Bağımsız filmleri sevenler Noah Baumbach’ı 2005 yılında çektiği “Mürekkep Balığı ve Balina” filmiyle hatırlarlar. Sonrasında ise 2007 yılında Emek Sineması’nda izlediğimiz Nicole Kidman’lı “Kız Kardeşim Evleniyor” filmi akla gelir. 2010 yılında çektiği “Greenberg” filmi nedense bizim topraklara pek uğramaz. Gençliğinde Woody Allenvari komedi gösterileri yapan Baumbach’ın, 25 yaşındayken çektiği ilk filmi “Şut ve Gol” Amerikan bağımsız sinemasının önemli yeraltı filmlerinden birisi sayılır. Wes Anderson ile sıkı dostluğu olan Baumbach, Anderson’un “The Life Aquatic” ve “Fantastic Mr. Fox” filmleri ile birlikte “Madagascar 3” gibi popüler filmlerin senaryo yazarlığını da yapar. Derken Baumbach 2011 yılında sessiz sedasız, düşük bütçeli ve siyah beyaz, ama “deneysel olmayan” bağımsız bir film çekmeye karar verir: Frances Ha.
BirGün’den Cüneyt Cebenoyan’ın filmle ilgili “Büyüyememiş bir genç kadın” adlı yazısından ödünç alarak söylersek, filmin konusu şöyledir:
“Frances Ha” bize 27 yaşına gelmiş, dansçı olmayı hayal eden ama ümit vaat etmeyen, kıt kanaat geçinen, evini arkadaşıyla paylaşan, yaşına göre büyük gösteren ama “henüz bir yetişkin olmadığını” düşünen ve hakikaten de olamamış Frances’in hayatından sahneler sunuyor.
Eğer filmi anlamlandırmayı sadece konusuna indirgersek, aslında oldukça dramatik bir hikaye olduğu var sayılabilir. Hele bir de siyah-beyaz çekildiği de hesaba katılırsa, filmi izlemeyenler, o “sıkıcı entellektüel filmlerden birisi” diye düşünebilirler. Oysa Frances Ha’nın etkileyiciliği de burada yatıyor. 27 yaşında “kendini biraz yaşlı hisseden” ama klasik anlamda “olgun” sayılamayacak genç bir kadının, hayatındaki “kırılma anı”nı dramatize etmeden, “olduğu gibi” verebiliyor film. Çünkü 20’li yaşlarda hayat tam da böyledir, (kendimden biliyorum!), artık üniversite yılları geride kalmıştır, büyük hayalleriniz belki hala vardır, ama bir baltaya sap olmanın derdine düşmek zorundasınızdır. Bu yeni hayata tutunmak, orada kendinize bir yer edinmek için, ya genç olmaktan, hayallerinizden vazgeçmek zorunda kalırsınız, ya da yertsiz-yurtsuz, bir yaprak hafifliğinde, esen rüzgarda hafifçe salınırsınız. Hayallerine sıkı sıkı sarılanlar, (Frances gibi), bir müddet daha devam ederler esen rüzgara direnmeye. Ama en yakın arkadaşınız da gemiyi terk edince, dümene geçmeniz gerekir, o zamana kadar hayat denen gemide tek başınıza hiç olmamışsınızdır, dümen elinizden kayar, ne yöne gideceğinizi bilmezsiniz. Elinize pusulalar, rotalar, haritalar tutuştururlar. Dümene daha sıkı sarılmanızı tavsiye ederler. Oysa siz sıkılırsınız tüm bunlardan, güverteye çıkıp bir tas çaydan tüten duman eşliğinde, akıp giden denize bakarsınız. Hafiften üşürsünüz, bilirsiniz gemi gitmesi gerektiği yolda gitmez, illa bir müdahale, bir yön vermek gerekir. Ama içinizden gelmez, ve kafanız önde sürekli geminin kumanda paneline bakmaktansa yola bakmayı tercih edersiniz. Frances Ha, yolun götüreceği yere değil, yola bakan bir film. “Genç olmanın dayanılmaz hafifliği” dediğim şey de tam bu işte! Hayatın uçucu olduğu anları yaşarken hissedilen bir şey bu hafiflik, bir yandan da geçici olduğunu bilmek büyük bir ağırlık yükler insanın omzuna. Bütün bunları neden yazıyorum? Frances Ha filminin hissetirdiklerini anlatabilmek için elbette!
Frances Ha, yönetmeni Baumbach’ın tabiriyle “evden eve geçen bir yol filmi” olarak düşünülebilir gerçekten de. Zaten Cüneyt Cebenoyan’ın değerlendirmesi de benzer şekilde filmi bir “büyüme hikayesi” olarak konumluyor. Aslına bakarsanız Antik Yunan’dan beri “inisiasyon süreci” (olgunlaşma) bir yol olarak düşünülür. Filmin başında Frances’ı Sophie ile birlikte mutlu beraberliğinde görürüz. Günler ağır bir “hafiflik” içerisinde geçer. Frances dans atölyesine gider, Sophie ise editörlük işine. Aslında “sevişmeyen bir lezbiyen çift” gibidirler, hayat hep aynı ritmle devam edecek, profesyonel bir dansçı olacak, Sophie ile yaşayacak ve her zaman şimdiki gibi dertsiz tasasız bir hayat sürecekler gibi gelir Frances’a. O yüzden erkek arkadaşı ona taşınmasını teklif ettiğinde (kızlı-erkekli!) Sophie’yi düşünür Frances, ve içinden “Evet!” demek gelmez. Ne var ki, hayat onunla aynı fikirde değildir, Sophie “hayalini kurduğu bir semtte” yaşamak istediğinden başka bir ev arkadaşı bulduğunu söyler. Böylece Frances “sokakta” kalır işte, filmde uzun bir süre boyunca, değiştirdiği adreslerin hikayesini takip ederiz aslında. Önce bir partide tanıştığı Sophie’nin iki arkadaşının evine taşınır (yine kızlı-erkekli!), dans işi istediği gibi gitmez, parasızlık çeker, derken ailesinin yanına gider bir süreliğine. Doğrusu yine beklentinin aksine, ailesiyle “sorunlu” bir ilişkisi filan yoktur Frances’ın, mutlu günler geçirir orada, ama bilir bir yandan, orada gelecek yoktur ona. Döndüğünde yine kalacak yeri yoktur Frances’ın, bir başka arkadaşının evine sığınır, derken “arkadaşlar arasında bir yemek”te tanıştığı birinin evi var diye, kalkıp Paris’e gider. Yine seyircinin beklediği o kırılma anı, “aydınlanma” gerçekleşmez, zamanının büyük bir kısmını uyuyarak geçirip, orada yaşayan “eski bir arkadaş”ını görmeden iki gün içinde New York’a geri döner. Sonra para kazanmak için eski okulundaki bir parti organizasyonunda çalışır, kaldığı yurt odasında Sophie misafiri olur. Nişan hazırlıkları yaptığı erkek arkadaşıyla Japonya’ya taşınan, “en iyi arkadaşı” Sophie! Aralarında bir yakınlaşma olsa da, işler yine “beklendiği gibi gitmez”. Belki de bir “kırılma anı” beklemek yanlıştır, çünkü “kırılma anı”nın kendisi tüm filmdir işte, zira hayatta öyle belirgin noktalar saptamak pek olası değildir. Hayat geçer, bir bakarsınız değişmiş, yeni birisi olmuşsunuzdur. Frances böyle kabul eder Frances Ha olmayı, yani yeni bir eve taşınıp, “sabit bir adres” ve “sabit bir iş”e sahip olmayı. Biraz nostaljik ve hatta romantik bir kişiliğe sahipseniz, o zamana “siyah-beyaz” bakabilirsiniz, oysa hayat böyledir işte, herkesin ve her şeyin değiştiği bir zamanda, akan suya geç de olsa, çekingen adımlarla girmek zorunda olmaktır. Ve bu 20’li yaşlarda sandığınız kadar “karanlık” bir tablo da olmayabilir.
Filmle ilgili yorumlarda dikkat çeken Frances Ha’nın bariz bir “Yeni Dalga” etkisi taşıdığı. Doğrusu filmi izlerken, benim gibi ilk başta anlatılacak hikaye hakkında çok fazla fikri olmayanlar, Frances Ha’nın gerçekten 60’larda yaşamış önemli bir dansçının biyografisi olduğunu sanabilirler. (İtiraf etmeliyim ki, Sophie ve Frances’ın film izledikleri sahnede Macbook gördüğümde “Nasıl ya?” tepkisini verdim!) Zira 60’ların o naif, gençlik anlatılarının büyüsüyle izledim filmi. Film müziklerinde François Truffaut ve diğer sahnelerdeki Yeni Dalga filmleri göndermelerini hesaba kattığımızda da filmin bütünü açısından oldukça isabetli bir tespit bu. Nitekim Baumbach da bunları gizleyecek bir yönetmen değil ve açıkça bu yöndeki iradesini söyleşilerde ortaya koyuyor. Zira Jennifer Jason Leigh ile olan evliliğinden olan çocuğuna Rohmer ismini koyacak kadar “yeni dalgacı” bir yönetmenden bahsediyoruz. Ayrıca Frances Ha’yı bir Woody Allen klasiği olan Manhattan filmi ile birlikte ananların sayısı da bir hayli fazla. Doğrusu New York filmde önemli bir yere sahip ve Greta Gerwig’in New York Film Festivali söyleşisinde belirttiği gibi film, bugünün en önemli “indie” oyuncularına yer veriyor. Bu yönüyle de “indie sinema” ve “hipster” yaşam tarzı için kült filmlerden birisi olacağı kesin. Anlaşılan o ki, 2010’ların New York’undaki yaşayan gençlerin hayatına bakmasıyla, onların gözünden hikayeyi anlatmasıyla da, gelecek yıllarda unutulmayacak ve dönüp tekrar izlenecek, üzerinde tartışılacak filmlerden birisi olmaya aday Frances Ha. Son sözü de filme sinen, “gençlik, özgürlük ve sevgi” meselesine dair edelim. Zira filme bu hissiyatı katan başrol oyuncusu Greta Gerwig’in aynı zamanda hem senaryonun ortak yazarı, hem de yönetmenin şu andaki sevgilisi olması! Herhalde, aşkla yapılan bir filmi bu kadar güzel duygularla anmak ve günlerdir aklından çıkaramamak yalnız benim sanrılarımla ilişkili bir durum olmasa gerek…
Geri bildirim: 2013′ün (İzlediğim) En İyi Filmleri | sinedebiyatro