Bu Aralar İzlediklerim, Sinema
Yorum Yapın

Sefertası (Dabba): Sevgi, sıcak yenen bir yemektir…

Yaklaşık bir yıl önce nitelikli bir iş dergisi olan Harvard Business Review’ın Türkçe yayınlanan ikinci sayısında Hindistan’da sefertaslarının dağıtımı üzerine oldukça ilginç bir makale okumuştum. Makalede Harvard Üniversitesi Profesörü Stefan Thomke, ev hanımlarının hazırlanadığı yemekleri dabba adı verilen sefer taslarında teslim alıp, öğle yemeği için ofisteki kocalarına yetiştiren ve sonrasında da tekrar evlere bırakan dabbawala (sefer taslarını taşıyan kişiler)‘lardan yola çıkarak lojistik yönetimi konusunda iş dünyası profesyonellerine tavsiyelerde bulunuyordu. İşin profesyonel kısmını bir yana bırakıp organizasyonel ayağına odaklanırsak, bence herkesin ilgisini çekebilecek noktalar vardı bu hikayede. Düşünün bir kere, yaklaşık 13 milyon kişinin yaşadığı dünyanın en kalabalık 4. şehri olan Mumbai’de (İstanbul 17,8 milyonluk Şangay’dan sonra 2. sırada!), 5 bin civarında dabbawala her gün 130 binden fazla sefer tasını yerine ulaştırıyor. Ve bu kişiler cep telefonu yahut karmaşık lojistik sistemler kullanmadan; bisiklet, tren gibi ulaşım araçlarıyla 6 saat içinde neredeyse hatasız bir şekilde bu işi başarıyorlar. Ve bu sistem 1890 yılından bu yana kullanılıyor. Belki de bu işin ne kadar karmaşık olduğunu, ama bir o kadar da basit bir şekilde idare edildiğini anlamak için aşağıdaki resim yardımcı olabilir. Sefer tasının ortasında yer alan rakam Dabba’nın gideceği bölgenin kodu: bu örnekte, Ballard bölgesi. Aşağıdaki açık mavi işaret ise, hangi istasyondan geldiğinin işareti. Sağ köşede yer alan “1SN1” kodu ise sırayla; 1: Varış yerine teslimat yapacak olan dabbawalanın kodu, SN: Varış yeri kodu: Sant Binası, 1: Birinci Kat. Sefer tası sistemi o kadar ün kazanmış ki, Harvard profesörleri dışında, FedEx çalışanları, lojistik uzmanları ve hatta Prens Charles bile gidip bu organizasyonu kendi gözleriyle görmek istemiş ve dabbawala’ları tebrik etmişler (1). Sizi bilmem ama bu hikayeyi okuduğumda müthiş etkilenmiştim.

Sefertası - The Lunchbox (Dabba)

Derken Filmekimi’nin 2013 programında Sefertası diye bir filmin olduğunu görünce, yukarıda özetlemeye çalıştığım bu soğuk ve rasyonel sistemin yanında bir de gerçek insan hikayelerinin, özel hayatların olduğunu hatırlayıp filmi görmem gerektiğine karar verdim. Film, kocasıyla aralarında bariz bir soğukluk olan Ila’nın özene bezene hazırladığı sefer taslarının kocası yerine emekliliği yaklaşan ve karısı vefat etmiş, hiç tanımadığı bir memur olan Saajan’a ulaşmasını, daha sonrasında ise bu ikili arasında sefertaslarına konan mektuplar aracılığıyla bir yakınlaşma doğmasını konu ediniyor. Amerikalı senaristlerin elinde imkansız bir aşk üçgeni üzerinden, yahut “hayatınızı değiştirmek için hiçbir zaman geç değildir!” klişesi üzerinden kolayca  romantik komediye evrilebilecek film, ilk uzun metraj denemesi olan Hintli yönetmen Ritesh Batra’nın kamerasından etkileyici bir Hindistan panoramasına çevrilmiş durumda. Bu yıl Cannes’ın Eleştirmenler Haftası’nda İzleyici Ödülü’nü kazanan Sefertası, gerek gerçekçi ve yalın yaklaşımı, gerekse odağına insanı ve kenti alan duruşuyla bu yılki Filmekimi’nin benim için öne çıkan birkaç filmden biriydi.

Dabba-The-Lunchbox

Sefertası’nı birçok izleyici ve eleştirmen “sıradan insanların sıradışı hikayesi” olarak tanımlıyor. Filmde sıradan olanın kırıldığı an, Ila’nın kocası içi hazırladığı sefertasının yanlışlıkla Saajan’a iletilmesi. Ki oldukça iyi işleyen dabba sisteminde, yapılan analizlere göre bu 4 milyonda 1 kez karşılaşabileceğimiz bir olasılık (2). Ayrıca filmdeki Ila, Saajan ve Saajan emekli olduktan sonra yerini alması düşünülen Shaikh karakterlerini canlandıranlar, anladığım kadarıyla Hindistan’da oldukça önemli oyuncular. Yukarıda değindiğim gibi konusu da bir hayli ilgi çekici. Ancak tüm bunların dışında filmin önemli bir artısı var: kendisini konusu ile sınırlamıyor. Yani mesele sadece, iki ya da üç kişi arasındaki bir ilişki değil. Eğer benim gibi sinemanın farklı hayatlar, farklı hikayeler aracılığıyla bize yeni dünyalar açma gücüne sahip olduğunu düşünüyorsanız, işte bu film kendisini konusuyla sınırlamayarak bunu başarabiliyor. Filmin önemi, makro ölçekte kapitalistleşen ve zenginleştikçe insanları yoksullaştıran kent hayatı, mikro ölçekte ise yalnızlaşan, mutsuzlukla mücadele eden, iş dünyasında yükselmeye çalışan kişileri son derece doğal ve yalın bir şekilde anlatabilmesinden kaynaklanıyor. Filmdeki karakterlere baktığımızda bu olduça samimi ve doğal filmin arkasında aslında oldukça bilinçli bir yapının izlerini görüyoruz. Ila ile başlayalım, Ila filmdeki iki kadın karakterden birisi, diğeri de üst katta oturan ve yatalak kocasına bakan teyzesi. Açıkçası filmde hiç görünmeyen bu teyze karakterini Ila’nın superego’su olarak da okumak mümkün. Zira evliliğini kurtarması için ona öğütler veren ve sadece sesi ile üst kattan seslenen bir karakter Teyze. Ila ise evliliğinden mutsuz, 30’lu yaşlarda genç bir kadın. Evden pek çıkmayan, çocukları ve ev işleriyle uğraşan bir ev hanımı. Aslında filmde bu kadar az kadına rastlamamız ve onların da genel olarak ev hanımı olması, feminist bir bakış açısıyla oldukça eleştirilebilir. Gerçekçi bakış açısından değerlendirir isek, bu kez de Hint toplumunda kadının yerini gösteren önemli bir tespit olduğunu belirtebiliriz. Filmdeki üç erkek karaktere baktığımızda, beyaz yakalı orta-sınıf erkeklerin farklı evreleriyle karşılaşıyoruz. Saajan, yıllardır o ofiste dirsek çürütmüş, etrafına baktığında hatırladığı binaların yıkılıp yerine yeni yapılar inşa ediliyor, bu şehir çok değişti, diyor bir mektubunda, önceden trende oturacak yer bulabilirdik, diye devam ediyor Saajan. Gittikçe kalabalıklaşan ve kapitalistleşen Mumbai, ondan karısını ve geçmişini çalmış gibi, gelecekte yeri yok artık Saajan için. Karısı öldükten beri, belli ki kendisi için hazırlanmış sıcak bir tas yemeğe hasret. Biraz da bu yüzden Ila’nın hazırladığı yemekleri büyük bir iştah ve memnuniyetle yiyor Saajan. Bir yandan da boğazına takılıyor lokmalar, çünkü biliyor, açlık halen Hindistan için önemli sorunlardan birisi, mektubunda yazdığı gibi bu şehirde öğle yemeklerini tok tuttuğu için muz yiyerek geçiren o kadar çok insan var ki! Esasen bu iki ana karakter, bir anlamda son yıllarda “ekonomik mucize” gerçekleştirerek “zenginleşen” Hindistan’ın değişen büyük kent yaşamında “tutunamayanlar” olarak görülebilir. İkisi de yalnızlık ve nostalji duygularından muzdarip gibi. O yüzden sözleri buluşuyor belki de, birbirlerini hiç görmeseler de. Öte yanda ise “tutunan” yahut en azından “tutunmaya çalışan” iki erkek karakteri görüyoruz. Ila’nın kocası ve Saajan emekli olduktan sonra onun yerini alacak olan Shaikh. Ila’nın kocası herşeyden önce “meşgul” bir karakter, belki başka bir kadınla da ilişkisi var, evde karısını ve çocuklarını pek gözü görmüyor, sürekli telefonda, işinde gücünde. Ama bunu ailesi için değil de, sanki profesyonel yükselişini garanti altına almak için yapıyor sadece. Bir açıdan “oyunu bilen” ya da daha iyisi “oyunu kuralına göre oynayan” bir karakter. Shaikh ise belli ki taşradan gelen ve bu “vahşi kapitalist” şehirde tutunmaya çalışan birisi. Amerikalıların deyişiyle bir “self-made man”, işi öğrenmeye, üstlerine yaranmaya ve yükselmeye yani bu hayata “tutunmaya çalışan” birisi. Ama diğer yandan geçmişi ve kişiliği de aslında filmin komedi havasını tutturmasını sağlıyor. Bir yandan doğal, bir yandan hesaplı, tuttuğunu koparan Shaikh de bu şehirde yalnız aslında. Dolayısıyla Saajan’a yakınlaşmaya çalışmasında bir yandan kişisel, öte yandan profesyonel bir yönelim söz konusu. Trende oturacak yer bulmasından da, ofisteki insanlarla yakınlık kurmaya çalışmasından da, Saajan’ın yakasını bir türlü bırakmamasından da belli, “tuttuğunu koparan” bir delikanlı olduğu. O geleceğe umutla bakıyor, Saajan ise geçmişe hüzünle. Saajan, belli ki “başka devrin adamı”, yaşlılığı anlatan çok güzel bir sahne var mesela filmde. Saajan, Ila’ya son mektuplarından birinde diyor ki, “eskiden banyoya girdiğimde büyükbabamın kokusunu duyardım, işte bu yaşlılığın kokusuydu, son zamanlarda bu kokuyu sık sık duyuyorum, sonradan farkettim ki bu benim kendi kokum, artık yaşlanıyorum…”. Film, artık Saajan’ın emekli olması ve Ila’nın kendini bir karar vermek zorunda hissetmesiyle bir yol ayrımına geliyor. Burada da yönetmen, kolaya ve hayale kaçmak varken, seyircisine dürüst davranarak hikayenin ucunu açık ve belirsiz bırakmayı tercih ediyor. Sefertası, işte tüm bu dürüstlüğü, yalınlığı ve gerçekçiliği ile övgüyü hak ediyor.

Son olarak bir iyi bir de kötü haberle bu yazıyı noktalayalım. Hindistan’daki, Fransız Kültür merkezinin haberine göre film, uluslararası arenada oldukça talep görüyor. Şimdiden filmin gösterim haklarının satıldığı 20 ülkeden birisi de Türkiye (3)! Ancak kötü haber şu ki, Türkiye haklarını hangi şirket aldı ve ülkemizde bu film ne zaman gösterime girer, şu an net değil. Yakında gösterime girerse, Sefertası’nı kaçırmamanızı tavsiye ederim.

P.S. : 20 Eylül’de Hindistan’da gösterime giren ve oldukça önemli eleştiriler alan Sefertası’nın yönetmeni ve oyuncuları ile yapılan 20 dk.lık İngilizce bir söyleşiyi izlemek isterseniz de, buradan buyurun lütfen:

Notlar

1. “Mumbai’nin Servis Mükemmelliyet Modelleri”, Stefan Thomke, Harvard Business Review Türkiye, Kasım 2012, Sayfa 118-122.

2. http://www.the-match-factory.com/films/items/the-lunchbox.html

3. http://institutfrancais.in/node/381

Yorum yapmak ister misiniz?

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s