki. Ben dergilere hikayeler yazıyordum, Edward fotoğrafla ilgileniyor, Katia ise hem ressam hem de heykeltraş olmak istediğini söylüyordu. Berlin’deki sanat galerilerinde bulmuştuk birbirimizi. Bir defasında, “keşke ortak bir şeyler yapsak” demişti Edward. Katia bu işi fazla ciddiye almış, anında “Polonya’dan zengin bir akrabamızın yıl boyunca çok az uğradığı bir evi var” diye yanıtlamıştı onu. “Neden oraya gitmiyoruz?”. Bahsettiği ev, Fransa sınırında ormanlarla kaplı iki dağ arasına kurulmuş Auenheim adındaki bir köydeydi. Edward ile benim için hava hoştu, bütün gün ormanda gezer, o yöreye özgü üç katlı ve rengarenk evlerden birinde nefis yerel biralardan içip bir yandan da elimizdeki işlerle uğraşırdık. O haftasonu Berlin’den trenle Kehl’e oradan da arabayla Auenheim’a geçtik. Birkaç hafta geride kaldığında, bol bol içip yürüyüşe çıkmaktan başka bir şey yapmamıştık. Tam bu sıralarda Katia’nın aklına yine ‘parlak’ bir fikir gelmişti: Sanatımız için bize ‘otantik’ bir model lazımdı! Kısa bir tartışmanın ardından bu köyde yaşayan hiç kimsenin bize modellik etmeyeceğinde karar kılmıştık. Katia ise o yılmaz edasıyla “İyi ya o zaman ölüler modellik eder bize!” diye atılmıştı. Edward ile birlikte Katia’nın yüzünde bir alay ifadesini boşuna aramıştık. Evet, Katia ciddiydi. Ne zaman düşündüğünü bilmediğimiz planını şömine başında geçirdiğimiz ilk gece detaylıca anlattı. Her şeyden önce köylülere ‘yabancı’ görünmemeliydik, onlarla iyi ilişkiler kurmalıydık, biz de aklımıza ilk geleni yaptık ve köylü kıyafetleri giymeye başladık. Katia uzak akrabalarından kalan dokuma tezgahında yarım duran kilimi tamamlamak bahanesiyle beş yüz metre aşağıdaki en yakın komşularımız olan Schilte’lerin bizim yaşlardaki kızı Rosa ile samimiyeti iyice ilerletti. Rosa’ya köydeki ‘cenaze işlerine yardımcı olabileceğimizi’ çıtlatan da Katia oldu elbette. Başlarda her şey Katia’nın düşündüğü ve bizim umduğumuz gibi gitmişti. Yüklerini biraz olsun hafiflettiğimiz için köylüler de hallerinden memnundu tabi. Katia bir ölüm haberi alır almaz Rosa ile cenaze evine gidiyordu. Hüzünlü ve son derece masum bir tavırla cenaze sahibine yaklaşıyor ve isterlerse ‘cenazenin yükü’nü –evet, her defasında tam olarak bu ifadeyi kullanıyordu– bizim çekebileceğimizi söylüyordu. Cenaze sahibi genelde dul kalmış fakir bir köylü kadın olduğu için de hiç şüphe duymadan ve iyiliğimize minnet duyarak bu isteğimize olumlu yanıt veriyordu. Defin işlemleri için gerekli olduğunu söyleyerek ölüyü eve getiriyor ve üst kattaki ‘atölye’mize taşıyorduk. Katia’nın yaptığı çanak çömlekleri sergilediği masaya yatırdığımız ölünün önce kıyafetlerini çıkarıyor, sonra da boylu boyuna uzanmasını sağlıyorduk. Bu sırada Katia ortalığı topluyor, Edward ‘kompozisyon’u hazırlıyor, zaman zaman resme ‘natürmort’ bir hava katması için seçtiği ‘obje’leri ölünün sağına soluna diziyor, sonra da ölünün fotoğraflarını çekiyordu. Giderek bu ‘ölü işi’nde o kadar profesyonelleşmiştik ki, bize gerekli mizanseni birkaç dakika içinde kurup işimizi bitirebiliyorduk. Sonra Katia ölüye makyaj yaparak ‘son derece canlı’ görünmesini böylece cenaze törenine hazır olmasını sağlıyor, Edward ölüyü bu masum haliyle son kez fotoğraflıyor, bense cenaze sahibinin kabul etmesi halinde defin sırasında okunacak veda metnini hazırlıyordum. Anlayacağınız gibi bunlar işin prosedür kısmıydı. Zira bu sırada Katia daha sonra yapacağı heykel çalışmaları için ölünün bir kalıbını çıkarıyor; ayrıca Edward’ın çektiği fotoğrafı, ölünün yüzündeki ifadeyi ve mizanseni beğenirse nasıl bir resim yapabileceğini düşünüyor; bense ölünün nasıl bir hayatı ve ölümü olduğu üzerine düşünerek, gerekirse köylülerden bilgi toplayarak ilerde yazacağım hikayenin notlarını kaydediyordum defterime. O zaman herşey yolundaydı kısacası, ama köyde ölü sayısı artmaya başlayınca…
Kehl ile Strasbourg şehirleri arasında yer alan kahrolası bir köprü konusundaki anlaşmazlık yüzünden Fransızlar sınırdaki köylere saldırmaya başladı. Her yanı “büyük bir savaş” çıkacağı dedikodusu sardı bir anda. Köylülerin de bizim de sinirlerimiz bir hayli gerilmişti doğal olarak. Katia ‘başladığımız iş’e şartlar ne olursa olsun devam etmemiz gerektiğini söylüyordu. Benimse artık canıma tak etmişti. Her gün eve en az üç-dört ölü getiriliyor, hatta gün geliyor ölülerle uğraşmaktan bitap düştüğümüz oluyordu. Yeterince malzeme biriktirmiştik halbuki. Yapacağımız en akıllıca şey şu lanet olası köyden ve yaklaşan ölümden kaçıp gitmekti. Kutsal bir görevmiş gibi ‘ölü işi’ne devam ediyorduk, ama artık hiç birimizde o ilk zamanlardaki merak ve tutkudan eser kalmamıştı. Ölümün yakınlaştığını hissettiğimizden belki de, artık ölü görmek gerçek bir işkenceye dönüşmüştü bizim için. Sonunda dayanamayıp “Artık yeter! Bundan sonra ölü görmek istemiyorum!” diye bağırıp çağırdım Katia’ya. Sabah olunca eşyalarımı toplayıp bu köyden ayrılacaktım. Berlin’e, ait olduğum şehre gidip, tüm bunları unutmaya çalışacaktım. Kim bilir belki bir gün, bir zamanlar bu köyde yaşadıklarımız hakkında hakiki bir öykü yazacak ve kovulmak üzere olduğum dergide yayınlatacaktım. Sabah olsun… Sabah olsun…
Öykünü sevdim, parmaklarına sağlık (bilgisayarda yazdığını farz ederek :)
Kendimce öykünün sonu için alternatifler düşündüm;
Depresif son: içlerinden biri kaza sonucu hayatını kaybeder ve ölen arkadaşlarını son kez olarak sanatları için kullanırlar ve eski hayatlarına dönerler..
Kapitalist son: 3 arkadaş bunu iş edinir ve para kazanmaya başlarlar
Absürd son: Köylülere ölülerini normalde defnediyormuş gibi görünüp zamanı geldiğinde ölülerden yaptıkları sanat eserleriyle (saygısızlık olarak algılanmaz umarım) bulundukları yerde büyük ve şaşırtıcı bir müze açarlar
Selamlar,
Ayşegül (SAP TR)
BeğenBeğen