BAŞKA?, Bu Aralar Okuduklarım, Edebiyat
Yorum Yapın

Kayıp Zamanın İzinde…

Bu bir “yeniden merhaba” yazısı. Bilenler bilir, yaklaşık altı ay önce askerlik sebebiyle zorunlu bir ara vermiştim Sinedebiyatro’daki yazılarıma. Artık bitti, şimdi her şeye yeniden başlama zamanı, yazmaya da tabi…

Gitmeden yazdığım son yazıda “Kitaplardan (Ve Filmlerden) Kurtulabileceğinizi Sanmayın!” diye uyarmıştım sizleri. Aslında bu bir anlamda “kendime not”tu da. Giderken bu blogu devam ettirmek konusunda şüphelerim olduğunu paylaşmıştım, oysa Barthes’ın dediği şekliyle “Yazma Arzusu” peşini bırakmıyor insanın. Velhasıl, buraya yazmasam da, “modasının” geçtiğini düşünenlere inat mektuplar yazdım arkadaşlarıma, hem de sayfalar dolusu. “Hoşçakalın” yazımda Nazım Hikmet’in “Veda” şiirinden birkaç mısra paylaşmıştım. Askerde geçirdiğim günlerde sürekli kulağımda çınlayan başka bir şiiri daha vardı Nazım Hikmet’in: “Ben İçeri Düştüğümden Beri”. Askerlik de bir anlamda mahpusluk, bir “zorla alıkonulma”, başka bir otoriteye iradeni zorla teslim etme hali. Ama içeride zorla yatırılan tüm yazar, gazeteci ve şairleri düşününce, insan durumunu bu kötü kaderde yalnız olmadığını bilerek ve bir parça dayanışma duygusuyla birlikte değerlendiriyor. Bu ruh halini de hakkıyla Nazım Hikmet’in sözleri ifade ediyor:

Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya
Ona sorarsanız: ‘Lafı bile edilemez, mikroskopik bi zaman…’
Bana sorarsanız: ‘On senesi ömrümün…’

En iyisi bu şiiri, Fazıl Say’ın piyanosu eşliğinde Genco Erkal’ın sesinden dinlemek, buyrunuz: http://www.youtube.com/watch?v=0Mq9Ri8CjMg

Bu yazıda Proust’un binlerce sayfalık yapıtıyla yapmaya çalıştığı şeyi denemek bile edebiyata hakaret olur belki ama, en azından normal hayatın dışında geçirdiğim altı aylık sürede neleri kaçırdığımı düşünmeden edemiyorum. Kaçırdıklarım bir yana, kaçırdığımı bile bilmediğim onlarca yüzlerce şey var belki de. Çok mütevazi bir şekilde izleyemediğim birkaç filmi saymalıyım en başta: Reha Erdem’in Şarkı Söyleyen Kadınlar’ı, Sorrentino’nun Muhteşem Güzellik’i, Wes Anderson’dan Büyük Budapeşte Hoteli ve Onur Ünlü’den İtirazım Var ilk aklıma gelen, kaçırdığım ve kaçırdığıma bir hayli üzüldüğüm filmler (neyse ki Kış Uykusu’nu izleyebildim). Kaçırdığım festivalleri saymıyorum bile. Ama vaktim ve hevesim olduğu için önümüzdeki günlerde eksiklerimi tamamlamayı umuyorum.  Tabi bunlar telafi edilebilecek, “yerine konulabilecek” şeyler. Şöyle bir düşününce geçen bu sürede neleri kaybettiğimi(zi) de ağır bir nostalji duygusuyla birlikte düşünmemek gelmiyor elimden. Mesela “ben içeri düştüğümden beri” 30 Mart yerel seçimleri oldu, bitti. Berkin Elvan veda etti, direnemedi çocukcağız. Sonra Marquez gitti, terk etti bizi. Soma’da yüzlerce işçi göz göre göre iş cinayetine kurban gitti. En son ve en ağır kayıp Radikal gazetesi oldu benim için. Pazar günleri binbir rica ile aldırıp, BirGün ile birlikte akşama kadar okuduğum, ilkgençlik yıllarımdan beri takip ettiğim, eklerinde yazılarımın yayınlandığı, hakiki anlamda “gazetem”e elveda demek koydu en çok. Ama hayat her şeye rağmen devam ediyor işte, zaten başka türlüsü olabilir mi? O yüzden kayıplara değil, kazançlara bakmalı herhalde insan, bütün iyimserliğiyle.

1950_MagritteResim: René Magritte, L’Empire des Lumiéres, (Işık İmparatorluğu), 1950. Ruh halim bu resimdeki gibi, bir               yanım gece, bir yanım gündüz alnayacağınız…

Giderken yanımda götüreceğim kitapları paylaşmıştım son yazımda. İlk elden okunacaklar şöyleydi: Refik Halid Karay, Memleket Hikayeleri; Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi; İhsan Oktay Anar, Galiz Kahraman; Murat Gülsoy, Alemlerin Sürekliliği; ve Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı. Alemlerin Sürekliliği dışında dört kitabı da askerdeyken okudum. En çok Dünya Ağrısı’nı beğendim, uğursuz bir tesadüfle Soma Katliamı’ndan birkaç hafta sonra okumaya başladım, küçük bir maden kasabasında geçen bu hikayeyi. Yıllardır bir yılan gibi içimizde kıvranan sızının adını koyuyordu Ayfer Tunç bu kitabında. Her zamanki gibi edebiyat onun kaleminden bizi önce başkalarının kuyusuna atıyor, sonra oradan çıkarıp kendi karanlık kuyumuzun dibine atıyordu. Her defasında olduğu gibi yazdıklarıyla elini korkmadan insanın ta içine sokuyor, o derinliklerden çekip çıkardığı parçaları, sanki kahramanları bir otopsi masasındaymış gibi, kanlı elleriyle suratımıza atıyor ve elinden bir türlü çıkmayan kanı elimize yüzümüze bulaştırıyordu yazar. Diğer kitaplarındaki gibi utançla, vicdanla, garip bir huzursuzluk ve çılgın bir  arzuyla okudum Dünya Ağrısı’nı. Alemlerin Sürekliliği yerine de Murat Gülsoy’un son kitabı “Gölgeler ve Hayaller Şehrinde”yi okudum. Her yeni kitabıyla artan şaşkınlığım, kıskançlığım ve karşı konulmaz hayranlığımı zirve noktasına çıkarmasa da Murat Gülsoy’dan bir “tarihi roman” beklemediğim için hoş bir hayret ve şaşkınlıkla birkaç günde, sıklıkla da nöbetteyken okuyup bitirdim bu romanı. Sonra hiç aklımda olmayan kitapları okudum, arkadaşlarımın getirdiği. İlki Romain Gary’nin “Uçurtmalar” romanıydı bu sürpriz kitapların. Dünya Savaşları’nın “küçük insanların” hayatlarına nasıl etki ettiği, aşkın aradan geçen tüm zaman ve engellere rağmen nasıl büyük bir inatla ayakta kalabildiği üzerine hoş ve küçük bir anekdot oldu benim için bu kitap. Ama hayatımı değiştirdi mi diye sorarsanız, evet yanıtını veremem. İkinci sürpriz kitap William Golding’in modern klasiği Sineklerin Tanrısı’ydı. Bölük komutanına kitabı onaylatırken uyarmıştı gerçi, “Oğlum bu kitabı nasıl okuyacaksın? Ben başladım, sonra yarıda bıraktım vallahi! Sen en iyisi bunu gönderen arkadaşınla ilişkini gözden geçir.” demişti. Metaforik anlatımıyla toplum düzenini, nükleer savaş tehlikesini anlatmaya girişen Golding, bana sorarsanız, biraz fazla metaforik olmanın mağduru olmuştu bu kitapta. Evet “söylemek”ten ziyade “hisettirmek”in bilhassa edebiyatta daha zarif bir yöntem olduğuna şüphem yok, ancak sürekli “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” tavrında olması da kitaptan beni bir hayli soğuttu açıkçası. Velhasıl biraz zormalayla okuyup bitirebildim bu kitabı, bittikten sonra da öyle çok akılda kalıcı, çarpıcı bir yanı olmadığını düşündüm. Edebiyat otoriteleri tafsilatımı affetsin gayri. Son sürpriz roman ise Milan Kundera’dan gelmişti: Gülünesi Aşklar. Kurmaca metinlerini çok okumamama rağmen yazdığı “Roman Sanatı” denemesini bir hayli beğendiğim ve romanlarındaki kurgu ve yapıya hayran kalmadan edemediğim bir yazar Kundera. Garip bir hikayesi olan, romantik olduğu kadar gerçekçi, yaratıcı olduğu kadar kuralcı bir yazar benim için Kundera. İnsan neyi sevse kendine benzetiyor ya, kendime benzettiğim romancılardan o da. Gülünesi Aşklar müthiş bir ironi ve kışkırtıcı bir erotizmi, inatçı bir yaşama ve sevme arzusu yahut daha iyisi tutkusuyla donatan öykülerden oluşan bir kitap. Tam ismi gibi yani, kitabın adının içeriğini en iyi veren eserlerden birisi. Tabi burada kitapları hediye eden kişi de işin içine girip, o kitabı anlamlandırmada tuhaf bir yönlendirmesi olabiliyor. Hal böyle olunca insan, bu öykülere uzaktan bakıp gülümser bir halde okuyor satırları, adeta satırların arasında kendi ayak izlerine rastlıyor. Velhasıl hoş bir tesadüf ile okuduğuma sevindiğim, beni mutlu eden, hoş hatıralar tadı bırakan ve “Kundera’yı daha fazla okusam iyi ederim” dedirten bir roman oldu Gülünesi Aşklar benim için. Gelmeden hemen önce daha önce varlığından muhtemelen haberdar olmadığım ve bir anda kitapçıda görünce kayıp bir şifre bulmuş gibi heyecanlandığım bir kitaba başladım: Bu An’ı Daha Önce Yaşamıştım, Murat Gülsoy, Can Yayınları, 2004. Murat Gülsoy’un meraklı, hırslı ve çaylak bir okur-öğrencisi olarak ben her seferinde; “bu adam bu kadar kitabı ne ara yazıyor?” diye şaşkınlıktan küçük dilimi yutarken aklımın bir tarafı da “aceba bu kez ne yaptı?” diye kurcalanıyor, biraz çekingen bir tavırla yaklaştığım her kitabında “bu adam edebiyatı nasıl bu kadar iyi bilip, tüm bu bildiklerini de nasıl oluyor da bu kadar güzel kurmacaya dökebiliyor?” diye hayıflanıyor, ve “şu yaz bitse de sonbaharla birlikte Gülsoy’un yazarlık atölyesine katılsam” hayalleri kurarken buluyorum kendimi. Henüz kitabın yarısında olsam da, daha şimdiden tanıdığımı hissettiğim “yazar”ı buluyorum karşımda, her zamanki gibi oyunbaz, edebiyatın derin sularında keyifle ve rahatlıkla kulaç atan, edebiyat okyanusunda sizi boğulmaktan kurtaran, hoşsohbet bir dost gibi yine kurduğu hikayeleri anlatıyor Gülsoy. İyi ki de öyle yapıyor, insan böyle olunca kendini daha az yalnız hissediyor çünkü.

Neyse “kısa bir ara”dan sonra yazdığım bu ilk yazıyı daha fazla uzatma niyetinde değilim. Kitapları, elektronik cihazları ve filmleri yanıma alıp biraz kafa dinlemek için annemlerin yanına gidiyorum bugün. Hangi filmleri izleyeceğimi bilmiyorum, yanımdaysa Gilles Deleuze’ün nihayet Norgunk yayınları tarafından Türkçe’ye çevrilen “Sinema-1: İmge-Hareket” kitabı ile Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık’ı ben yazmasaydım asla okumazdım, çünkü çoksatanları hiç okumam.” dediği o kutsal kitabını, bir de kaçırdığım dergileri alıp gidiyorum. Şimdilik hoşçakalın ve tabi ki bir kez daha “Hoşbulduk!”.

Yorum yapmak ister misiniz?

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s