Yakın zamanda içime bir kuşku düştü: Aceba güncel edebiyatı bir okur olarak ne kadar takip edebiliyordum? Mesele sanat olunca, en büyük korkularımdan biri, aynı dönemde yaşadığım ve sonradan “bir klasik” olacak eserleri tanıyıp bilmeden hayata gözlerimi kapatmak herhalde. Mesela 60’larda yaşayıp, Tanpnar ya da Nazım Hikmet okumadan, Magritte’in resimlerine hayran olmadan, John Cage’in müziklerini dinlemeden ölmek fena olurdu kuşkusuz. Bu sebeple, bilhassa 2000’lerde kitaplarıyla hani “adından çok söz ettiren” diyemesek de, camiada bilinip takdir edilen, ancak benim henüz tanış olmadığım özellikle Türkiyeli yazarların kitaplarını okumalıydı. Okumalıydı da nerden başlamalıydı? Bu konuda Notos dergisinin “üçüncü büyük soruşturması” olan Edebiyatımızda Geleceğin Ustaları listesi benim için gerçekten yol gösterici oldu. Listede Sema Kaygusuz, Murat Gülsoy, Ayfer Tunç ve (hatta!) Elif Şafak gibi oldukça tanınan isimlerin yanı sıra, Abdullah Ataşçı, Kaya Genç gibi çok tanımadığımız isimler de yer alıyordu. “54 seçicinin önerdiği 82 yazar arasından seçilen 25 yazar”ın en yaşlısı 1962 doğumlu Ethem Baran, en genci ise 1981 doğumlu Kaya Genç’ti bu “geleceğin ustaları”nın. Bir diğer referans noktası da önemli Edebiyat Ödülleri olabilirdi. İşte bu iki cephede öne çıkan ve tanımadığım isimlerden birisi, Sibel K. Türker ile bu “yeni edebiyat” macerasına çıktım. Listemdeki ilk kitap da Yunus Nadi ve Duygu Asena adına verilen roman ödüllerinin son sahibi Hayatı Sevme Hastalığı kitabı oldu. Bana sorarsanız “özenli” bir seçim yapmıştım, hayatıma girecek yeni yazarları seçiyordum, kolay mı? Bu “kaçamak” sonucunda ilk görüşte aşkın öyle kolay olmadığını anladım…
Hayatı Sevme Hastalığı kadın olmak, ölüm, sevgi ve ayrılık üzerine. İlk bakışta bunların farklı konular olduğu ve bir araya gelemeyeceğini düşünebilirsiniz. Oysa ki, kitabın isminden bile bu konuları tekmili birden hissetmek mümkün. Zaten bunlar öyle birbirinden pek de farklı değil bana sorarsanız, yeter ki doğru olay örgüsü ile bir araya getirilip romanın gizli özüne hizmet edebilsin. İki kadın karakterin, Neşe ve Ayda’nın, ilkinin sevgilisi Gurur’dan ayrılığı sonrasında tanışma, kaynaşma ve ölüm ile ayrılığa beraberce karşı durma hikayesi kitapta anlatılan. Kitabın konusunun bir özetini yapmaya girişmeyeceğim, zaten herhangi bir “tanıtım” yazısında bunu rahatlıkla bulabilirsiniz. Ama kitabın arka kapağındaki metnin içinde yer alan şu cümle dikkat çekici: Sibel K. Türker’in yeni çalışması Hayatı Sevme Hastalığı, yalnızlıktan erkeklerle hesaplaşmaya, alkolden müziğe, ahlaktan aşka pek çok sorunu son derece kıvrak, esprili ve ritmik bir dille anlatan bir roman. Bir çağ manzarası. Kitabı okuduğunuzda, bu cümleyi daha iyi anlayabiliyorsunuz. Evet, kitap çokça “mesele”ye birden el atmaya girişiyor, ancak daha önce söylediğim gibi bunların bir olay örgüsü eşliğinde anlamlı bir bütün oluşturduğunu söylemem zor. Öte yandan, zaman zaman Neşe ve yazarın sesleri birbirine karışıyor, ifadesi için karakola giden Neşe’nin komisere “kadına şiddet ve kadın cinayetleri” konusunda söyledikleri gibi, işte bu yüzden biraz “iğreti” ve “fazla” durduğunu hissediyorsunuz bu sözlerin o anda ve zamanda Neşe’nin ağzından çıkmasını. Ayrıca bir de sevgilisi ve ailesinin isimleri konusu var ki, bana sorarsanız bu kısımlar biraz fazla “simgesel”. Yani bir ailenin erkek çocuklarının isimlerinin Gurur, Onur, Şuur vs. olması biraz fazla “kör göze parmak” durumunu hissettiriyor. Ancak kitap hakkında tüm bu tartışmaların önüne geçecek, “hakiki” bir edebiyat tartışmasından söz etmemek olmaz. Literatürümüze “Zileli-Türker Polemiği” olarak girmeye namzet bu tartışmaya ben bir yıl gecikmeyle gireceğim belki, ama bu tartışmada önemli bulduğum yanlar olduğu için meseleye değinmek zorundayım.
Hayatı Sevme Hastalığı 2012 yılında yayınlanıyor. Sonrasında ise Radikal Kitap ekinde Irmak Zileli tarafından “Havada asılı kalma hali” adıyla bir eleştiri yazısı yayınlanıyor. Buraya kadar her şey normal. Derken bir hafta sonra, yine Radikal Kitap’ta kitabın yazarı Sibel K. Türker’in Irmak Zileli’ye cevaben kaleme aldığı “Savunma ya da uzayda mahsur kalma hadisesi” adlı yazısı okuyucularla buluşuyor. Aslında bunda da anormal bir durum yok, yazarlar bazen kitaplarına ve edebiyat anlayışlarına dair yazılar kaleme alırlar. Ama iki yazı da okunduğunda bu tartışmanın “normal” bir seyir izlemediği görülüyor. Kendisi de aynı zamanda bir yazar olan Irmak Zileli, yazısında mizah ve ironi arasındaki ayrımın önemine dikkat çekerek, Türker’in “keskin bir mizah anlayışı” olduğu, ancak bu üslubu “ironi” olarak nitelendirenlere katılmadığını belirtiyor. Aynı zamanda bir önceki romanından da yola çıkarak yazarın bir anlamda “karakterlerin önüne geçtiğini” ileri sürerek, bunun bir okur olarak kendisinde (tırnak içinde) “kandırılmışlık” duygusu yarattığını ifade ediyor. Zileli’nin bir diğer eleştirisi de kitabın ismi ve arka kapak yazısının okuru yanlış bir algıya sevk edebileceği yönünde. Irmak Zileli bir okur ve eleştirmen olarak, benim de yerinde bulduğum, şu tespitleri yapıyor:
“Yazar, kitabın arka kapak yazısının da söylediği üzere, romanı “pek çok sorunu” anlatan bir roman olarak kurgulamış (…) Bana kalırsa Türker, bunu yapmaya çalışırken roman odağını yitirmiş (…) Sibel K. Türker, odağı kaydırmayı, “bozup çarpıtmayı” seçmiş olabilir. Ancak bu bozma ve çarpıtmanın; içerikle, dille, romanın ismiyle, arka kapak yazısıyla, karakterlerin konumuyla, söylemdeki netlik ya da belirsizliklerle uyum göstermesi gerekmez mi?
Gelelim “yazarın savunu”suna… Öncelikle Sibel K. Türker cevap yazısının “pek görülmüş şey” olmadığı kanısında. Irmak Zileli’ye hitaben “Bir kitabın bu denli anlaşılamadığını en son Hukuk Fakültesi’ndeki öğrencilik yıllarında” gördüğünü söyleyen yazar, “kitabımı yalan yanlış eleştirilerden korumak amacıyla bu yazıyı kaleme almak boynumun borcu oldu, lütfen kimse kusura bakmasın” diyerek savunusuna geçiyor. Sonrasındaysa bir anda yazının yönü değişiyor ve şöyle devam ediyor Türker:
Ben 12 Eylül’de ne yapıyordum? İsim yapmış bir aileye mensup değilim, siyasetten çekenler oldu bu ailede ama onların maceralarını yazma heveslisi de değilim. Ben ne yapıyordum o tarihlerde? Annemle hayatta kalma savaşı veriyordum -bizler tarihin üzerine tükürmediği insanlarız ve bizim yaşadıklarımızdan o koca isimlerin ve tarihlerin hiç mi hiç haberi yok- bu romanı da beni büyüten hem umutlu hem de çılgınca ümitsiz, eğlenceli ve bir o kadar da kederli kadınlara yüreğimi derinden vererek yazdım.
“Komik olmayı hiç düşlemedim” diyen yazar, belli ki Zileli’nin mizah ve ironi ayrımına kızmış. Ama önceki paragraf da neyin nesi? Daha sonra Birikim yazarı Mesut Varlık’ın yazısından öğreniyoruz ki bu sözler, bir önceki yıl Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanan Irmak Zileli’nin Eşik romanı ve Zileli’nin biyografisine dair. Zira Irmak Zileli Doğu Perinçek’in yeğeni. Sonrasında ise çok tartışılacak şu sözlerle bitiriyor Türker savunu yazısını:
Benim için “anlatılamayacak olanın” anlatılması değerli oldu hep, bu çabaya gönül verdim. Zaten herkesin bildiği, benim söylememle de artı bir değer kazanmayacak olan olaylar, dönemler, tutumlar üzerinde bir yazar olarak durmak istemedim. Bunu iyi, hem de çok iyi yapan yazarlarımız var, ben edebiyatta kendi yolumu seçtim.
Bir roman başlangıç cümlelerinden anlaşılamaz. Bence benim romanım sadece ve sadece 223, 224 ve 225. sayfalardan ibarettir. Fazlasını okuyan herkese buradan teşekkür etmek isterim.
Evet, nereden bakarsanız “sorunlu” bir edebiyat tartışması bu. Sonrasında ise Türker’in 2013 yılı Yunus Nabi Roman Ödülü’nü kazanması, yani bir anlamda Irmak Zileli’nin halefi olması ise kaderin bir cilvesi olsa gerek. Bu tartışmanın ateşlediği başka yazılar da olması gayet doğal, ancak burada yazımı uzatmamak adına, dileyen okurların altta linkini verdiğim iki yazıya ve Sibel K. Türker’in Remiz Kitap’da yayınlanan söyleşisini de göz atmasını tavsiye etmekle yetineceğim. Bu tartışma ve kitap çerçevesinde düşüncelerimin Mesut Varlık’ın yazısında belirtilen düşüncelere oldukça yakın olduğunu da eklemeliyim.
P.S: Mesut Varlık’ın da Birikim’deki yazısında belirttiği gibi, edebiyat eleştirilerimizin “tanıtım yazıları”ndan öteye geçmediği bir ortamda, nitelikli edebiyat tartışmaları ve eleştirilerine ihtiyacımız olduğu ortada. Bu anlamda bloglar, bir bakıma oldukça faydalı ve tarafsız görüşler ortaya koyabiliyorlar, nitelik sorununu göz ardı etmeden yapılan/yapılacak blog eleştirilerinin edebiyatımıza neler katacağını düşünüp umutlanabiliriz belki de. Bu çerçevede Hayatı Sevme Hastalığı konusunda, kısa olmasına rağmen, blogundaki yazısında bu tartışmanın varlığına dikkatimi çeken Türey Köse’nin “Bir ‘kadın hastalığı’ olarak hayatı sevmek!” adlı yazısını da teşekkürler anmam gerekiyor.
Tartışmanın devamı için bkz.
Deniz Antepoğlu: “Anlatılmayacak Olanı” Anlatmaya Yemin Ederken Boşlukta Süzülüvermek, Aydınlık Kitap, 31 Ağustos 2012
Mesut Varlık: Bir Anne Kendi Yavrusunu Ulu Orta Nasıl Yerin Dibine Sokar: Zileli-Türker Tartışmasına Dâhil Olma Notları, Mesele Dergisi, Ağustos 2012.
Sibel K. Türker’le Söyleşi: Özlem Özdemir, Yazar Bir Parça da Bozguncudur, Remzi Kitabevi Kitap Gazetesi