BAŞKA?, DENEME
Comment 1

#DirenGezi: “Fakir ama gururlu genç”ten, yarı-zengin otoriter babaya…

AKP ve “hükümetin şahsında cisimleştiği Başbakan” Erdoğan yıllar içerisinde önce horgörülen, bir kenara itilip unutulan çocuk, ardından “fakir ama gururlu genç” ve 90’lı yıllarda “Ben de İsterem!” diyen mahallenin bıçkın delikanlısı yahut “adil” külhanbeyi evrelerinden geçerek bugün “yarı-zengin otoriter baba” figürüne dönüşmüştür. 

Neydik?

İlk kısımda yazıyı biraz uzatmak pahasına biraz geçmişe dönecek ve 80’li yıllardan bugüne siyasal islam hareketi nasıl bir değişim göstermiştir, buna bakmaya çalışacağım. Tabi bu yazıyla yapmayı denediğim şey, siyasi islam hareketinin kültürel bir okuması. Bunun dışında politik/ideolojik farklı yorumlar yapılması mümkündür. Ancak ben “Kültürel Çalışmalar” disiplininden hareketle bir kültürel okuma yapmayı arzuluyorum. Bu sebeplerle ilk bölümde değerli okuyucunun sabrını rica ediyorum, zira yazının bu bölümünü çıkarmaya kalktığımda, buradaki ifadelerin yetersiz kalacağını hissediyorum.

Ülkemizde 80’li yılları en iyi anlatan kitaplardan birini Nurdan Gürbilek yazmıştı: Vitrinde Yaşamak – 1980’lerin Kültürel İklimi (1). Gürbilek kitabında, bir kısmı daha önce Defter dergisinde yayınlanan makaleleri aracılığıyla o yıllardaki toplumsal değişimin anlam haritasını çıkarıyordu, kitabın özü sayılabilecek makaleyi okumak için bkz. Vitrinde Yaşamak – Nurdan Gürbilek. Yazar, Walter Benjamin’in Moskova ziyaretinde sarfettiği “Camekanda yaşamak en büyük devrimci erdemdir” sözünden hareketle 80’li yılları “vitrinde yaşamak”a benzetiyor; bir yanda baskı, bir yanda ise özgürleşme arzusu arasında kalan toplumun ve onu yönetenlerin “kültür mücadelesi”ni anlatıyordu. Peki ne vardı 80’lerin vitrininde? Bedrettin Dalan’ın rant üzerine inşa ettiği İstanbul büyükşehir belediye başkanlığı, önce darbe sonra Özal hükümeti, yavaş yavaş ülkeye nüfuz eden kapitalizm ve alışveriş merkezi, reklamcılık gibi uzantıları, taşradan kente göçüş ve İstanbul’un büyük bir kasaba halini alması, zengin ile yoksul arasındaki uçurumun büyümesi, arabesk müzik kültürünün doğuşu… Gürbilek’e göre, darbe dönemince susturulan ve baskı altına alınan “düşünce ve ifade özgürlüğü”, 80’li yıllarda bir “söz patlaması” olarak geri dönmüştü. Gürbilek bu olguyu “bastırılmışın geri dönüşü” olarak adlandırmıştı.O yıllarda Gürbilek’in dediği gibi “Türkiye’de vitrinler hiç bu kadar zengin, insanların alım güçleri hiç bu kadar düşük olmamıştı“. Bütün bunları neden mi anlatıyorum? Ülkemizde şu an da, en az 80’li yıllar kadar, hatta daha köklü bir kültürel değişimin sahne aldığını ve o dönemi ne kadar iyi okursak bugünün gerçekliğini de o kadar iyi anlayacağımızı, çünkü o günün bugüne benzediğini düşündüğümden.

80li Yılların Türkiyesi Anton Hazewinkel

Nurdan Gürbilek’i alıntılamam boşuna değil, zira Vitrinde Yaşamak kitabında o yıllarda yaşanan kültürel dönüşümün en billur tespitlerinden biri: Türkiye’de 80’lerden 90’lara geçerken gerçekleşen dönüşümün “Fakir ama gururlu genç” olma halinden “ben de isterem!” noktasına gelmek olarak tarif edilmesiydi. Peki ama ne demekti bu? Popüler kültürden devşirilen bu “basit” ifadelerden neyi anlamamız bekleniyordu? 70’li yıllardan itibaren köyden kente göçün hızlanması ile birlikte Yeşilçam’da şimdi bakıldığında bize naif ve komik gelebilecek meşhur bir tipti “fakir ama gururlu genç”. Büyük şehre (ki hemen her zaman İstanbul olurdu) yeni gelmiş, törelerini, değerlerini ve bütün doğallığını da tahta bavulunda trenle Haydarpaşa garına getirmişti bu genç. İstanbul’u görmesiyle içini bir korku ve aynı anda büyüleme kapladığından olsa gerek, “YENİCEM ULAN SENİ İSTANBUL!” diye bağırırdı içlice. Bu “yozlaşmış” değerler kentinde, en azından gururunu korumak zorundaydı. Aşık olur ama kavuşamazdı, araya hep zenginlik meselesi girer, sevdiği kızla arası “ayrı dünyaların insanları” oldukları için açılırdı. “Delikanlının” aşkını satın almaya çalışan zengin babanın teklifi, fakir ama gururlu genç tarafından üslubuyla reddedilirdi. Mazlumdu, mağdurdu, oyunun kurallarından bihaberdi gencimiz. Onun “saf ve temiz” gururlu dünyası ile, zenginlerin “gösterişli ve kibirli” dünyası birbirinden farklıydı, bu oyunda galip gelmesinin yegane yolu, “bu oyunu bozmak”tı belki de… O yılların (daha öncesinden başlayarak) kültürel simgelerinden birisi Orhan Gencebay’dı. Gürbilek’in Ben de İsterem makalesinde belirttiği gibi, o dönemde “Adil olmayan babaya karşı tüm ailenin haklarını savunan ağabey” idi Orhan Gencebay (2). Gencebay ve kültürel ortamın ifadesini yine Gürbilek’ten alıntılıyorum (3):

“Benim de her şeyde bir hakkım vardır” diyordu demesine ama “hakkımı hemen ver!” yerine “istemem namertten bir yudum çare” diyordu. (…) İktidara aday bütün ağabeyler gibi o da kendi isteklerini ertelemek zorundadır.

90’lı yıllarda ise günün geçer akçesi İbrahim Tatlıses’in bir şarkı sözünde ifade buluyordu: Ben de isterem! Ne istiyordu bu bir zamanın fakir ama gururlu genci? Artık elma yanak, kiraz dudaklardan onun da istifade etmesi gerekti, öksüz yetim değildi, olsa da farketmezdi, ellere vardı da ona yok muydu yoksa? Artık “milli irade” bir şeyi istiyorsa alacaktı! İktidarı istiyorsa onu da alacaktı elbet. Evet, milli irade 90’larda Tatlıses’i daha da çok sevdi. Gürbilek’in sözleriyle söylersek (4):

Onun şarkıları sayesinde göğüslerini gere gere konuşmayı, yakın zamana kadar sırt çevirmek zorunda kaldıkları dünya nimetlerinden paylarını istemeyi, bir yabancının aracılığı olmaksızın kendi seslerini duyurmayı öğrendiler.

Özal ve Tatlıses 80ler

Ne Olduk?

İşte AKP de aşağı yukarı böyle bir kültürel dönüşümden geçerek kurdu iktidarını. Evet, artık bu yazının ana konusu olan Gezi Parkı direnişine gelmem gerekiyordu. 2000’lerin kültürel durumu nedir, nasıl bir dönüşüm gerçekleşmiştir, bunu anlamaya çalışıyorum, belki de Gezi’de yanan direniş ateşi artık bu olguyu daha görünür kıldığı için… Ve “peki ama bundan sonra ne olacak?” sorusuna da olası bir yanıt bulabilirsem bu yazı görevini hakkıyla yerine getirmiş olacak sanırım. Yazı son cümlelere kadar aslında bir anlamda Nurdan Gürbilek’in yerinde tespitlerine “sırtını dayamıştı”. Ancak buradan sonra yola yalnız devam etmem gerekiyor, hakiki bir “birey” gibi…

Ana fikrim şu: Kapanan partiler geleneğinden gelen AKP yıllar içerisinde önce horgörülen, bir kenara itilip unutulan çocuk, ardından “fakir ama gururlu genç” ve 90’lı yıllarda “Ben de İsterem!” diye ortaya çıkan mahallenin bıçkın delikanlısı yahut”adil” külhanbeyi aşamalarından geçerek bugün “yarı-zengin otoriter baba” figürüne dönüşmüştür. Bir zamanların “fakir ama gururlu genç“i Erdoğan ve o dönemki Refah Partisi, 94 yerel seçimlerinde “ben de isterem!” diye çıkmışlar ve hem o seçimde hem de bir yıl sonrasındaki genel seçimlerde başarılı olarak İktidar’a kadar gelebilmişlerdi. Ne var ki bu rüya onlar için kısa sürdü, “aranan mağduriyet” 28 Şubat’la adeta ellerine teslim edildi. Oyunun kurallarını iyi öğrenen eski bazı RP’li milletvekilleri de, 2000’li yıllarda “hapisten yeni çıkmış” belediye başkanı Erdoğan’ı yanlarına alarak AKP’yi kurup üç dönem art arda iktidara gelmeyi başardılar. Ancak bugün göründü ki, bir zamanların mağdur “fakir ama gururlu genç”i zenginleşmeye başladıkça, başkalarının gözünün yaşına bakmayan, büyük hedefleri olan ve gittikçe otoriterleşen bir babaya dönüşmüş.

TayyipErdoganFeridunG1a

Erdoğan’ın ya da onun temsil ettiği iktidarın “babalaşma” meselesine gelmeden önce burada bir parantez açıp, “ben de isterem” diyen “bıçkın delikanlı” tipine eğilmemiz gerekiyor diye düşünüyorum. Yıldırım Türker’in 2010 yılında yazdığı bir yazıdan kısaca bahsetmek istiyorum (5), bu yazıya dikkatimi çektiği için, dostum Kağan’a da teşekkür etmem gerekiyor. “Tayyip Abi dayanışmaya çağırıyor” adlı yazısında yazar, Erdoğan’ın statüko karşısında nasıl bir “mahalle abisi” olarak görüldüğünden bahsediyor. Peki “baba” ile “ağabey” figürü arasında nasıl bir fark var? Yıldırım Türker’den alıntılarla yanıt vermeye çalışayım (yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için metindeki faşizm alıntılarını atladım, çünkü tahlilin orjinali Adorno’nun Hitler okumasıdır) :

Babanın yerini ve bütün yetkilerini devralan ama onunla fazla özdeşleşmekten kaçınan bir ağabey. (…) Takipçisi, liderinde olmak istediğini görür. (…) Kendini takip edenlere benzemeli ve bu benzerliği hissettirmelidir. (…) Babanın yerine geçip aynı zamanda onun iktidarını tehdit eden ‘Ağabey’, iktidar adına babanın asla izin vermeyeceği kolektif şiddete de onay verir, hatta kışkırtır.

Tabi şunu eklemekte fayda var, Erdoğan’ın “bir ağabey” olarak isyan ettiği ve demokrasi içinde güçlerini elinden almaya çalıştığı “baba” Kemalist ve Laik devlet düzeni ve onun koruyucusu olan Yargı ile Ordu gibi bürokratik kurumlardı. Bu kurumları da yanına çektiğinde, yahut etkisiz hale getirdiğinde AKP’nin demokrasi adına “savaş açabileceği” ve bu savaş üzerinden “mağduriyet savunusu” yaparak oy toplayabileceği bir düşman kalmıyordu. İşte bu sefer de son derece haklı olan Gezi Parkı direnişi, AKP ve Erdoğan’ın o “makbul halk” gözünde hedef gösterebileceği bir “iç/dış mihrak ya da tehdit”e dönüştürüldü. Şimdi “babalık” meselesine geri dönersek, sanırım bu gelişimi göstermek, AKP ve Erdoğan’ın nasıl da karşı çıktıkları, kötüledikleri “devlet baba” figürüne dönüştüklerinin daha iyi anlaşılabilmesini sağlayacaktır. İtiraf etmem gerekirse bu tespitim de sıradışı değil. Zira benim bu konuda rastladığım iki önemli yazı var; biri Birikim dergisinin internet adresinde, diğeri İngiliz The Guardian gazetesinin The Observer ekinde yayınlandı. Fatih Doğan, Birikim’e yazdığı yazıdahükümetin şahsında cisimleştiği Başbakan” Erdoğan’ın “öfkeli bir baba” figürüne dönüştüğünü iddia ediyordu. İktidarda ‘yaşlandıkça’ Erdoğan’ın “paternalist/ataerkil tutumunun” bu öfkeyi arttırdığının altını çiziyordu Doğan. Ayrıca artık “baba”nın bir Hulusi Kentmen’e dönüşmesinin de sorunu çözemeyeceğinden ve yeni nesilin bir “Devlet Baba” istemediğinden bahsediyordu yazısında (6). The Observer’dan Peter Baumont ise şöyle soruyordu: “Recep Tayyip Erdoğan: ‘Baba‘ Hala Türkler İçin Bir Baba Figürü mü” (7). Bu yazının yayınlanması çok daha eski, hatta son seçim öncesinde, 5 Haziran 2011 tarihinde. O dönemde hükümetin “icraatlerinden” yola çıkan yazı, Erdoğan’ın gittikçe otoriterleştiği yönündeki izlenimleri ve tanıklıkları aktarıyordu. Öte yanda ise en sevdiği sözlerden birisi olan “Milli İrade” kavramını her defasında tekrarlayan Erdoğan ve taraftarları, “İnsaf, böyle otoriterlik olur mu?” diye soruyorlardı. Ben ise artık son zamanlarda iyice su yüzüne çıkan otoriterlik söyleminin yetersiz olduğunu ve Erdoğan’ın “yarı-zengin otoriter bir baba figürü”ne dönüştüğünü düşünüyorum. Neden?

Yarı-zengin çünkü bir yandan “milli gelirimiz 3 kat artmıştır” diye bas bas bağrılıyorken, anlaşıldı ki aslında “o kadar da değil” imiş, milli gelir artarken de ne yazık ki sadece bir hesaptan öteye gitmeyen kişibaşına düşen milli gelir reel rakamlarla o kadar artmamış (bu arada gemicikler alınmış filan onları saymıyoruz). AKP iktidarı ve onda cisimleşen Erdoğan “yarı-zengin ve otoriter”dir çünkü gezide insanlar “özgürlük, adalet ve saygı” dedikçe Erdoğan “Hakkari’ye Havalimanı”, “milli irade” ve “milli gelir”, “faiz lobisi” diyor, bir zamanlar kendilerine karşı kullanılmış “ayakların baş olduğu nerede görülmüş” lafları ediyor, “BUNLAR bu ülkenin gelişmesine karşı, bizi durdurmaya çalışıyorlar” diyordur. Bana göre bu da, akşam arkadaşlarıyla dışarı çıkmak isteyen, artık yetişkin olacak yaştaki genç kız ve erkeklere, “Hayır otur oturduğun yerde!” diyen, kendisine itiraz edilince de “Neyinizi eksik ettim de bana karşı sesinizi yükseltiyor, dikleniyorsunuz” diyen baba tavrından farksızdır. Yarı-zengin hatta “sonradan görme”dir, çünkü zengin burjuvalara kızarken, her yerde yaptığı havaalanından bahsedip, sürekli ekonomiye hep ekonomiye vurgu yapmak, ki ekonomi tam da o şaşaalı günlerini geride bırakırken, “kroyum ama para bende” edebiyatından farksızdır. Evet AKP başımıza gelmiştir, “halk” onu seçmiştir, ama unutulmamalı ki Erdoğan’ın 2002 iktidarı, artık tepesinde ne yapması gerektiğini sürekli söyleyip duran, hatta sıklıkla tepesi atan bir babaya (28 Şubat sürecindeki o meşhur Ordu ve BAĞZI LAİKLER) karşı isyanla mümkün olmuştur.

Bugün gelinen noktada ise artık sevgi, anlayış ve en önemlisi saygı istiyordu, “bu ülkenin çocukları”. Gerçi Başbakan biz bu ülkeye “yürekten sevdalıyız” diyordu ama aşkı “mutlu bir birliktelik” olarak görmüyordu, hatta “aşk” lafını bile duymak istemezdi belki de, onun derdi “fetih”ti. Ne de olsa “halkın gönlünü fethetmişti”. Zorla alıkoymasına bir de rıza göstermesini bekliyordu Millet Ana’nın, adına da demokrasi diyordu, “sandık demokrasisi”. “Büyük Usta” vaktiyle çok çekmişti, “buralara kolay gelmemişti”. Neleri öğrenmemişti ki, her şeyi “iyi biliyordu” artık, hem de “çok iyi biliyordu”. “En az üç çocuk” istiyordu, 3 dönem iktidar üç çocuğa tekabül edebilirdi pekala. Neler yapmamıştı ki bu iktidar? Belki “yemedim yedirdim” lafı fazla kaçardı, zira ülke refahı ona göre o kadar iyi duruma gelmişti ki, “hem yemiş hem yedirmişti”, bir yandan yedirip içirirken de sofrada ne yiyip ne içileceğine, nasıl davranılacağına karar veren olmak istemişti. “Giymedim giydirdim” sözü de çok yerinde olmazdı herhalde, zira “giyinmek” önemliydi onun için, dolayısıyla “hem giymiş, hem giydirmişti”. Giydirmeye çalıştıklarını giymeyenlere de, “rahatsız oluyorum, istersem zorla giydiririm de, ancak yüreğim o kadar geniş, o kadar ‘modern bir baba’yım ki, kimsenin ‘yaşam tarzına’ karışmıyorum” diyordu. Yani kelimenin gerçek anlamıyla giydiremediklerine, mecazi anlamda sözleriyle her fırsatta “giydiriyor”du. Oysa zenginleşmek sadece gelir artışıyla olacak iş değildi, zira Orhan Pamuk’un Masmumiyet Müzesi’nde dediği gibi “onlar fakirliğin zengin olmakla geçecek bir suç olduğunu sanıyorlardı”. Zenginleşmek farklılıları kabul ederek, toplumsal barış ve demokrasiyi kurarak gerçekleşebilirdi ancak. Muassır medeniyetlerin o meşhur “seviyesi” de ekonomik olmaktan ziyade demokratik bir zenginleşmeyi temsil ediyordu halbuki. Gezi parkını da evinin bahçesi gibi görüyordu Erdoğan: “şu ağaçları sökeriz, ortaya büyük bir kışla, içine buz pisti, altına güzel bir müze, üstüne de otel ve rezidans yaparız. Yandaki AKM’yi de alırız hanım, oraya da barok bir opera binası yaptık mı, ohhh değme keyfimize, biraz da iktidarın tadını çıkaralım yahu” diyordu adeta. Başbakan hep konuşuyordu, her yerde, her şeyin en iyisini o biliyordu. Oysa yeni nesil yaman çıkmıştı, “altına araba çekip”, tatillere göndermek yetmiyordu artık gençliğe, bir de “özgürlük” istiyorlardı, kendi kararlarını kendileri almak istiyorlardı. Evinin bahçesinde çadır kurmak istiyorlardı! Baba ise hala öfkeliydi, hani bir evden kovmadığı kalmıştı, dayaksa dayak, baskıysa baskı. Baba değil miydi, hem döver hem severdi, de hep ortanca kardeşi dövüp, hep evde oturan abiyle, bir zamanlar mağdur olan bacıyı mı sevmek gerekirdi? Resmen kardeş ayırt ediyordu Başbakan babamız, bir tarafın hep kusurları vardı, diğer tarafın ise sabrı. Bu ilk karşı karşıya gelmesi değildi ortanca kardeş ile babanın, son günler ortanca kardeşin elini güçlendirdi. Ve “bu daha başlangıç”tı, mücadeleye devam!

Ne Olacağız?

Peki ya bundan sonra ne olacak? Hepimizin aklındaki soru bu sanırım. Birçok soruyu da beraberinde getiren bir soru bu: Başbakan ya da hükümet geri adım atacak mı? Yoksa gerginliği sürdürme yoluna mı gidecek? Baskı ile cadı avı ile tüm muhaliflerin sesini kısacak, gerekirse ülkeyi büyük bir hapishaneye mi çevirecek? Peki direnişçiler nasıl bir tavır alacak? Bir “büyüklük yapıp” tansiyonu düşürmek adına mücadelelerini farklı şekillerde mi sürdürmeye çalışacaklar? Ya da söylemeden edemiyorum, “eski solcu”lar gibi her olayda sokaklara mı dökülecekler? Yoksa seçimlere kadar yeni bir şahsiyet çıkıp da, iktidarı mı alacak? Şüphesiz bunları yanıtlamak isterdim, ama cevapları hiç birimizin bildiğini sanmıyorum. Görünen bir şey var ki, Erdoğan geri adım atmayacak, en azından seçimlere kadar, seçim konuşmalarında gerilimi arttırması da azaltmaya çalışması da aynı oranda mümkün görünüyor bana. AKP’ye oy veren seçmen koalisyonunu konsolide etme stratejisinin detayları, muhtemelen bu sel gittikten sonra daha net bir hal alacak.

Bizim Aile

Mayısın sonlarından bu yana garip bir gerçekliğin içinden geçiyoruz. Aklıma sıklıkla eskiden “hep beraber” izlediğimiz eski Türk filmleri geliyor. Biber gazına sirke mi yoksa limon mu iyi gelir diye düşünüp dururken, Neşeli Aile filmini hatırlıyoruz mesela. Benimse aklım daha ziyade “Bizim Aile” filmine gidiyor. Hani şu Adile Naşit ve Münir Özkul’un iki “geçkin” dul olduğu, sonra da evlenmeye karar verdiği ancak çocuklar arasında sürekli çıkan kavgalarla ilişkinin bitme noktasına geldiği film. Hani Tarık Akan’ın zengin kızı Itır Esen’e aşık olduğu, “kötü kalpli zengin baba”nın da bu birlikteliğe mani olmaya çalıştığı film. O filmin ve belki de sinema tarihimizin en unutulmaz sahnesi “benim istediğim olacak!” diyen zengin otoriter babaya, Yaşar Usta’nın cevabıdır: “Bak beyim sana iki çift lafım var!”

Ne dersiniz bir Yaşar Usta çıkar ve “Bak Beyim” diye başlayarak bu zengin ve otoriter babaya meydan okuyup ona görmek istemediği acı gerçekleri gösterir mi? Ya da o kadar yıldan sonra halen bir Yaşar Usta’ya ihtiyacımız var mı? Diyelim ki öyle oldu, ne dersiniz sonunda “kötü kalpli” babanın da kalbi yumuşar ve bu filmin sonunda olduğu gibi “genç ve güzel kızı”, yani bu durumda Gezi Parkı’nı, özgür bırakır, hatta elleriyle o “sevgi dolu insanların” yanına götürür mü? Bakalım…

Notlar

(1) Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak 1980’lerin Kültürel İklimi, Metis Yayınları, İstanbul, 2011, 6. Basım

(2) Nurdan Gürbilek, Ben de İsterem, Defter, Yaz 1999, Sayı 37, sayfa 24.

(3) a.g.y. sf. 24

(4) a.g.y. sf. 26

(5) Yıldırım Türker, Tayyip Abi dayanışmaya çağırıyor, 25 Ekim 2010, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/yildirim_turker/tayyip_abi_dayanismaya_cagiriyor-1025417

(6) Fatih Doğan, Devletin Babalıkla İmtihanı: Gezi Direnişi, Birikim Dergisi internet sitesi, 27 Haziran 2013, http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=980

(7) Peter Beaumont, Recep Tayyip Erdogan: Is ‘Papa’ still a Father figure to Turks?, The Observer, Sunday 5 June 2011, http://www.guardian.co.uk/theobserver/2011/jun/05/observer-profile-recep-erdogan-turkey

1 Yorum

  1. kadimselim says

    Çok “kitsch” bir yazı; alabildiğine statükocu, alabildiğine dışarıda kalan, baştan sona irrasyonel muhalif yazı. Gerçi siyasetin zaten irrasyonel bir alan olduğuna inanırım, ama bunun farkında olarak konuşmak ile, kendini ya da sınıfını rasyonel sanmak arasında dağlar kadar fark var. Her neyse. Herkes biliyor meselenin Erdoğan olmadığını. Yabancısı kaldığınız şeyin aynı zamanda her zaman cahili de kalacaksınız. Üstelik hiç bir seküler ikon durumunuzu kurtaramayacak. Bilimcilik iddiası ile bilim arasındaki onulmaz yara… bir gün anlarsınız umarım.

    Beğen

Yorum yapmak ister misiniz?

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s