2012 yılı Mayıs ayından beri bu blogda iyi kötü bir şeyler yazıp yayınlıyorum. Aslında sinema ve edebiyat üzerine yazmaya 2008 yılında başlamıştım. Yazdığım ilk yazı da çok erken aramızdan ayrılan yönetmen Seyfi Teoman’ın “Tatil Kitabı” filmi hakkındaydı. Bu ilk yazım “Ali’nin Tatil Kitabı” ismiyle 30 Eylül 2008 tarihinde Radikal Genç‘te yayınlanmıştı. Ondan birkaç hafta sonra da yine Radikal‘de İstanbul Devlet Tiyatroları’nda izlediğim “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” oyunu hakkında “Saatler Nereye Göre Ayarlanmalı?” adı altında bir eleştirim yayınlanmıştı. Birkaç hafta sonra da Radikal Genç eki kapandı zaten. Sonrasında okuduğum üniversitenin İletişim Fakültesi tarafından yayınlanan Detay dergisinde “Sinema Kulübü Başkanı” sıfatıyla birkaç yazı kaleme almıştım. Derken Sinema Defteri, Avrupa Sineması gibi internet siteleri için yazmaya başladım yazılarımı. Bu yazıları da dahil ettiğimde bugüne kadar seksenüç yazı yayınladım Sinedebiyatro’da, bu da seksendördüncü yazı. 2011 yılı biraz mesleki kaygılarla geçti, bu süreçte de pazarlama ve sosyal medya üzerine iki ayrı blog yazdım. Derken Sinedebiyatro geldi, o gün bugündür de bu blogu yazıyorum işte. Ne var ki, artık önemli bir kavşağına geldim hayatımın: Zorunlu Askerlik. Anlayacağınız, altı ay boyunca “normal” hayata ara vermek mecburiyetinde olduğumdan, ben gidiyorum. Dönünce bana ve bu bloga ne olacağını bilmiyorum, şimdilik devam etme hevesinde olsam da, bir daha görüşür müyüz, emin olamıyorum. O yüzden dilim “elveda” demeye varmıyor ama, en azından bir “hoşçakalın” demek istedim. Geride kalan birbuçuk yıllık sürede blogdaki yazıları takip eden, sosyal medyada paylaşan ve Sinedebiyatro’nun Facebook sayfasını beğenen herkese teşekkür ederim.
- Kültür dediğimiz şey…
Belki de bir hayli kişisel ve de duygusal bulunabilecek bu girişin ardından sizlere bir kitapla veda etmek, bu blogun ruhuna daha uygun olur inancındayım. Bu sebeple, sözü ileriye götürebilecek bir kitabı bu son yazıma rehber olarak seçtim: Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın; Umberto Eco, Jean-Claude Carrière, Söyleşiyi Yöneten: Jean-Philippe de Tonnac, Çeviri: Sosi Dolanoğlu; Can Yayınları, 1.Basım, Temmuz 2010, İstanbul. Bu kitaptan yaptığım alıntıları da yazı içinde sayfa numaralarını vererek belirttim.
Can Yayınları’nın Kırkmerak dizisinden çıkan bu kitaptaki söyleşiyi yöneten Jean-Philippe de Tonnac, yazar Umberto Eco ile sinemacı ve dramaturg Jean-Claude Carrière’in kitaplar üzerine olan sohbetinin temelini şu sözlerle hakkıyla özetliyor bana kalırsa: “Kültür dediğimiz şey gerçekte uzun bir ayıklama ve eleme sürecidir”. Dolayısıyla kültür “tam da her şey unutulduğunda geride kalan şey“dir (Sf. 11-12). Hal böyle olunca okuduğum bütün o kitaplar ve izlediğim tüm o filmlerden önce bir ayıklama yapabilmek ve “seçilmişler”den “geriye kalan(lar)la” bir “kültür bloğu” oluşturabilmek amacıyla yazdım tüm bu yazıları. Sonrasında “oratk bilinçte” bu yazılar da ayıklanacak, bazıları unutuluşun kuyularına atılacak olsa bile. Kitaptaki ifadeyle “damnatio memoriae“ye maruz kalacak belki de tüm yazılanlar, yani “öldükten sonra sessizliğe, unutuluşa mahkum edil[ecek]” (Sf. 196). En iyimser durumda bile geriye tek bir cümle kalacak belki de, hatta tek bir söz(cük). Düşününce Jean-Claude Carrière’e katılıyorum elbette, insan “hatırla(n)mak” için yazıyor. “Hatırlanmak istiyorsanız, yazmalısınız” diyor bize Carrière, “Yazmalı ve yazdıklarınız kor ateşte kaybolmasın diye bir şeyler yapmalısınız” (Sf. 207). Neden sonra, söyleşiyi yöneten Jean-Philippe de Tonnac araya giriyor: “Kültürlü bir insan, biliyor saydığı kitapları ille de okumuş mu olmalıdır?“, diye soruyor kışkırtıcı bir şekilde. Devam ediyor, “Yoksa, o kitaplar konusunda kanısı olması yeterli midir, bir kere yargıya varınca, bu yargı insanı o kitapları okumaktan sonsuza dek muaf mı tutar? (…) Bana okumadığınız kitaplardan bahsedin” (Sf. 221).
- Okumadığımız Bütün Kitaplar / İzlemediğimiz Bütün Filmler
Carrière’in sözleriyle birlikte okumadığım kitaplar ve izlemediğim filmler üşüşüyor aklıma. Eco’nun deyişiyle “ille de bize ulaşmayı isteyen kitaplar” var bir de hayatta, cümlenin devamına izlemediğim filmleri de ekliyorum ben. Açıkça söylemem gerekirse, okumadığım bir kitap veya izlemediğim bir film hakkında bir yazı yayınladığım olmadı hiç. Ama “kültür-sanat” cemaatinde görülmemiş şey de değil bu. Ne olursa olsun, referans verdiğim, yazılarımda bahsi geçen tüm kitapları ve filmleri de okuyup izlediğimi iddia edemem. Başka türlüsü nasıl mümkün olabilir ki zaten? Radikal’de Cem Erciyes’in sorduğu soru geliyor aklıma: “Bu kadar kitabı kim okuyor?“. Yazıda da belirtildiği üzere, Yayıncılar Birliği’nin geçtiğimiz günlerdeki açıklamasına göre 2013 yılında ülkemizde 536 milyon kitap basılmış, Bu hesapla kişibaşına ortalama 7.1 kitap düşüyor, yayımlanan tekil eser sayısı ise 42 bin. Öte yandan aynı yıl içerisinde Türkiye’de 86 tanesi yerli yapım olmak üzere 326 film girmiş gösterime (Kaynak: Beyazperde). Bunlar sadece bir ülkede ve bir yıl içerisindeki rakamlar! Bırakın tüm filmleri izleme, tüm kitapları okuyabilmeyi, sadece belirli bir konudaki eserlerin bile hemen hepsine vakıf olabilmek mümkün değil. Tam da bu sebeple, kültür dediğimiz şeyin ne olduğunu aklımızdan çıkarmamak çok önemli: “Kültür, bir ayıklama ve eleme sürecidir“. Kabaca bir hesap yaparsak, bir yılda ortalama 25 kitap okumak ve 100 film izlemek mümkün. Eğer bu ritmi 30-40 yıllık bir süreçte koruyabilirseniz, toplamda 3-4 bin film izleyebilir ve 1000 civarında kitap okuyabilirsiniz. “Ölmeden Önce Yapmanız Gereken” bilmemkaç şeyi düşündüğünüzde ise, pek de parlak bir manzarayla karşı karşıya olmadığınız anlaşılabilir. Nihayetinde, bana sorarsanız en iyisi bu hesapları bir kenara bırakmak. Zira Umberto Eco gibi bir düşünür/bibliyofil, “[d]ünya okumadığımız ama hakkında aşağı yukarı her şeyi bildiğimiz kitaplarla dolu” (Sf. 221) derken yanılıyor olamaz herhalde? Eğer okumadığınız bütün kitapları, izlemediğiniz tüm filmleri bir kenara bırakabilirseniz, Eco’ya hak vereceğiniz bir nokta daha var: “Kaçımız raflarda gördüğümüz ama bize ait olmayan kitapların kokusuyla beslenmemiştir ki? Bilgi elde etmek için kitapları seyretmek. Okumadığınız bütün o kitaplar size bir şeyler vaat eder” (Sf. 257).
- Ben gittikten sonra…
İnsan dediğin kendinden sonrasını düşünmekle yazgılıdır. O halde bu soruyu sormakla ve cevaplamakla mükellefim: Ben gittikten sonra bu bloga ne olacak? Aslında hiçbir şey olmayacak, blog açık kalacak, sadece yeni bir yazı yayımlanmayacak ve Facebook sayfası aktif paylaşımda bulunmayacak. Esasen bu soruyu sormakta da farklı bir niyetim var, o da geri kalan(lar)a dair. Son yazımda bana yol arkadaşı olan bu kitabın son sayfalarında Philippe de Tonnac da iki bibliyofil Eco ve Carrière’e şu soruyu soruyor : “İnsan öldükten sonra kütüphanesine ne olur?”. İki soruyu ard arda koyduğumda görüyorum ki, görece şanslıyım. Umberto Eco verdiği cevapta kitap koleksiyonu yapmak (bibliyofil olmak) üzerinde duruyor doğal olarak: “Kitap biriktirmek, kendini tatmine yönelik bir olgudur, tek başına yapılır; tutkunuzu paylaşabilecek kişilere nadiren rastlarsınız” (Sf. 266). Benim durumumda da; edebiyat ve sinemaya meraklı olmak ve bunlar üzerinde konuşmak istek ve ihtiyacını hisseden “nadir” kişiler söz konusu olabilir. Neyse ki bu blog, başlangıcından bugüne bu “tutkuyu” paylaşma konusunda bana (ve umarım size de) biraz yardımcı oldu. Bu yazıda en büyük yardımcım olan kitaba kaldığımız yerden devam edersek, “Okumanın cezalandırılmamış bir günah olduğu söylenir” (Sf. 229) diyen J.-C. Carrière şöyle noktalıyor sözlerini: “Suçumuzu haklı göstermek için şunu söyleyeyim: Orjinal kitapla neredeyse bir insan gibi ilişki kurabilirsiniz. Bir kütüphane, bir arkadaş topluluğu, yaşayan arkadaşlardan, bireylerden oluşan bir grup gibidir. Kendinizi biraz yalnız, biraz çökmüş hissettiğinizde, onlara başvurabilirsiniz. Oradadırlar” (Sf. 266). Evet, ben gittikten sonra herkesin ve her şeyin, hiç bir şey olmamışçasına yola devam edeceğini biliyorum. Sizlere söyleyebileceğim, ben buralarda yokken, !f İstanbul‘daki filmlere gidin mesela, arada yine kitapçıları dolaşın, dergilere bir göz atın, Başka Sinema’daki filmleri muhakkak izleyin, Mart sonu/Nisan başı geldiğinde İstanbul Film Festivali’ne biletler alın, iki film arasında Hazzo Pulo pasajına gidip bir çay da benim için için, Mayıs ayındaki Tiyatro, Haziran’daki Müzik Festivali’nin programına göz atıp, bir iki kaçamak yapın, tabi Mayıs’ta Gezi’yi ve direnişte yitirdiğimiz Ali İsmail’i ve diğerlerini unutmayın, tabi ki Emek Sineması’nı da!
Bitirirken, (şimdilik) yanımda götüreceğim kitapları paylaşmak istiyorum sizinle. Yukarıdaki resimde de gördüğünüz gibi beş kitap alıyorum yanıma, ilk birkaç ay için “idare eder” diye düşünüyorum. Ayrılırken Nazım Hikmet’in “Veda” şiirinden birkaç dize çınlıyor kulaklarımda, bu dizelerle de size “elveda” değil ama “hoşçakalın” demek isterim.
Yine görüşürüz
dostlarım benim
yine görüşürüz…
Beraber güneşe güler,
beraber dövüşürüz…
Geri bildirim: Umberto Eco ile “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti” | Sükût Suikastı
Geri bildirim: Kitabınızı Nasıl Alırdınız: E- mi yoksa B- mi? | Sükût Suikastı
Geri bildirim: Kayıp Zamanın İzinde… | sinedebiyatro
Kitabı okumamıştım. Şu sözü unutmam herhalde hiçbir zaman: Kültür tam da her şey unutulduğunda geride kalan şeydir.
Okuduklarımı, izlediklerimi çok unutan biri olarak, daha az üzüleceğim sanırım artık. Sonuçta geriye kalanlar varmış :)
Size de güle güle, kolaylıkla ve bol kitaplı geçer umarım bu altı ay. Dönünce bizi yazısız bırakmayın, yine yazın.
Sevgiyle..
BeğenBeğen