Nuri Bilge Ceylan’a (sonunda!) Cannes’da Altın Palmiye’yi -uzunca süresine rağmen- getiren film oldu Kış Uykusu. Filmi bir “Aydın” eleştirisi olarak okuma kolaylığına düşmek yerine, farklı karakterlerin -ki bu her şeyden önce bir karakter filmidir bana göre- taşrada hayata tutunma çabasına tanıklık etmek şeklinde anlamlandırmaya çalışmak bana daha gerçekçi gibi görünüyor.
Peki, gelin en başından başlayalım, yani filmin isminden. Sahi -kelimenin gerçek anlamıyla- nedir “Kış Uykusu”? Bu soruya en kolayından Wikipedia aracılığıyla cevap verebiliriz herhalde. Dijital ansiklopedimizde şöyle tanımlanıyor kış uykusu:
Kış uykusu, soğuk ve kurak mevsimlere karşı koyabilmek için canlı varlıkların yapısında görülen olayların tümü olarak tanımlanır.
Yani aslında kış uykusu bir anlamda içinde bulunulan mevsimi atlatabilme, sonraki mevsime hazırlanma çabası. Ayrıca “uykuya yatma”nın bir yoksunluk hali olduğunu da söylemek gerekiyor. Şöyle ki; aslında çeşitli sebeplerle “göç edemeyen hayvan”lar yatıyor kış uykusuna. Tabi belki de sizler de benim gibi bu “hal”in aslında hayvanların bünyesine özgü bir şey olduğuna inanıyordunuz muhtemelen. Oysa durum daha farklı, zira “Kış uykusu olayının daha iyi anlaşılabilmesi için bitkisel çevrimin bilinmesinde yarar vardır.” diye uyarıyor Wikipedia bizi. Ve açıklıyor:
Sonbaharın bitiminde ağaçlarının yapraklarını döktüğü ve birkaç ay süresince çiçek ya da meyve üretmeden, bir anlamda dinlenme dönemine girdikleri gözlemlenir. Kışın, yapraklarını dökmeyen ağaçlar da içinde olmak üzere, bütün ağaçlar yaşamsal etkinliklerin en aza indiği bir görüntüye bürünürler. Birçok hayvanın, özellikle de ormanda yaşayan hayvanların kış uykusuna yatmasına neden olan da ağaçların bu tür bir uykuya çekilmesi olayıdır. Bitkilerin yaşamsal etkinliklerini yavaşlatması hayvanların beslenebilmek için gerekli yiyecekleri bulamamalarına yol açar.
Yani birkaç aylık geçici bir tutsaklık bir nevi kış uykusu dediğimiz; bir anlamda da doğanın bir mecburiyeti. Bu açıdan bakınca film sizin gözünüzde de yeni anlamlara bürünmüyor mu? Her şeyden önce Çehovyen bir dünyada olduğumuzu unutmamak kaydıyla elbette. Bu yönden Nuri Bilge Ceylan’ın böyle bir atmosfer yaratmakla anlatmak istediği hikayeyi daha sahici ve zengin şekilde kurabildiğini düşündürüyor filmin ismi bana. Biraz daha açıklamaya çalışayım, zira anlatmak istediğimi ne kadar aktarabildiğimden şüpheye düşüyorum bu noktada. Şöyle sorayım ilkin: Öykü nerede yahut nasıl bir atmosferde geçiyor? Bu soruya Kapadokya’yı bir kenara koyarak yanıt vermemiz gerekiyor. Çünkü yönetmen de aslında filmi ilk önce Kapadokya’da çekmek istemediğini söylüyor (bkz. Nuri Bilge Ceylan’la Kış Uykusu Üzerine, Altyazı dergisi). Çetin kış şartlarının hüküm sürdüğü, şehrin biraz dışında, farklı ve sert bir coğrafya burası. Bir anlamda da doğanın nimetlerinin bir kış uykusuna yattığı, doğanın insan için elindekinin çok azını verdiği bir yer. İnsanı beslemek bir yana, onu kemiren, insanı kendi yalnızlığı ve kendi varoluşuyla başbaşa bırakan bir atmosfer. Bir yandan da tanıdık olduğu kadar geçici de bir zaman dilimi. Biliyoruz ki, nihayetinde soğuklar geçecek, karlar kalkacak ve bahar o güzel yüzünü bir kez daha gösterecek. Ama şimdilik odalarımıza ve kendi içimize kapanma, doğanın bu halinden esinle kendi karanlığımıza gömülme vakti. Film tam da bu hikayeyi anlatmaya girişmiyor mu zaten?
Gelelim hikayede yer alan karakterlere. Aydın, Nihal, Necla, Hayati, Fatma, Hamdi, İsmail, İlyas, Suavi, Levent… Sahi ne arıyor tüm bu adamlar ve kadınlar bu hikayenin içinde? Filmin merkezinde Aydın var eyvallah -ki buna daha sonra değineceğim- ancak tüm bu karakterleri tek bir hikayenin içine sığdırmak ve orada hepsinin kendi karakterini sergilemesine imkan verebilmek nasıl bir kurgunun eseridir? Ki zaten filmin her şeyden önce bir karakter filmi olduğunu da boşuna söylemedim. Tüm bu “Rus romanlarından fırlamış” karakterler hikayenin bütünü ölçüsünde kendi yerlerini bulamamışlar mı? Evet, edebi konuşanı, arada samimiyeti sorgulananı, “gerçekçi” olmayanını filan bir kenara bırakalım da bu film “insan”a ve onun karanlığına/bilinmezliğine dair çok önemli veriler sunmuyor mu gerçekten? Bu sorunun yanıtını filmde yer alan bütün o edebi referansları bir kenara bırakarak da arayabiliriz esasında. Kaldı ki “Kış Uykusu”nun “büyük”lüğü de burada yatıyor. Daha önce bu blogda Umberto Eco’nun “Genç Bir Romancının İtirafları” yazısında da alıntıladığım Charles Jencks’in post-modernizm hakkında ortaya koyduğu “çifte-kodlama” adında bir kavram vardı. O kavramı hatırla(t)manın tam yeri sanırım: “Postmodern yapı ya da sanat eseri, aynı anda hem bir azınlığa, yani ‘üstün’ kodlar kullanan şeçkin tabakaya, hem de popüler kodlar kullanan geniş halk kitlesine hitap eder“. Merak etmeyin anlamlandıramadığı yahut ifade etmekte güçlük çektiği her metni “post-modern” addedenlerden değilim, bu filmin post-modern olduğunu filansa hiç iddia etmiyorum. Söylemek istediğim şu ki; bu filmden keyif almak ve filmde yaratılan karakter derinliğini anlamak için Çehov’un öykülerini -başta “Karım” ve “İyi İnsanlar” olmak üzere-, Sheakspere’in sonelerini, Dostoyevski’nin romanlarını okumuş olmanız da zorunlu değil. Yine yukarıda bahsettiğim Altyazı’daki söyleşisinde bu filmin önemini güzel bir sözle ifade ediyor Nur Bilge Ceylan:
Zaten taşrayla ilişkimde –buna kendi memleketim de dahil– en önemli duygularımdan biri hayret duygusudur. Sürekli hayret ederim insan doğasının şaşırtıcı zenginliğine…
Evet, Kış Uykusu taşradaki “insan doğasının şaşırtıcı zenginliği”ni göstermeye adanmış ve bunu önemli ölçüde başarabilmiş bir film. Aydın’ı en sona bırakmak üzere “kuş bakışı” karakterlerine bir göz atalım bu hikayenin. Nihal’le başlayalım. Genç ve güzel bir kadın Nihal. Pek odasından çıkmıyor ya da ortalarda pek görünmüyor demek daha doğru. Zaten filmde zorunlu haller dışında kim odasından çıkıyor ki? Nihal evlililiği sebebiyle belki de biraz daha fazla “kapatılmış” hissediyor kendisini. Bir sahnede Aydın’a dediği gibi, elinde kalan tek şey uğraştığı “hayır hasenat” işleri. Bunu Aydın’dan kaçmak için mi yapıyor, yoksa taşrada hayata tutunmak için mi belirsiz aslında. Ama bu iyiliğinin arkasında farklı bir motivasyon yattığını hissediyoruz yine de. Yoksa neden Aydın’a gelen yardım talebi mektubuna ikna olup yardım elini uzatmasın ki? Dahası yardıma ihtiyaç duyan insanların bu isteğini “biraz fazla lüks” bulması da tartışmayı/sorgulanmayı hak ediyor. Bir de aklınca yardım etmek için gittiği “kiracı evi”nde İsmail’in hiç beklemediği tepkisiyle karşılaşma anı var ki, film hakkında en çok tartışılan/tartışılacak sahnelerin başında geliyor. Ama bunları Nihal’i yargılamak için değil de, anlamak için söylediğimi belirteyim. Nihayetinde diğerleri gibi yaşamaya, kendi alanını kurmaya/korumaya çalışıyor Nihal de. Filmdeki (ve açıkçası gerçek hayattaki) herkes kadar iyi ya da kötü işte Nihal. Keşke bu kadar güçsüz olmasa diye düşünüyor insan. Ne ki, genel bir “kış uykusu” halinin hüküm sürüyor olduğu da unutulmamalı. Necla’ya gelirsek, filmin ilk bakışta belki de en “itici” karakteri Necla. Burada bir parantez açarak belirtmek lazım, filmde müthiş bir geçmiş duygusunun yaratılması karakterlerin bu denli güçlü çizilmesinde önemli bir faktör. Söylenilen her söz, yapılan her jest, ilk anda anlamını seyirci olarak idrak edemeyeceğimiz bir geçmişi uyandırıyor karakterlerin zihninde. Verdikleri tepkiler de geçmişten süzülüp geliyor, bu yüzden zaman zaman filmde “çıkıntı” gibi görünen sahnelerin olması gayet doğal aslına bakarsanız. Necla da geçmişiyle malul bir kadın. Bozulan evliliği, Aydın’ın dediği gibi sivri dili yüzünden içine düştüğü yalnızlığı, “babasının malı” olsa da oteldeki “sığıntı” hali Necla’yı filmde izlediğimiz karaktere çevirmiş belli ki. Bir de “İyi İnsanlar” öyküsünden ödünç alınan şu meşhur “kötülüğe karşı koyma(ma)” felsefesi var ki, sonraları bu düşüncenin “Necla’nın kocasına dönebilmek için umutsuzca kendini kandırma ve inandırma çabası” (bkz. Altyazı’daki söyleşide NBC’ın kendi sözleri) olduğu bariz biçimde anlaşılıyor. Aydın’la çetin bir tartışmaya giriştikleri sahneden sonra sessizce çekiliyor öyküden Necla. Çünkü “Kış Uykusu” onun hikayesi değil, daha ziyade maruz kaldığı bir hikaye. Son olarak, Nihal’le aralarındaki gerginlik de gözlerimizi kapatabilecek cinsten değil. Maruz kalma meselesini bir de bu açıdan düşünmek gerekiyor zaten. Hayati ve Fatma da “zengin adam”ın otelinde kendilerine yer buldukları için bir anlamda şanslı ve daha çok Hayati’nin davranışlarında göreceğimiz üzere kendilerini “sıradan taşralılardan üstün” hissediyorlar belli ki. Hidayet’in Hamdi Hoca ile olan ilişkisinde bu tavır daha belirgin bir hal alıyor. Camın kırılması sonrası evin bahçesinde Hamdi ile üstten (yahut iktidarın dilinden) konuşması, öncesinde koşup taş atan İlyas’ı yakalama çabası, onları geri dönüşte eve bırakmamak için bir bahane bulup jiple birlikte otelden ayrılmaya çalışması…. Sonra Hamdi Hoca’nın muktedire yaranma çabası ve bunun işe yaramazlığı. İsmail’in ise muktedire kafa tutma çabası ve onun da işe yaramazlığı. İlyas’ın muktediri alt etme çabası ve alt edemese de muktedirin “karizmasını çizmesi” (bkz. el öpme sahnesi) ama yine de polis olma isteğiyle birlikte gözden düşmesi. Suavi’nin yalnızlığı, gönüllü inzivaya (yahut daha iyisi Kış Uykusu’na) çekilmesi. Levent Öğretmen’in bu burjuva ortamında kendine yer bulma çabasının beyhudeliği. Yani, nihayetinde tüm bu karakterler, kendilerine özgü şekillerde, hayata tutunmaya/hayatta kalmaya çalışan “sıradan” insanlar aslında. Gidecekleri bir yer olmayan belki de iddia ettikleri gibi onları gitmekten alıkoyan mazeretlere sahip, iyi-kötü kendi kişisel alanlarını kurmaya-elde tutmaya ya da genişletmeye çalışan ve hikayeleriyle “insanı şaşırtacak bir zenginliğe sahip” insancıklar. Ve filmi bir “Rus Romanı”na yakınlaştıran nokta da tüm bu karakterlerin ve hikayelerinin bütüne yedirebilmesi ve başrol oyuncumuz Aydın’ın etrafında bu kadar sahici bir ağ örmeleri zaten. Şimdi gelelim asıl meseleye…
“Aydın”laşma ya da Aydınlanmanın Diyalektiği
Söz konusu bir Nuri Bilge Ceylan filmiyse, yönetmenin filmleri genel anlamda “sanat filmi” olarak nitelendiriliyorsa, bir de yurtdışından ödül(ler) aldıysa, hele de baş karakteri Aydın isminde bir sanatçı/entellektüel ise; kalemi eline alan “Türk Aydınının hali”, “Türk Aydınlanması”, “Modernleşme/Batılılaşma”, “Taşranın Gelişimi/Kalkınması” minvalinde “eleştiri”ler döşeniyor haliyle. Oysa en başta söylediğim gibi filmi bu “köşeye sıkıştırmak” hem haksızlık, hem de akılsızlık olur bana sorarsanız. Nitekim, filmin diğer karakterleri ve yapısına öncelik verdiğim için artık Aydın’laşma meselesini ele alabilirim sanırım. Şunu sorarak başlayalım: Aydın kim? Bu hikayede ne işi var? Aydın, her şeyden önce zengin bir adam. Zira filmin aktığı önemli kanallardan birisi zengin/iktidar sahibi kişilerle, yoksul/halk kesimi arasındaki sürtüşmeli ilişki. Aydın ve Hamdi Hoca yahut İsmail, Aydın ve Hidayet arasındaki ilişki de bu açıdan okunmaya değer. Sonrası Aydın evet “aydın” bir adam. Eski tiyatrocu, aktüel bir köşe yazarı ve müstakbel kitap yazarı. Kendince önemli gördüğü fikirleri “halk”a yaymaya uğraşan biraz da anakronik bir modernist. Genç bir kadınla evli (iktidarın göstergesi ve aynı zamanda nimeti!). Necla ve Nihal’in dediği kadar kibirli, kendini beğenmiş ve küstah. Levent’in iddia ettiği kadar para düşkünü mü, emin olamıyorum (şu eski deprem zamanında otel odalarını yabancılara kiralama mevzusu). Bir de alabildiğine yalnız bir adam. Filmin başlangıcındaki sahnedeki hali, otel müşterileri giderken arkalarından üzülmesi, bir türlü gidemeyip Suavi’nin çiftliğine kapağı atması, sonra zar-zor ava çıkması, karısından nerdeyse haberdar olmaması, yani şu ağır yalnızlık hali sizce de baskın durumda değil mi? Yine de Necla ve Nihal’in dediği gibi bu kibir ve kendini beğenmişlik değil mi onu bu yalnızlığa iten? Eski arkadaşı Suavi ile bile haniyse Nihal davet etmese pek görüş(e)meyecek. Ama tüm bunlara bakıp Aydın’ın kötü karakter olduğunu da düşünmememiz gerekiyor. Zaten yine Altyazı’daki söyleşisinde Ceylan’ın düşüncelerini paylaşıyorum daha çok:
“Aydın’ı tümüyle negatif görmüyorum (…) Aydın karakterine bir ‘aydın’ olarak da bakmak istemiyorum aslında (…) Ben Aydın’ı temelde iyi bir insan olarak görüyorum ve öyle çektim. Ama yanlış anlaşılmasın. Bu bizim onu, sinir olduğumuz veya eleştirdiğimiz bir yığın özellikle donatmadığımız anlamına gelmiyor. Sadece bu negatif özelliklerden kendimizin muaf olduğunu düşünmemize neden olacak formülasyonlara bu kadar kolay girişmeyelim.”
Belki de şunu sormalıyız kendimize? Aydın neden kötü biri olsun ki? En azından Aydın’ın kendi de dahil kimseye zararı dokunmuyor, diye düşünemez miyiz? Ya da o “kötü” ise hangimiz iyiyiz? Dürüst olarak Aydın’ı hangi konuda eleştirebiliriz? Kirasını ödemeyen kiracısına haciz gönderilmesi mi? Ki Hamdi Hoca’ya da söylediği gibi bundan haberi bile yokken? O işleri Hidayet’e devretmişken? Ya da camın fiyatını söylerken, İlyas’a el öptürmeye çalşırken, yazdığı yazılarda “halkın değerlerini aşağılarken”, karısına ve kız kardeşine mesafeli yaklaşırken, öyle pek kimseye güvenmezken… Tek yapabileceğimiz Aydın’a kızmak olabilir, o da o gizli ama meşhur “toplumsal sözleşme”yi bozduğu için. Yani “neyse zararı öderiz” diyen birine kırdığı camın fiyatını söylediği için, söylememesi gereken şeyleri (bir din adamının harap hali) söylediği için, yapacağı yardımı hak edene vereceğini söylediği için (bkz. Bozkırda Açan Çiçekler), depresyondaki kardeşinin söylediklerini sineye çekmeyip aynı gerçekçilikle yanıt verdiği için, karısıyla “mutlu aile fotoğrafı” vermediği için, ya da zerre kadar ilgilenmek istemediği insan ve işlere vakit ayırmak zorunda kaldığı için. Evet Aydın’a kızabilir ve belki de ona acıyabiliriz, ama onu kötülemek? Burada akla gelen iki klişe yanıt verilebilir: 1- İlk taşı günahsız olanınız atsın. 2- Masum değiliz, hiç birimiz… Haa bir de Aydın’ın beklentileri karşılayamamış bir adam olması meselesi var. Necla’nın dediği gibi onun çok önemli bir adam olacağı düşünülüyor, yahut Aydın’ın Nihal’e söylediği gibi o hayallerdeki “karizmatik aktör” olma meselesi var ki, Aydın’ın söylediği gibi ne yapalım, elden bir şey gelmez. İzleyici de muhtemelen aynı refleksle Aydın’a bakıp, onda görmek istediği erdemleri görememesine içerleniyor en çok. Teorideki “iyi” motifine de birebir uymayınca Aydın’a vurmak daha kolayına geliyor belki de.
Her neyse, nerdeyse film kadar uzun olan bu yazıya bir nihayet vermem gerekiyor artık. Dönüp biraz yazıya biraz kendime baktığımda, aceba düşündüklerimin ne kadarını aktarabildim diye soruyorum kendime. Kış Uykusu bir karakter filmi olarak okunmalı, evet, film salt bir aydın eleştirisine indirgenmemeli, pekala, filmde yan hikayeler ve diğer karakterlerin de bu denli zengin olması bu iddiamı güçlendiren tespitler, doğru… Yine de cevabını aradığım birkaç soru takılı kalıyor aklımda. Aceba bu filmi bir kez de kışın mı izlesek? Şöyle karlı bir günde, eve kapanmış vaziyetteyken. Bir de aceba Aydın karakterine karşı çok mu merhametli davrandım? Belki de kendimden yansımalar gördüğüm için onun gözlerinde ve de sözlerinde? Belki de bu yazıyı yazmaya başlamam, hem de bir taşra kasabasında yapmam bunu, hem de askerden yeni dönmüşken filmin sonundaki gibi o “büyük değişim”in bir alameti mi? Bu yazı film kadar akıcı olmamışsa – ki bunu başarmak çok güç- lütfen bağışlayın. Bazı filmler vardır, tam olarak ne diyeceğinizi de bilmezsiniz onlar hakkında, sözlerinizi alıp sizi sessiz bırakır, sadece bir duygu kalır onlardan geriye. İşte bu yazı tüm eksikliklerine rağmen o duygunun izinde yazılmıştır.
Edebiyatta özgün olmanın yolu taşradan geçiyor. Bu coğrafî duyarlılık genç yazarların derinlik kazanması için gerekli bir ölçüdür. Çok uzak ve basit olan taşranın dünyası öykü gibidir. Taşranın küçük görünen dünyâsında insân doğası, toplumsal ilişkiler daha çok gerçektir. Bu yüzden bunu taşrayı anlayan bir yazar insân doğasını da çözen güçlü yazardır. Aynı şekilde taşrayı anlatmak sadece samimî bir yazar sabrı ve inceliği istediği için gençler taşrayı sevmezler fakat bilim kurgu ve fantezi gibi şeyler ilgi görür. Taşra üzeinden yapılacak edebiyat yüksek kültüre yakındır fakat bilim kurgu ve fantezi asla yüksek kültürden sayılmaz. NBC’de taşranın şiflerini biliyor ve sanatın taşrada temellenmesini bir utanç görmüyor. Bir Zamanlar Anadolu ve bu filmin mekân olarak birbirine ne kadar çok benzediğimi söylememe gerek yok sanırım.
BeğenBeğen
Geri bildirim: 2014 Yılının Öne Çıkan Filmleri | sinedebiyatro