Bu Aralar Okuduklarım, Edebiyat
Comment 1

İhsan Oktay Anar’ın “Yedinci Gün”ü…

Yedinci Gün; düşle yoğrulan hikayesi, düzçizgisel olmayan zaman kullanımı, ilginç maceralar peşinde koşan sıradışı karakterleri ve arkasını felsefeye dayayarak, mekan olarak yine “tarihi İstanbul”u seçmesi ile tam bir İhsan Oktay Anar romanı. Ancak bir adım daha ileriye atıp soracak olursak: Aceba Yedinci Gün tam olarak neyi anlatıyor?  Orhan Pamuk’un Saf ve Düşünceli Romancı’da kullandığı ifadeyle soralım: Bu romanın “gizli merkez”i nerede ve nasıl kurulmuş? Ve bu roman, Anar’ın külliyatına nasıl bir yenilik yahut ilerleme getiriyor?

İhsan Oktay Anar - Yedinci Gün

Yedinci Gün üç bölümden oluşuyor: Baba, Oğul ve Hayalet. İlk bakışta, bölüm isimleriyle Hristiyanlığın “teslis inancı”na gönderme yapsa da, kitap içerisinde bu anlamda daha derin bir yönelim ya da izlek hissedilmiyor, yine de teslis inancındaki üçlünün bir ve tek Tanrı olması noktası, kitabın ana hattını inşa ediyor. Kitabın ilk bölümü “Baba”nın girişinde Abdülhamid olduğunu anladığım padişah hazretlerinin sarayında geçen uykuyla uyanıklık arasında bir düş sahnesi yer alıyor. Aslında benzerlerini daha önceden sıkça gördüğümüz bir “çerçeve içinde çerçeve” anlatısı olan bu hikaye, yine de padişahın yaptırdığı “aslının yedi yüz ellide biri ölçüsündeki Dersaadet maketi” ile Anar’ın kendine has dünyasına giriş için okura hoş bir kapı sunuyor. Bu “açılış gecesinin” ardından şehr-i İstanbul’da cereyan eden tuhaf vukuatlar ve mübarek zat-ı şeyhlerin cinayeti vakıası hasıl olur. Sonrasında ise “tipik” bir Anar hareketiyle bundan seneler evvele dönülüp, Paşaoğlu denen zat okuyucu ile tanıştırılır. Modern ilim peşinde koşan bu zat-ı namuhterem, Paşa dedesinin mirası ve itibarı sayesinde, gönlünce kendini ilime ve irfana adamıştır. Sorbon’da tahsil gören, klasik bir “Batılılaşmacı olan” Paşaoğlu bir gün girdiği iddiayı kaybedince ilmini Hak yoluna adamaya hükmedilir. Buradan ise yine “vaktiyle…” denilerek yazarın her kitabında alter ego olarak hizmet eden, okuruna tanıdık gelecek bir karaktere “İhsan Sait”e geçilir. İhsan Sait “baba”dır.  Servet peşinde koşan İhsan Sait, bir süre sonra Paşaoğlu’nun yerine geçer, anlarız ki bu aslında onun hikayesidir. Ancak işler karışmaya başlar, bir yanda oğlu olduğunu idda eden Ali İhsan, bir yanda adresine gelen esrarengiz mektuplar, bir yanda aşık olduğu “gelecekteki sevgilisi” Prenses Döjira ve ona ulaşmak için Alman mühendislerin ve Japon teknolojisinin yardımıyla inşa etmeye çalıştığı tayyare… Kitabın ikinci bölümünde Oğul hikayesi, yani Ali İhsan’ın Sarıkamış’ta savaş sırasında yaşadıkları ve donarak can vermesi anlatılır. Üçüncü bölümde ise 1934 yılında İhsan Sait’in hayaletinin tekrar dünyamızı ziyaret etmesi ve olayların çözümü aktarılırken, kitabın sonunda nihayete şöyle erişilir :

(İhsan Sait) Kitabını tam altı gün boyunca (kitapta Yedi Uyurlar diye anılan ve 1934’te “Hayalet Olayı”nı soruşturan yedi müfettişe) yazdırdı. Döjira’ya kavuşma vakti gelmişti. Nihayet altıncı günün gecesi saatler 12’yi vururken şöyle dedi:

“Artık yoruldum ve yarın dinleneceğim, siz de öyle yapın.”

Kitabının son cümlesi de bu idi.

İhsan Oktay Anar romanlarında (şimdiye kadar) üç temel özellik dikkat çekiyor: üslup (bilhassa dil kullanımı açısından), biçim (tarihsel ya da felsefi roman değil “tarihi/felsefi macera romanı” olarak) ve (mekan/bağlam anlamında) içerik. 2011 Ekim-Kasım tarihli 30.sayısında Notos dergisi dosya konusu edip kapağına taşıdığı Anar’ı “Sözün, sözcüklerin, tarihin büyücüsü…” olarak niteliyor. Dosya içerisinde yer alan yazılardan derlediğim bilgilerle söylersem; Anar sokak ağzını, argoyu, eski kelimeler ile bugünkü dili birbirine karıştırırken, masalsı, mizahi ve karikatürümsü bir dil kuruyor romanlarında. Kutsal kitaplara, dönemin yazınına ve felsefeye göndermeler yaparken aslında “o günkü” dili değil, ona yaklaşan (post-)modern bir dil inşa ediyor. Mekanik, müzik ve hayatın diğer birçok yönünü ele alırken, anlamadığınız çok sayıda sözcük ve deyime yer veriyor, buna rağmen belki de gerçekten bir “büyücü” misali, o hissiyatı yahut sihri okuruna geçirmeyi başarıyor yine de… Biçim açısından baktığımızda bana en doğru gelen nitelemeyi, “Minyatür ve Roman Estetiği” yazısında, Anar’ın romanları tarihi ya da felsefi veya macera romanı olarak değil tarihsel macera romanı olarak okunabilir, tespitiyle  Gürsel Korat yapıyor. Yazar bu tespitine şöyle bir dayanak gösteriyor aynı yazıda : “Bu düşüncemi, macera romanının belirleyici unsurunun ‘kahraman’ oluşuna dayandırıyorum” (Notos, Sf. 23). Semih Gümüş’ün İhsan Oktay Anar’a yönelttiği benzer bir soruya da, Anar kitaplarının tarihi roman olmadığını ifade eden bir yanıt veriyor (Notos, Sf. 20). Son olarak içerik temelinde Anar, kitaplarına ekseriyetle İstanbul’u, Şehr-i Dersaadet’i seçiyor.  Dönemin İstanbul’unda yazarın favori mekanları Galata, Pera ve Suriçi. Sıklıkla postmodern olduğu iddia edilse de, hem postmodernin üzerinde anlaşılmış bir tanımının yapılamaması, hem de şimdiye kadar bu iddiaya yeterli dayanak gösterilemediği için, her ne kadar postiş, alter-ego vb. teknikleri kullansa da Anar’ın postmodern bir yazar olduğunu savunmak zor bana kalırsa (Bu tartışma için Ahmet Koçakoğlu’nun yazdığı Yerel Bir Postmodern: İhsan Oktay Anar kitabına bakılabilir). Öte yandan baktığımızda hem ele aldığı tarihsel dönem, hem de romanlarında sürekli yer alan “mekanik sevdası” bana biraz Modernleşme ve Osmanlı’nın/Türkiye’nin Batılılaşma sürecini hatırlatıyor.

ihsan-oktay-anar-2-2AFB-76C1-BD5E

Yedinci Gün kitabını yazımın başında “tam bir Anar romanı” diye nitelemiştim. Doğrusunu söylemek gerekirse bu ifade, bir övgü yahut beğeniden ziyade eleştirel bir şüpheyi belirtiyor. Bu sebeple, ilk paragrafta sorduğum “retorik” sorularla da bunun altını çizmek istemiştim. Ezcümle Yedinci Gün; makine seslerini kullanmak gibi bir takım dilsel yenilikler, güncele dair atıfta bulunan ve fikir beyan eden bazı cümleler gibi içeriksel ilerleyişler ve 1934 yılına kadar gelmesi dışında biçimsel yenilikler getirmiyor. Şimdi izin verirseniz yazıyı biraz daha uzatmak pahasına, bunun sebeplerini tartışmaya çalışayım. Öncelikle İhsan Oktay Anar, Yedinci Gün öncesi yazdığı beş kitabında biçimsel ve dilsel bir bütünlük, belki bir anlamda da içeriksel bir örtüşme göstermişti yazdıklarında. Hepimizin aklından geçen şu soruyu, Semih Gümüş, Notos’taki söyleşisinde yine yazarın kendisine yöneltiyor: “Peki İhsan Oktay Anar, hep bu ilk beş kitapta bildiğimiz dünyaları aynı dille mi yazmayı sürdürecek?“. (Notos’un sözü edilen sayısının Yedinci Gün yayınlanmadan önce çıktığını hatırlatmakta fayda var). Bu soru Yedinci Gün sonrası yinelenebilir, gerçekten İhsan Oktay Anar, hep bu ilk altı kitapta bildiğimiz dünyaları aynı dille mi yazmayı sürdürecek? Açıkçası Yedinci Gün’ün önceki beş kitaptan “farklı” yahut “daha iyi” olduğunu söylemek güç, bir de yazarın dünyasına “yeni” bir soluk getirmediği kabul edilirse bu soruları sormak zaruri bana kalırsa. Dahası, Yedinci Gün bir özelliğiyle de, yine kendi kanaatimce, diğer romanlarının gerisine düşüyor yazarın. Belki de daha önemli olan soru bu: Yedinci Gün tam olarak neyi anlatıyor? Orhan Pamuk’un Saf ve Düşünceli Romancı’da kullandığı ifadeyle soralım: Bu romanın “gizli merkez”i nerede ve nasıl kurulmuş? Aceba İhsan Sait’in “insan-ı kamil” olma yolunda geçirdiği dönüşüme mi odaklanmalıyız? Peki düzçizgisel zamanı izlemeyen böyle bir kitapta o kadar tarihi anekdot ve ilgi çekici karakter, neden var öyleyse? Ya da Puslu Kıtalar Atlası’nda dendiği gibi; “gerçekleşmiş bir hayal olan dünyayı örnek alıp onu ve üslubunu taklit ederek yeni hayaller kuran” bir hikaye mi bu? Yine yeni yeniden mi? Sanırım bu soruların cevabı, İhsan Oktay Anar’ın hem güçlü, hem de zayıf yanı olabilecek “tarihi macera romanı” biçim tercihinde yatıyor. İşin ucu bir yerden sonra, farklı notalarla aynı besteyi çalmaya varıyor ki, bu da bir tatminsizlik yaratabiliyor.

Asuman Kafaoğlu Büke, yine Notos’un aynı sayısında “Gotik Ortamların Mimarı” adlı yazısında “Çerçeve Öykü” kuramından ve bunun Anar romanlarına uygulanabilirliğinden bahsediyor (Notos, Sf. 47). Yedinci Gün’ün de temel eksikliği bu belki de, sağlam bir çerçeve öykünün üzerine kurulmaması. Anar romanlarına baktığında, “oluş ve akış içinde olan yalnızca olaylardır” diyor Büke, ve devam ediyor: “Yazar sürekli olarak olayları anlatır ve kişileri olaydan olaya koşturur“. Peki ama nereye doğru? Puslu Kıtalar Atlası ya da Amat’ta bütünlük korunabiliyorken, Yedinci Gün’de tüm bu yükü İhsan Sait’in yaşamına devretmek biraz riskli bir karar belki de. Yedinci Gün’ü okurken Oğuz Demiralp’in sözlerine katılmamak elde değil, öyle ki, “hayal ekseninde bir dünya” kuran İhsan Oktay Anar, “gizlerin, gizemlerin, olayların çözümlenmesinde biraz kolaya kaçıyor gibi“. Yedinci Gün’deki yaratılış göndermesinden hareketle şöyle bir benzetme yapılabilir belki; İhsan Oktay Anar altıncı kitabı Yedinci Gün’ü bitirdiğinde, yıllardır felsefe dersi verdiği üniversitesinden ayrıldı ve dinlenmeye çekildi. O dinlenirken biz okuyucular da; Anar aceba yeni kitabıyla nasıl “yeni” bir dünya kuracak, işte bu hayali kurmaya devam edeceğiz anlaşılan…

1 Yorum

  1. Geri bildirim: 2014 Yılının Öne Çıkan Kitapları | sinedebiyatro

Yorum yapmak ister misiniz?

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s