Sevgili okur, öncelikle şu soruma cevap vermelisin: Bir önceki mektubumda bahsettiğim Büyübozumu kitabını yahut en azından bu kitabı incelediğim yazımı okudun mu? Daha da önemlisi, Murat Gülsoy hakkında yazdığım bir önceki mektubumu okudun mu? Okumadıysan, sana şon bir sans daha veriyorum. Ayrıca kurmaca hakkında sıklıkla kullandığım kavramların bir çoğunu da şu kitabın içinde bulacaksın: Saf ve Düşünceli Romancı, Orhan Pamuk, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011. Bunları okumayacaksan, sen bilirsin, dilersen bu yazıyı da bırak ve git. Birbirimizi anlamamız için, sana yol boyunca işaretler vermeye, kısa yolları göstermeye çalışacağım. Tek yapabileceğim de bu zaten.
Murat Gülsoy’un –en azından ilk iki kitabındaki– öyküleri kurmaca ve gerçeklik, edebiyat ve hayat, karakter/anlatıcı ve yazar arasındaki çizgilerin bir ufuk çizgisi misali belirsizleştiği bir resim ortaya koyuyor. Biliyorsunuz, yer ve gök arasında olduğu gibi, bu ikiliklerin arasında da bir ayrım çizgisi var, ama birisi nerede bitiyor, diğeri nerede başlıyor, bunu kesinlemek kolay olmuyor. Hani şu meşhur hikayede sormuşlar Flaubert’e, o da: “Madam Bovary benim!” diye cevap vermiş. Edebiyatta yazar ile yarattığı karakterler ve anlattığı hikayeler bağlamında bu durum hep bir sorunsal olagelmiştir. Ancak çok az yazar, bu sorunun gerçekliğini derinden hissedip, Murat Gülsoy gibi bu durumla inceden alay eder ve “saf okur”un bu beklentisinin farkında olduğunun bilerek ve isteyerek altını çizer. Yani kurmaca bir öykünün kurmaca olduğunu okura her fırsatta hissettirmek, hatta kurmacanın yapıcı ögelerini bile isteye açık etmek, kurmacayı bir “büyübozumu”nu göze alarak parçalarına ayırıp bütün hikayeyi yeniden inşa etmek, okur ile yazar arasında olduğu var sayılan o “ilahi sözleşme”yi çıkarıp masanın üzerine koyarak, “oyunu bozmak” değil, tam aksine yeni oyunlar icat ederek oyunbazlık etmek… İşte bunlar hep kurmaca! Belki yazarımıza göre, “saf okur”u değil de “düşünceli okur”u akılda tutarak, “Murat Gülsoy benim!” demenin bir yolu.
Resim: La Reproduction Interdite (Yasaklı Kopya), René Magritte, 1937.
Sevgili yazarımızın ilk iki kitabında okuduğumuz öykülerinde sıklıkla karşılaştığımız eylemler yazma ve okuma; oluş/durumlar ise yazar olma yahut yazar olmaya çalışma şeklinde tezahür ediyor. (“Her yazar, iyi bir okurdur” iddiasını hatırlatmama bilmem gerek var mı?). İlk kitaptaki öykülerin yedisinde yazar yahut yazar olmaya çalışan karakter/anlatıcıları görüyoruz. Gaia İle Tanışma ve Açık Çek dışındaki tüm öyküler dar/kapalı bir alanda, sıklıkla da tek bir mekanda geçiyor. Bu durumun yazma ile yaşama, yahut yukarıda belirttiğim ifadeyle edebiyat ile hayat arasındaki ilişkiyi açığa vurduğunu düşünüyorum, ayrıca yazma ile yalnızlık arasında sıkı bir bağ olduğunu da bir kez daha aklımıza getiriyor. Yazma eylemi açısından ilk kitapta aslında bir türün baskın olduğunu iddia etmek mümkün: Mektup! Bir açıdan bu durum Oğuz Atay’ı, onun kitaplarındaki üslubu ve “Ben buradayım sevgili okuyucum” demesini hatırlatıyor bana. Atay’ın yazdıkları gibi, Murat Gülsoy’un öyküleri de okuyucuya yazılan tek taraflı mektuplara benziyor bir anlamda. Yine satır aralarında, kahramanlarından birinden şu itirafı duyuyoruz mesela:
“Sahi mektup olarak başlamıştım, ama nedense içimden postalamak gelmedi” (Gaia İle Tanışma, Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul içinde, sf. 131).
“Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul” adındaki bu ilk kitabında yer alan on iki öykünün dördünün mektup formatında yazıldığını görüyoruz. “Kıtmiir Kıtmiiir”de yazar anlatıcı ücra bir dağ evinden arkadaşına, “Kadınların Gölgesinde”de avukat Kerem Ç. yarattığı hayali karakter Defne ağzından tanımadığı “flörtü” Cem’e, “Kendini Orhan Pamuk Sanan Adam”da amatör yazar adayı tanık olduğu ilginç olayı Orhan Pamuk’a, “Gaia ile Tanışma”da bir belgesel çekme macerasını ayrıldığı sevgilisine mektup yazarak aktaran anlatıcı/yazar karakterlerin hikayelerini okuyoruz. Zamansal olarak günlere yayılan bu anlatılar günlük ve mektup arasında birinci tekil bakış açısından anlatılan öyküler. Burada yazarın yaratmaya çalıştığı şeyin bir gerçeklik hissi olduğu “sır” değil sanırım. Zaten yazdığı incelemede birinci tekil bakış açısından yazılan öykülerin iki özel uygulaması olduğunu açıkça itiraf ediyor yazarımız: Günlük ve Mektup (Büyübozumu, Sf. 176 – 192). Peki neden bu yöntemi tercih ediyor dersiniz? Cevabı yine kendi satırlarından bulalım: “[Günlük] Yazılı bir metin olduğunu saklamayan, tam tersine bunun altını çizen bir biçimdir. (…) Elbette yazar ustaca bir anlatımla bu gerçeklik düzlemini ‘unutturup’, dilediği sahnelerin okurun zihninde canlanmasını sağlayıp ardından tekrar günlüğü ‘anımsatabilir’” (Büyübozumu, Sf. 184). Yani ikinci kitabın ilk öyküsünde Cem’in yazar arkadaşına dediği gibi kurmaca yazarı “Yalan söylüyor!”, bizi kandırıyordur. Doğrusu biz de kandırılmak istiyoruz sevgili okur, aramızdaki “ilahi sözleşme” bu sevgili yazarla.
Resim: La Clairvoyance (Açık Görüş), René Magritte, 1936.
Bu Kitabı Çalın’da yazarlık ile olan hesap görünürde kapanmışa benzese de aslında “yara” sadece kabuk değiştiriyor. Zira bu kez, daha ilk öyküde yazarın kitabın içine kurmaca bir karakter olarak girdiğini görüyoruz. Kurmacanın insanlarda nasıl bir gerçeklik yanılsaması yarattığını ve yazı ile eylem arasındaki ilişkiyi görmek için “kurmaca yazarımız” gerçekte var olan başka bir kitabın ismine atıfla yazdığı “Bu Kitabı Çalın” kitabı ile “saf okur”a bir tür çağrıda bulunuyor ve kurmaca o ya, birisi bu kitabı gerçekten çalıyor! Kitabın son öyküsü “Yasadışı Öyküler”de yazarımız tekrar sahneye çıkıyor, bu kez yanında bir “okur temsilcisi”, “aşırı yorum timsali” olarak görülebilecek Oktay Bey ile birlikte öykülerini çözümlüyor, bir anlamda da başta ve sondaki bu iki öyküyle diğer öykülerini parantez içine alıyor yazar. “Kayıp Eşyalar Bürosu”nda görevli Kemal, bulunan bir çantadan çıkan (kayıp metin?) Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken kitabı ile edebiyatın kapısını aralıyor. “Hasta Bir Konak”ta Tuğrul “zamanının büyük çoğunluğunu, kendini yazıp çizmeye adamış bir grupla” geçiriyor ve bu grup bir dergi çıkarmaya karar veriyor (Yazarın 1992-2002 arasındaki Hayalet Gemi dergisi serüvenini hatırlatmak zorundayım). Bir diğer öyküde ise senaryo yazarı anlatıcı şöyle başlıyor öyküye: “İnsan hep bir başkasının yerinde olmak istiyor, ne tuhaf. Hep yazarak hayatımı kazanmak istemişimdir” (Birkaç Dolar İçin, Bu Kitabı Çalın içinde, sf. 139). “Kukla”ya geldiğimizde de, “fantastik hikayeler yazarak geçirdiğ[i] onca yıldan sonra artık uzun soluklu, gerçekçi bir hikaye yazmak ist[eyen]” bir anlatıcı yazar görüyoruz (Kukla, Bu Kitabı Çalın içinde, sf. 153). “Sakla Beni” öyküsünün kahramanı Ali Kapancı da bir yazar, “metin yazarı”. Ancak yazarlık ve de kurmaca söz konusu olunca en çarpıcı öykü “Yazarın Belleği” bana kalırsa, o yüzden de onu sona bırakmayı tercih ettim. Çünkü bu öyküde kendini var etmeye çalışan bir kurmaca karakterin başından geçenleri okurken, aynı zamanda okuyucu olarak kurmaca içindeki kurmaca karakterle özdeşleşerek “yazarın belleğinin koridorlarında onunla birlikte, eşzamanlı olarak gezinebilme ve bir dedektif gibi ayrıntıları eşeleyebilme özgürlüğü“ne sahip olabiliyoruz (Yazarın Belleği, Bu Kitabı Çalın içinde, Sf. 104). Doğrusunu söylemem gerekirse, yazma pratiği ve kurmaca üzerine bu öykü ile ilgili uzunca ayrı bir yazı yazılmalı. Ancak yine de bu öyküden hareketle, Gülsoy’un diğer öykülerinde de rastladığımız belirgin bir “yazarlık sırrı”nı açık etmekte fayda var: Yazarın Belleği öyküsünde yazar ve kurmaca yazar karakterin sesleri ve sözleri birbirine karıştığı için ‘sevgili okur’ metne yabancılaşıyor, neyin ‘metin’, neyin ‘anlatı’ olduğunu kavramak iyiden iyiye güçleşiyor (Murat Gülsoy benim! Hayır, benim!). Aslına bakarsanız bu da Gülsoy’un “kurmaca içinde kurmaca” (bkz. Kukla) yahut “çok katmanlı kurmaca” (bkz. Yazının ve Gecenin Bilgeliğine Dair) anlatılarında görünüşe göre kullanmayı oldukça sevdiği yöntemlerden birisi, bir tür yazar “oyunbazlığı”. Nitekim bu görüşümüze, “Yazarın Belleği”ndeki kurmaca karakterimiz de şu şekilde katılıyor: “Sevgili yazarımın oyun meraklısı bir kişiliğe sahip olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum” (Yazarın Belleği, Bu Kitabı Çalın içinde, Sf. 114).
Sevgili okur, buraya kadar -eğer beni dikkatlice takip ettiysen anlaman gerekirdi!- Murat Gülsoy’un bilinen iki “yazarlık sırrı”ndan ve ihlal ettiği bir kuraldan bahsettim. Mektup, günlük gibi birinci tekil şahıs bakış açısından anlattığı hikayeler ile bir “gerçeklik algısı” yarattığını, okur ile oyunlar oynamayı sevdiğini söyledim. Aynı zamanda, okur ile yazar arasındaki (“sanki tüm bunlar gerçekmiş gibi”) sözleşmeyi açık ederek oyunbozanlık yapıyormuş gibi davrandığını, ama tüm bunları gayet farkında olarak yaptığı için de aslında yapmaya çalıştığı şeyin bir tür “oyunbazlık” olduğunu anlatmaya çalıştım. Bundan sonrası için üçüncü mektubu beklemelisin.
İmza: Murat Gülsoy
Geri bildirim: 1980 Sonrası Yayınlanan 10 Öykü Kitabından Beğenilen Öyküler
Nefis!
BeğenLiked by 1 kişi
Geri bildirim: Bir gerçek: Kendini Murat Gülsoy sanan adam | sinedebiyatro
Geri bildirim: Bir sır: Ben (Murat Gülsoy’un yazdığı) bir hikayeyim… | sinedebiyatro