İsmail Saymaz, Gezi Direnişi’nde barbarca öldürülen Ali İsmail Korkmaz cinayetinin üzerine gitmesi ve polisin “ulaşamadığı” ama ortada olan delilleri gündeme getirmesiyle dikkat çekti. Aslında bir hayli geç, çünkü yıllardan beri, özverili ve ahlaklı gazeteciliğin, ilkeli basının yılmaz bir muhabiriydi Saymaz. Radikal gazetesinde insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü konularında sayısız haber/analize imza attı 33 yaşındaki gazeteci, ayrıca bugüne kadar yayınlanan altı kitap yazdı, sonuncusu: “Sözde Terörist”. Basın özgürlüğünün esamesinin okunmadığı ülkemizde, yaptığı haberler cezasız kalamazdı elbette, nitekim kalmadı da. Haberleri nedeniyle yirmiye yakın davada yüz yılı aşkın hapis cezası istemiyle yargılandı. Bunun yanında tehditler, tacizler… En son Eskişehir Valisi’nin “oğlum İsmail” e-postasını hatırlarsınız. Daha birkaç gün önce hakkında yeni bir dava açıldı, kendisine gelen tehditler konusunda ise mahkeme ve devlet sessiz (Kaynak: Bianet). Doğrusu, Saymaz’ın Radikal gazetesindeki haberlerini ve bilhassa son kitabı “Sözde Terörist”i okuduğunuzda, onun bu kadar saldırıya uğramasına malesef hiç ama hiç şaşırmıyorsunuz. Neden?
Çünkü Saymaz son kitabında son 10 yıllık süreçte Özel Yetkili Mahkemelerde (ÖYM) görülen otuz ayrı dava dosyasını, “terör suçu” ile yargılanan, ceza alan insanların davalarını, onların hayat hikayelerini, yargılamadaki usülsüzlükleri, ÖYM’lerin “özel yetki”lerini nasıl iktidar blokuna karşı her muhalif eylemi içine alacak şekilde kullandıklarını ana hatlarıyla ortaya döküyor. Manzara korkunç: ÖYM’lerde yargılanan, sekiz bini tutuklu yetmiş bin sanıkla Türkiye, 12 Eylül’ün sıkıyönetim mahkemelerinin “rekorunu” geride bıraktı (Sf. 263-264). Sadece davalar değil, tutuklu ve hükümlülerin sayısı da hiç görülmediği ölçüde arttı. Açılan her iki davadan biri mahkumiyetle sonuçlandı. Saymaz’ın, meclisteki soru önergelerine Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in verdiği cevaplara dayandırarak çizdiği tablo şu şekilde;
AKP iktidara geldikten sonra, 31 Aralık 2002 verilerine bakılırsa Türkiye cezaevlerinde 55.609 hükümlü ve tutuklu bulunuyordu. Bu rakam 2005 yılına kadar aynı düzeyde seyretti. Fakat 2006’da 70.277’ye, 2007’de 90.837’ye, 2008’de 103.235’e, 2009’da 116.340’a, 2010’da 120.814’e, 2011’de 128.604’e tırmandı. Bir diğer vahim olgu şuydu ki, 140.154 kişilik kapasiteli 320 cezaevinde yüzde 87 doluluk oranına ulaşılmıştı.
CTE’nin (Y.N. Ceza ve Tevkifevleri) 8 Temmuz 2013 verilerine göre 355 cezaevinde 132.015 kişi vardı. Bunlardan 104.797’si hükümlü, 27.218’i tutukluydu. 1.754’ü ise çocuktu. (Sf. 58)
Peki bütün bir ülke Saymaz’ın deyişiyle “adeta bir duruşma salonuna” dahası bir “hapishane”ye nasıl dönüşmüştü? Aslında akla yatkın iki açıklama vardı: ya ülkede şiddet ve terör olaylarında son yıllarda ciddi bir artış vardı, ki bu hem içinde yaşadığımız gerçekliğe hem de yapılan hükümet propagandasına aykırıydı; ya da bir takım insanlar “hukuksuz” davalarda yargılanıp, haklarında somut deliller olmasına bakılmaksızın “terörist” oldukları iddiasıyla “içeri tıkılıyor”lardı. Saymaz’ın kitabı, bu olasılıklardan ikincisinin daha olası olduğunu gösteriyor. Son yıllarda açılan davalarda adeta hukukun temel savı olan “Suçu ispatlanana kadar herkes suçsuzdur” düşüncesinin yerini “Suçsuzluğu ispatlanana kadar devlet gözünde herkes suçludur” varsayımı alıyor. Tabi “bazıları daha suçludur”. Kitabın ilk bölümün adı da bunu vurguluyor, çünkü devlet için: “Bir Düşman Aranıyor“. Kitapta ele alınan ve benzeri diğer davalar, suçludan ziyade “risk grupları”na odaklanıyor. Son günlerde uygulamaya geçirilen “önleyici gözaltı” uygulamasını hatırlayın, yahut “sesi benziyor” diye tutuklanmaya çalışılan Barış Atay örneğini, ya da yine RedHack davasında şu an tutuklu yargılanan Taylan Kulaçoğlu’nu. “İbret olsun” kararlarıyla yargılanan, “kendi kendine işkence yapmış” olabileceği, “kendi arkadaşları tarafından döverek öldürülmüş” olabileceği insanları hatırlıyor musunuz? Hatırlayın! Mesela Pozantı Cezaevi’ni hatırlayın, çocukların “dayak, kötü muamele ve taciz” iddasıyla şikayetçi olduklarını ve sonra açığa çıktığı gibi bu iddiaların gerçek olduğunu. Yoğun tepkiler sonucunda Cezaevi’nin kapatıldığını, gardiyanlara idari soruşturma açıldığını ancak hiç kimseye dava açılmadığını hatırlayın. Bu olay üzerinde hakkında dava açılan tek kişinin, bu skandalı duyuran İnsan Hakları Derneği Mersin Şube Başkanı Ali Tanrıverdi olduğunu hatırlayın (Sf. 94). Mesela Gezi Direnişi’nde iddianamede geçen bilmemkaç farklı örgüt üyesi olmakla suçlanan gencecik çocuklardan birinin hakime sorduğu soruyu hatırlayın: “Örgütü kendimiz mi seçiyoruz?“. Yargılamalarda “Herkese Bir Örgüt Kampanyası“nın düzenlendiği, aynı anda birbiriyle alakasız hatta çelişen örgütlerin üyesi olmakla yargılananları, yasal bir siyasi parti yahut derneğin düzenlediği gösterilere katılanların “yasadışı örgüt sempatizanı” olarak nitelendirildiğini, “çoktan seçmeli örgüt” davalarıyla yargılandıklarını, “terör örgütü üyesi” olarak tutuklandıklarını biliyor musunuz örneğin? Bilin! Görünen o ki; Yüce Adalet, şüpheye yer bırakmayacak biçimde şu yönde kararlara imza atıyor, “bizim için silah sıkan da, slogan atan da birdir”. Tabi bunun hukuka ve Anayasa’ya aykırı olduğunu filan sakın iddia etmeyin. Söyleyin bakalım, siz yeni Türk Ceza Kanunu’nun 220. Madde, 6.Bend’inde açıkça ne dendiğini bilmiyor musunuz?
Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen kişi ayrıca örgüte üye olmak suçundan dolayı cezalandırılır.
Bu madde ile kaç kişinin yargılandığını, kaç kişinin “sözde terörist” ilan edildiğini ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. “Sözde halı saha turnuvası” düzenledikleri, “sözde Dersim Katliamı’nı” andıkları gerekçesiyle “sözde vatandaş” olan binlerce kişi cezaevinde. Burada tek tek örneklerin üzerinden geçmek yersiz. Saymaz’ın kitabını koca bir şaşkınlıkla okuyorsunuz: bunlar gerçekten oldu mu, diye. Hani bir kitabı okurken önemli gördüğünüz yerlerin altını çizersiniz ya, bu kitabın altını çizemiyorsunuz işte. Sanki altını çizdiğiniz satırlarda hayat hikayeleri anlatılan insanların üstünü çiziyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz çünkü. Zira bu anlatılanlar “hikaye” değil, hepsi “yaşanmış bir hayat hikayesi”. İsmail Saymaz, kitabını bir edebiyatçı olarak değil, bir gazeteci olarak yazmış. Buna şüphe yok elbette, ne var ki yazdıklarının bir “hayat hikayesi” olduğu bilinciyle, o dille yazmış bu kitabı. Kitapta bir hikaye hemen hemen her zaman bir diğerine bağlanıyor. Bu açıdan baktığımızda, ne yazık ki bu topraklarda hayli bilindik tek bir hikayey anlatıyor belki de bu kitap. Bu ülkede herhangi bir vatandaş olarak, bilhassa da Kürt/Alevi/Ermeni/Solcu vb. bir “risk grubu” içerisinde yer alan bir vatandaş olarak, başınıza her an gelebilecek o malum hikayeyi. Bir gün polis sizi “teknik takibe” alır, hakkınızda bir “tutanak” hazırlar, savcı bu iddianameyi bir fezleke olarak mahkemeye sunar, hakkınızda somut bir delil olmasa bile göz altına alınabilir, hatta tutuklanabilirsiniz. Sonra hapishanede işkenceye, tacize uğrayabilir, yılarca mahkum kalabilirsiniz. Ve “adalet” peşinizi asla bırakmaz… “Sözde vatandaş”lığa hoş geldiniz!
Bu yazıyı İsmail Saymaz’ın kitabın girişine aldığı Sabahattin Ali’nin bir sözü ile bitirmek istiyorum, onun bu kitabı ithaf ettiği “Gezi Parkı’nın güzel çocuklarına” bir selam göndererek…
… çalmadan çırpmadan
bize ekmeğimizi verenleri aç
bizi giydirenleri donsuz bırakmadan
yaşamak istemek
bu kadar güç
bu kadar mihnetli
hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?
P.S. Sayfa numaraları verilen kitap: Sözde Terörist, İsmail Saymaz, İletişim Yayınları, 2.Baskı, İstanbul 2013.