Bu yıl San Fransico Uluslararası Film Festivali’nin “State of Cinema” (Ç.N: Sinemanın Hali) konuşmasını Steven Soderbergh’in yapacağı açıklandığından bu yana, herkes Soderbergh’in geride bıraktığı yönetmenlik kariyeri ve belki de son sinema filmi olan “Side Effects” hakkında ne söyleyeceğini merakla bekliyordu. Yönetmen, konuşmasında her ne kadar sinemayı bıraktığı yolundaki söylentilere net bir yanıt vermese de, stüdyoların egemenliğindeki film endüstrisine olan inancını neden ve nasıl yitirdiğine dair önemli açıklamalar getirdi.
*Bu yazı, 30 Nisan 2013 tarihinde IndieWire’ın internet sitesinde Cameron Sinz imzasıyla yayınlanmış ve Sinedebiyatro blogunun yazarı Soner Sezer tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. Steven Soderbergh’in konuşmasının İngilizce tam metnine buradan ulaşabilir, yahut internette yayılan ilgiye kayıtsız kalamayarak arşiv için çekilen görüntüleri paylaşıma açan San Fransico Uluslararası Film Festivali’nin konuşma videosunu aşağıdan izleyebilirsiniz.
Bundan birkaç ay önce Jet Blue havayollarıyla New York’tan Burbank’a uçuyordum. Jet Blue’yu tercih etmemin tek sebebi fiyatları değil. JFK’daki terminallerini gerçekten sevimli buluyorum. Sanırım ülkedeki en iyi terminallerden birisi budur, diğer türlü iyi bir havayolu bulabilmek için dünyanın öbür tarafında Asya ya da Avrupa’daki büyük şehirlere gitmeniz gerekiyor. Bu havaalanları muhteşem. İnanılmaz derecede sakin olurlar. Oralarda sizi her anlamda rahatsız eden müzik sesini duymazsınız. Zaten, her gittiğimiz yerde bir soundtrack duymaya ihtiyacımız olduğu yargısına ne zaman karar verildi bilemiyorum. Mesela tuvalete gidiyorsunuz, orada işinizi görürken neden bir de müzik olur, bunu anlamak gerçekten güç. Dolayısıyla bahsettiğim uçuşta oldukça rahattım. Evet belki daha fazla koltuk mesafesi olması için 60$ ödemiştim ama sonuçta havada rahat bir yolculuk geçirecektim. Yan tarafımda bir adam vardı, iPad’ini çıkarıp bir şeyler izlemeye başladı. Ne izlediğini merak ettim – bu arada, adam 30’larında beyaz bir Amerikalıydı. Anladım ki adam, birçok filmden farklı aksiyon sahnelerini alete yüklemiş ve diyalog ya da anlatıya takılmaksızın, birinden diğerine geçiyor. Düşünsenize adamın beş buçuk saatlik yolculuğu bu kargaşayı izleyerek geçecek!
O an, panik değil ama, bir nevi aceba deliriyor muyum hissine kapıldım. Ya da dünya mı deliriyor – ya da her ikisi de mi? Tekrar düşüncemin başına döndüm, belki de ben kafayı yiyorumdur. Belki de nesil meselesidir, yaşlanıyorumdur, ve artık bazı şeyleri anlamıyorumdur. Belki de 22 yaşındaki kızım olsa böyle hissetmezdi. Ona sormalıyım. Ama sonra yeniden düşündüm, hayır: bir şeyler oluyor, hem de ölçümlenebilecek bir şeyler oluyor, öyle olmalı. İnsanların ‘The Sopranos’un finaline, ölmek üzere olan bir genç kızın halinden daha fazla üzülmesi, bir şeylerin yanlış gittiğini gösteriyor. Etrafımızdaki insanlar terörist saldırıların devlet komplosu olabileceğini düşünüyor. Halbuki ceviz tanesinden büyük bir beyne sahip herkesin, bizim hükümetin bu denli büyük terör saldırıları düzenleyip sonra da bu sırrı saklayamayacağını bilmesi gerekir, çünkü biliyoruz ki, bu çağda sır saklamak öyle kolay bir iş değil.
Yani, hayat denen şey bir anlamda bateri sesine benziyor. Bir ritmi var ve bazen hızlı, bazen de yavaş, ve belki de olan şey, sadece davul vuruşlarının hızlanması ve belki de artık bu ritim öyle bir noktaya varmıştır ki, bateriye her bir vuruş arasındaki sesizliği duyamıyorumdur, yani artık olan şey bir uğultudan başka bir şey değildir. Yine de belki benim neslimle alakalı bir şeydir diye düşündüm, bilirsiniz işte, her nesil bir şekilde böyle düşünür, belki kızıma sorsam iyi olur. Sonra birilerinin şu deneyi yaptığını hatırladım, bir araçla giderken 30 km/h sonrasında insanların yüz ifadelerini anlamanın mümkün olmadığını söylüyordu. Bunun hissiyatımı anlatmak için iyi bir benzetme olduğunu düşündüm. Bu bir kişinin ortaya koyabileceği tuhaf deneylerden birisi muhakkak.
Her neyse Jet Blue ile yaptığım uçak yolculuğundan bahsediyordum. Şunu eklemem gerekir ki, bu düşünceler kafamda dönüp durdu ve okuduğum Douglas Rushkoff’ın kitabını hatırladım, ve anladım ki kitaba da ismini veren “Şimdi Şoku” denen fenomenden mustariptim. Şimdi paylaşacağım alıntı biraz daha tuhaf hissetmemi sağladı doğrusu: “Doğrusal bir bağ olmadığında, birisi neler olup bittiğini nasıl anlayabilirdi ki? Şeylerin neden böyle olduğunu açıklayan ne bir hikaye, ne de bir anlatı var. Bir şeyi yapmak ve sonucunu görmek arasında bir zaman farkı kalmadı. Bunun yerine henüz bir aksiyonu tamamlayamadan birikmeye başlayan ve bizi etkileyen sonuçlar var artık. Ve çok sayıda farklı kaynaktan gelen o kadar fazla bilgi var ki, artık bir anlatıyı takip etmeniz mümkün değil”. Benim bahsettiğim, ‘uğultu’ hali bu işte. Bundan bahsetmemin nedeni, bu durumun hepimizi etkilediğini düşünmem. Kültürümüz ve filmlerimiz üzerinde bu olanların bir etkisi var şüphesiz. Yani filmlerin nasıl yapıldığı, nasıl satıldığı ve ne kadar başarılı olduğu bu olgunun etkisine bağlı.
Ama filmlere geçmeden önce, belki de genel olarak sanattan bahsetmeliyiz, bu hala mümkünse elbette. Dünyadaki tüm acıları hesaba kattığınızda, sanat ne için var, gerçekten? Eğer Shakespeare’in külliyatı soykırımı önleyemeyecekse, o zaman hakikaten neden var? Zamanımızı ve kaynaklarımızı sinemaya ya da tiyatroya gitmek yahut modern sanat enstalasyonları görmek için harcamak yerine, acıları dindirmeye ve diğer insanlara yardım etmeye çalışsak daha iyi olmaz mı? Ocean’s Thirteen filmini çekerken kurduğumuz casino her hafta 60,000 $ değerinde enerji tüketiyordu. Bu durumu nasıl aklayabilirsiniz? Bu enerjiyi kullanacak insanların iki saatliğine sinemaya geldiklerini ve eğlendiklerini, -tabi eğer biz bu kadar fazla enerji harcağımız için onlara bir şey kalmışsa- söyleyerek haklı çıkabilr misiniz? Sonra, tüm ‘eğlence’ sektörü için harcanan o kadar enerjiyi bir düşünün. Mesela benim buraya uçakla gelmem için gereken karbon ayak izi miktarını? Bir yandan da, NASCAR yarışları ve devasa araçların mücadelesini ekrana getirebilmek için tüketilen enerji yanında benim arabamın ne kadar benzin tükketiğini neden kafanıza takasınız ki? Yani sonunda şu kanıya vardım, sanat dediğiniz şeyden kaçış yok. Fransa’da 30 bin yıl önce bir mağara duvarında sanat vardı ve biz insanlar, anlatı ile güdülenen canlılarız. Sanat bir anlatı biçimi ve bizler fikirler ve bilgilerden yola çıkarak, içinde yaşadığımız kaosa bir anlam vermeye çalışıyoruz. Ve bazen, gerçek bir sanatçı ile merak uyandırıcı bir hikaye birleştiğinde, imkansız olana ulaşıp bir başka insanın bilincine erişirsiniz – yani tam anlamıyla dünyayı onun gördüğü gibi görmeye başlarsınız. Dahası, eğer gerçekten iyi bir sanat eseri ve hakiki bir sanatçı bir araya gelirse, bir değişime hazır olun, zira bu deneyim dönüştürücü bir etki yaratabilir ve böyle bir sanat eseri ile temas ettiğiniz anda, artık yalnız değilsinizdir. O andan sonra sanata bağlanırsınız. Ve sanıyorum ki bu, hiç de fena bir şey değildir.
Sanat, bir yandan da sorun çözme ile ilgilidir, ve haberlere bakacak olursak, sorun çözme ile ilgili olarak biraz sorunlu olduğumuz aşikar. Benim deneyimimde, sorun çözme konusunda karşılaştığım temel engel yerleşik ideolojiler. Bir film çekmenin ya da bir sanat eserinin en güzel yanı hiç bir zaman gerçek olmaması. Bütün fikirler bir nevi hipotez. Yani her fikir tartışmaya açık, dolayısıyla herkes ne yapılması gerektiği konusunda kendine göre bir fikre sahip. Bana sorarsanız, sanat, ziyadesiyle sarif bir sorun çözme yöntemi.
Her neyse, nihayetinde bu konuşmanın konusuna dönelim, yani sinemanın haline. Her şeyden önce, sinema ve film arasında bir fark var mıdır? Evet. Eğer Team Amerika filminde olsaydım, şöyle derdim: “Kahretsin ki evet!”. En basit şekliyle tanımlarsam film izlediğiniz bir şeydir, sinema ise yapılan bir şey. Bunun mazbut aygıtla, yahut ekrarnın nerede olduğuyla alakası yoktur, yani yatak odanızda, iPad’inizde olması bir şeyi değiştirmez, illa bir film olmasına gerek yoktur. Bir reklam, ya da YouTube’dan izlediğiniz bir şey de olabilir. Sinema bir vizyon meselesidir. Her şeyin önemli olduğu bir yaklaşım. Genel yahut tesadüfi olanın zıt kutbunda yer alır, ve sonuç da parmak iziniz kadar benzersiz ve biricik olan bir şeydir. Bir cemaat, bir şirket ya da seyirci tarafından yapılmaz. Bu demek oluyor ki bir film yapımcısı onu yapmasa, böyle bir şey var olmazdı, ya da en azından bu şekilde var olamazdı.
Yani, bu demek oluyor ki, son derece yoğun, başarılı ve beğenilen bir film yapabilirsiniz ama sinema olarak değerlendirilmeyebilir. Aynı zamanda sinemaya bakarsınız ve bunun bir film olmadığını söyleyebilirsiniz, izlenemeyecek kadar kötü bir şey olabilir ortaya çıkan. Ancak eğer etrafta gerçekten sinemanın ne olduğunu bilen yapımcılar olursa, sinema hiçbir zaman ölmeyecektir. Çünkü bu para meselesi değil, iyi geliştirilmiş bir estetik etrafında şekillenen iyi fikirler önemlidir. Tüm bu yeni teknolojileri seviyorum, harika bir şey bu. Artık her şey daha küçük, daha ışıklı ve daha hızlı. Çok para harcamadan da gerçekten güzel bir film yapabilirsiniz ve insanlar pelikül nostaljisine kapıldıklarında, aklıma yeni teknolojiler hakkında birisiyle tartışırken, yeni teknolojiyi nasıl benimsediği konusunda Orson Welles’in söyledikleri geliyor, “Ben bir aygıtı beklemek istemem, isterim ki o aygıt benim için beklesin”, sanırım bu cümle fikrimi özetliyor. Ama sorun şu ki, benim tanımladığım ve bana ilham veren şekliyle sinema, stüdyoların tehdidi altında, ve ne yazık ki seyirci de onlara alet oluyor. Bunun sebepleri, bana göre, felsefi olmaktan daha ziyade ekonomik, ancak işin içine bir de korku, vizyonsuzluk ve liderlik yoksunluğu girince, sanıyorum ki böylece geri dönüşü olmayan bir yola girmiş bulunuyorsunuz.
Tabi, bu söylediklerim son derece kişisel, söyleyeceğim her şeyin bir istisnası olacaktır, bunu söylüyorum çünkü bu söylediklerimi kimse üstüne alınmasın. Dürüst olmak gerekirse: benim tanımladığım şekliyle sinema olgusu, aslında stüdyoların pek de tartışma gündeminde yer almıyor. Bu hiç kimsenin tartıştığı bir mesele değil: bir toplantı esnasında bunları söyleyemezsiniz. Toplantılar demişken, onlar da bayağı garipleşti aslında. Bu sektörde yer alan üst yöneticilerin artık çok daha azı sinemay sevdikleri için bu işi yapıyor. Yani, ben nasıl araba sürüleceğini biliyorum, ama gidip de bir toplantı sırasında otomotiv mühendislerine nasıl araba yapılacağını söyleyemem, işte sektördeki toplantılarda kendinizi bu durumda hissedersiniz. Filmler hakkında pek bir şey bilmeyen ve keyif için film izlemeyen birileri çıkıp da hangi filmin yapılabileceğine karar verirler. Bu, stüdyo filmlerinin bugün neden daha iyi olmamasının sebeplerinden biri, ve aynı zamanda benim tanımladığım şekliyle sinemadaki düşüşün de bir nedeni.
Pekala, bir stüdyo hangi filmin yapılacağına nasıl karar verir? Hesaba kattıkları şeylerden biri görünüşe bakılırsa uluslararası pazarlar. Oldukça büyük bir pasta. Bu demek oluyor ki, uluslararası pazarlarda en iyi şekilde dolaşıma çıkabilecek filmler, aksiyon-macera, bilimkurgu, fantazi, eğlence ve belki biraz da animasyonları eklemek lazım. Yine açık ki, bir filmin bütçesi ne kadar büyükse, o kadar insanın ilgisini çekecektir, filmin olabildiğince basit ve homojen bir şekilde çekilmesi gerekir. Demek oluyor ki, kültürel bir takım özellikler ve karmaşık bir anlatı, hele mazallah, müphemiyet, filmin içeride ve dışarıda başarılı olmasının önünde büyük engel olurlar.
Müphemiyet ya da çok anlamlılık demişken, bir keresinde Contagion filminin deneme gösterimini yapıyorduk ve çalıştığımız fokus gruptan bir adam ayağa kalkıp şöyle dedi, “Filmdeki Jude Law karakterini hiç beğenmedim. Yani bir kahraman mı yoksa, aşağılık bir herif mi anlaşılmıyor”. Tamam, işte şimdi başlıyoruz. Başka bir şey daha var. Rakamları yarıştırmak diye tanımlayabileceğim bir süreç, ve film yapımcıları için bu, bir doktorun röntgen filminize bakıp üzerinde gölgeler var demesine benziyor bana sorarsanız. Bu, doğrusunu söylemek gerekirse, yapımcıların doğrudan hayır demeden filmi kabul etmemelerine yarayan büyülü bir algoritma. Size sektörde dikkate alınan rakamlar yüzünden neden bir filmi benim yönetmeme izin vermedikleri hakkında iyi bir hikaye anlatabilirim. Eğer o filmi ben çekseydim, muhtemelen sokakta çekerdim, olması gerektiği gibi…
Bir de filmi gösterime sokmanın maliyeti var ki, bu önemli bir sorun. Geniş dağıtımı yapılacak anaakım bir film için 30 milyon doları gözden çıkarmak gerekir. Bu en düşük rakam. Buna denizaşırı gösterim için 30 milyon daha ekleyin. Tabi öte yandan, sinema salonu işletmecilerinin size hasılatın yarısnı vereceğini hatırlamanız gerekiyor, yani 60 milyonu çıkarmak için 120 milyon dolarlık bir gişe hasılatı yapmalısınız. Dolayısıyla filmin daha tam olarak ne olduğunu bile anlamamışken, 120 milyon doları hedeflemelisiniz. Liberace filminin stüdyoda çekilmemesinin sebeplerinden biri de bu. Tek ihtiyacımız olan yerel bir yapım şirketinden 5 milyon dolar bulmaktı, ama gösterim ve dağıtım maliyetlerini eklediğinizde, 35’i geri kazanabilmek için 75 milyon dolarlık gişe hasılatı yapmanız gerekiyor. Ve stüdyoların bakış açısına göre 70 milyon dolar gişe hasılatı yapabilmek için bu film biraz fazla “özel”di. Yani buradaki engel, sadece filmin konusu filan değil, yalnızca hiç kimse bir filmin gösterim maliyetini nasıl aşağı çekebileceğini bilmiyor. Bu sorunu analiz etmek için kimi denemeler yapıldı, ama işin içindeki gizemlerden biri, tüm bu araştırmaların davranışları öngörebilme konusunda yetersiz kalması. Bugün hala insanların bir filme gidip gitmeyeceği bir sır. Bazen hedeflediğiniz kişilere nasıl ulaşabileceğinizi bile bilmiyorsunuz. Magic Mike filmini ele alalım, film 38 milyon dolarlık gişe hasılatı ile başladı, oysa ön araştırmalar filmin 19 milyonla başlayacağını söylüyordu. Yani yapılan analiz %100 hatalıydı. Karşınıza çıkan sürprizin bu yönde olması hoş bir tesadüf elbette, ama nasıl bu kadar hatalı bir öngörüde bulunabileceği hala bir muamma. Eğer bunlar güvenilir araştırmalarsa, nasıl bu kadar bir hata payı söz konusu olabilir?
Bir film stüdyosunun pazarlama departmanında çalışan ve tanıdığım birisi, mütevazi bir bütçesi ve bir anlamda kimliği olan ve yetenekli bir ekibin dahil olduğu bir film hakkında şöyle bir yorumda bulundu: “Bakın, neden bu araştırmaları filan bir kenara bırakıp, bu işe 15 milyon dolar yatırarak devam etmeyelim?”. Bunu yapamazlar. Çünkü bir yandan sürekli çuvallıyorken, başarısız olma ihtimali stüdyoları her an ürkütüyor. Belki de bunun işe yarayacağını görmekten korkuyorlar. Maliyetler konusunda hayret ettiğim başka bir şey de, gidip bu büyük şirketlere, “bakın aceba evrende Iron Man filminin bu cuma gösterime gireceğini bilmeyen var mı? Ne gerek var bu kadar reklam bombardımanına” deseniz aceba ne düşünürler? Oysa güncel durum bunun tam tersi. Böyle işler için her geçen gün daha çok para harcanıyor. Onların davranışı şu: biliyorsunuz, bu bir devam filmi ve serinin üçüncü filmi gösterime giriyor ve insanların gerçekten bu filmi izlemek istediklerinden emin olmak istiyoruz. İlk gösterim günlerindeki rakamlar iyi olmalı ki, filmin büyük bir başarı olduğu izlenimi uyansın. İşte durum bu, neden her afişin ve her fragmanın aynı olduğunu merak ediyorsanız, bunun sebebi yapılan deneme araştırmaları. Çünkü farklı olan her şey bu araştırmalarda az puan alıyor ve oyunun dışına itiliyor.
Ben, bu “testing” denen araştırma metodolojisinin gerçekten doğru olmadığını savunuyorum. Eğer bir film afişi ya da fragmanı alıp yalıtılmış durumdaki birine gösterirseniz, bu gerçekte olan şeyden farklıdır, çünkü insanlar gerçek hayatta bunları yalıtılmış bir şekilde değil başkalarıyla birlikte görürler. Bir fragmanı diğer 5 fragman arasında izleriz, bir film afişinin diğer 8 afiş arasından görürüz. Ve benim savunduğum şey, eğer yapılan bu araştırmalarda gerçek hayattaki gibi bir tasarım kullanılırsa, bahsettiğim filmlerin bu kadar başarısız görünmeyeceği. Ama bu tartışmayı hiç bir zaman kazanamadım malesef.
Biliyorsunuz, son filmim Side Effects için Londra’da çekilen bir fragman yaptık ve tüm ekip bu fragmanı gerçeken çok, ama çok beğendi. Sorun şu ki, deneme gösterimlerinde bu fragman yerelde çektiğimiz fragman kadar ilgi çekemedi. Ortaya çıkan sonuç o kadar katiydi ki, kendimi savunacak bir dayanak bulmakta zorluk çektim ve bu sevdadan vazgeçmek zorunda kaldık. Bakın, tüm araştırmaların kötü olduğunu söylemiyorum. Bazen bunları yapmak zorundasınız, hele de bir komedi filmi için. Tanımadığınız 400 insanın size filmde neyin olmadığını söylemesi kadar iyi bir şey yoktur. Demek istediğim, bu araştırmaların filmin izlenebilirliği ve kalitesi konusunda son söze sahip olmaması gerektiği. Magic Mike’ın test sonuçları kötüydü. Gerçekten kötü. Ama şans yaver gitti de Warner Brothers araştırma sonuçlarını bir yana bıraktı ve yaz sezonunda bu filmi çok sayıda kopya ile gösterime sokmaktan vazgeçmedi.
Ama gelin bir süreliğine Side Effects filmine geri dönelim. Film, hiç birimizin umut ettiği kadar iyi iş yapmadı. İyi ama neden? Ne oldu? Bu tanıtım kampanyası sebebiyle olamaz, çünkü test ettiğimiz tüm materyaller, yani fragmanlar, film afişleri, TV spotları, hepsi ortalamanın üzerinde puan toplamıştı. 8 Şubat, belki de gösterim tarihi sebebiyle, bu kötü bir gün olabilir mi? Oscar adaylarının açıklandığı günün ertesi olması, ve bu yıl aday olan tüm filmlerin alışılmadık şekilde şişirilmesi, belki bir etken olabilir. Bir de Kuzeydoğu’daki fırtına var, bir anlamda bizim ana hedef kitlemizin yaşadığı yer. Nemo denen bu fırtınanın vurmasıyla, tektanrı inancı hakkında yorumlarımı geri almam gerekebilir. Belki de konsept mi sorunluydu? En baştan beri filmi bir gerilim filmi olarak sunma fikri vardı, bu sayede herkesin ilaçlara bağımlı olması gibi toplumsal bir mesele ile filmin bağını koparabilirdik. Bu filme daha ticari bir hava mı kattı, ya da daha jenerik bir şeye mi dönüştürdü? Cevabı bilmiyoruz. Peki ya oyuncular? 4 tane çekici beyaz Amerikalı… genelde bu bir engel olarak görülmez. Anketler ve film hakkındaki yorumlar oldukça olumluydu. Neyin yanlış olduğunu nasıl anlayabiliriz? Cevabı şu: bilmiyoruz. Çünkü herkesin sıradaki filme geçmesi gerekiyor.
Şimdi, bir tür kemirgenin bile, iş proje seçimi olduğunda nasıl stüdyolardan daha başarılı olabileceğini göstermeye çalışayım. Eğer bir kemirgenin önüne basabileceği iki tuş koyun ve diyelim ki ilkinde sistem yiyeceğin %40’ını, ikincisinde ise %60’ını veriyor olsun, kısa bir süre içinde bu hayvanın ilk tuşa bir daha asla basmayacağını öngörebilirsiniz. Dolayısıyla stüdyolar iki projeyi karşılaştırırken neyin iş yapacağına karar verme konusunda, yetenekli bir yönetmen ile uzun süre çalışma yoluna gitmek yerine, aslında yanlış seçeneği seçme şanslarını arttırıyorlar. Çünkü bana göre, tamamen yetenek güdümlü bir iş olan sinemada yarışlardan ziyade atlara dikkat göstermeniz gerekir. Eğer bir stüdyo işletecek olsam, bulabileceğim en yetenekli yönetmenleri bir araya getirir ve onların belirli ekonomik parametreler dahilinde istedikleri filmleri çekmelerine izin verirdim. Mesela, Shane Carruth, Barry Jenkins ya da Amy Seimetz’i çağırır ve pekala beyler, ne yapmak istiyorsunuz diye sorardım. Nasıl filmler yapmak ilginizi çekiyor? Biz size bu anlamda nasıl yardımcı olabiliriz? Eğer aramızda bir kesişme noktası yakalarsak da, şöyle bir anlaşma teklif ederdim: Pekala, bakın, 5 yıl süresince 3 film yapmanızı desteklerim. Prodüksiyon maliyetleri için size şu kadar para verebilir ve tanıtım için de bu kadar bütçe ayırabilirim. Size verdiğim ekonomik desteği bu ikisi arasında istediğiniz gibi pay ederbilirsiniz, ama bir şeyler yapmanızı istiyorum sizden.
Şimdi bu, sadece yetenekleri bulma konusunda gerçekten çok ama çok iyiyseniz yürüyebilir. Gerçek yetenek, kalıcı bir şeydir. Ve bunu ticari başarı, ya da reklam veya gündemde olmak ile değerlendiremezsiniz. Ama ben milyon-dolarlık bir işi yapanların yeteneği anlama konusunda başarılı olmalarını beklemenin mantıksız olmayacağını düşünüyorum. Anlıyorum, tamam, bir stüdyonun her türlü filme ihtiyacı olabilir. Komedi, korku, aksiyon ya da animasyon filmlerine ihtiyaç var, kabul. Ama sorun şu ki, bunların bazıları da gerçek bir sinema filmi olsa? Section 8 adını verdiğimiz grupla yapmaya çalıştığımız şey de buydu, yani ilgiye değer yönetmenleri stüdyo sistemine geitrmek ve onları korumak. Ama malesef, bir stüdyonun genç bir yönetmene şans vermesinin tek koşulu, filmin düşük bir bütçesi olması. Ve yine malesef ki, stüdyoalara en çok para kazandıran filmler de, sonrasında DVD’si de çok satacak “büyük” yapımlar. Bir filme harcanan emeğin ya da paranın nasıl değerlendirildiği önemli. Psikolojik açıdan, 100 milyon dolara mal olan bir filmin tanıtımı için 60 milyon dolar ayırmak, 10 milyon dolara çekilen bir film için aynı tanıtım bütçesini ayırmak görece daha kolay. Ne düşündüğünüzü biliyorum: eğer maliyetler 10 ise daha kısa sürede kara geçmeye başlarsınız. Belki de öyle değil. Nedeni şu: tamam, 10 milyon dolara filmi yaptınız, 60 milyon da tanıtım için harcadınız, 70 etti, kar etmek için 140 milyon dolarlık gişe hasılatı yapmanız gerekiyor. 100 milyon dolarlık filmi ele alalım, 60 milyon tanıtım bütçesi olsun yine. Bu defa, kara geçmeniz için 320 milyon dolarlık bir gişe hasılatına ihtiyacınız var. 10 milyon dolara çekilen kaç film 140 milyon dolar hasılat elde ediyor? Çok fazla film değil. 100 milyona çekilen kaç film 320 milyon getiriyor? Oldukça iyi sayıda, tabi bir de domino etkisi denen olgu söz konusu. Yani daha yüksek video ve TV satışı, dolayısıyla burada sektörü bir yere doğru yönelten etkileri görüyoruz. Bu sadece bir fikir…. belki de yanlıştır. Belki de ben soytarının tekiyim. Belki de seyirci mutlu, stüdyolar mutlu, Variety’nin şu haberine baksanıza:
– Nomura Equity’den araştırma analisti Michael Nathanson’a göre gişe gelirleri düşerken, sinema sektöründe yer alan en büyük şirketlerin karlılığını arttırma konusunda en önemli yardımcısı video satışları.
Yani Nathanson’a göre, stüdyolar maliyetleri kısma konusunda başarılı ve home video pazarındaki düşüş ivmesi yükselişe doğru kayıyor. Ve uluslararası gişe rakamları, %50 seviyelerinden %70′ kadar çıkmış vaziyette. Bu stüdyoları işleten tüm şirketlerin borsadaki hisse fiyatları biri hariç yükselmeye devam ediyor. Görünüşe bakacak olursak sanki her şey yolunda. Dolayısıyla belki de yanlış filan yoktur, ve söylemek zorundayım ki, tarihin sadece bu anında bu tarz bir iş yapış şekli başarılı oluyor, çünkü bir şirket başarılı görünürken, daha çok para kazanmak için daha çok para harcayabiliyor, çünkü hisse fiyatları pazar payının önemli bir belirleyeni. Ve şunu eklemem gerekiyor ki, finansal olarak bu kadar şeffaf ve bu denli büyük başka bir sektör yok. Burada belirli bir varlığa nesnel ekonomik bir değer biçiliyor. Yani türev piyasaların işin içine girdiği ve dünya ekonomisinin canını okuyan Mortgage kredi piyasasından bahsetmiyoruz, bir filmin getirisi neyse bu bellidir ve içerde de maliyetler ne kadarsa bu da belli. Bu rakamların şeffaf olması konusunda sözleşmeler var.
Beni yanlış anlamayın ama çok fazla israf söz konusu. Sanıyorum ki çok fazla sayıda yönetici katmanı var mesela, neden karar veremeyen insanlarla o kadar telefon konuşması yapmamız gerekiyor bilmiyorum. Bir heves uğruna kendi kurallarını çiğnerken, sizi kendilerine bağımlı kılmaya çalışıyorlar. Bazen basit işlerde bile çuvallıyorlar, mesela yeniden çevrimler. Sormak istediğim, neden ünlü filmler sürekli yeniden çevrilir ki? Neden geçmişe bir de şu gözle bakmıyorsunuz, açın sinema tarihini ve diyelim ki 50 yıl önce yapılmış, iyi bir fikr barındıran ve biraz yeni yeteneklerle bir şaheser yaratabileceğiniz filmleri yeniden çevirsek daha iyi olmaz mı? Tabi, bunu yapabilmek için stüdyolarda bu filmleri bilen birileri olması gerekli. Eğer yoksa da bu gibi insanları işe almak gerekiyor. Oysa sektördeki yönetici sistemi tam anlamıyla çarpıtılmış vaziyette, zira çuvallayan yöneticiler film yönetmenleri gibi kariyerlerini bir kenara bırakmak zorunda kalmıyorlar. Sonuç olarak da bir yeni fikir akışından bahsedemiyoruz, bu işe nasıl yaklaşmak gerektiği konusunda yeni bir fikirleri yok, ya da yetenekli insanlarla nasıl çalışacakları, ellerindeki malzemeyi nasıl daha etkin kullanabileceklerini bilmiyorlar. Ama, her halükarda, ekonomik olarak ilerleyen bir iş kolu. Düşünsenize, Amerika’nın en büyük üçüncü ihracat kaynağından bahsediyoruz. Dünyanın ilgisini çeken yaptığımız ender şeylerden birisi.
Film sektöründe yer aldığım için utanmaktan vazgeçtim artık, gerçekten. Nihayetinde hayatımı insanları daha etkili şekilde öldürebilecek silahlar tasarlamakla geçirmiyorum. Ayrıca bu ilginç de bir meslek. Ama yine de, 30 bin sahne çekmek belki bunda yanlış bir şey yoktur , ama sinemanın haline bakınca iflasın eşiğindeki yürek parçalayan Detroit’i hatırlatıyor bu stüdyolar bana… Yani, belki de söylediklerimin çoğu yanlıştır. Artık bu konu bile beni heyecanlandırmıyor. Belki de dediğim gibi her şey yolundadır. Ama… izleyici rakamlarına baktığımızda, on yıl önce 1,52 milyar kişi, geçen yıl ise 1,36 milyar kişi sinemaya gitmiş. %10,5’lik bir düşüş var. Neden seyirci sayıları düşüyor? Kimse bilmiyor, Nate Silver bile. Muhtemelen farklı sebeplerin bir kombinasyonu: bilet fiyatları, eğlence sektörünün çeşitlenmesi. TV teknolojisinin geldiği nokta. Korsan filmler. Biliyorum, bu oldukça tartışmalı bir mesele, ama internette her şeyi ücretsiz bulabileceğini düşünen insanlara da, tek söyleyebileceğim şey, bol şanslar. Bir şeyler yaratarak hayat kurmaya ve aile geçindirmeye çalışmak…
Steve Jobs’ın muhteşem bir sözü var:
-Apple’ın ilk günlerinden itibaren bir şeyi çok iyi anladım, fikri haklar yaratma konusunda başarılı olmamız gerekiyor. Eğer insanlar yazılımlarımızı çalar ya da kopyalarsa iflas ederdik. Eğer koruma altına alınmazsa bizim için bu işten para kazanmanın yolu yoktu. Eğer fikri haklar korunmaz ise yaratıcı firmalar ya hiç işe giremez ya da kısa sürede batarlar. Ama daha basit bir gerçek daha var: birinin hakkını gasp etmek yanlış. Bu diğer insanlar için üzücü bir şey ve kişinin kendisini de rencide eden bir hareket olarak görülmeli”.
Onunla aynı fikirdeyim. İnsanların sinemaya gitme motivasyonlarının 11 Eylül’den sonra değiştiğini düşünüyorum. Sanıyorum ki bu olay sonrasında ülke halen bir PTSD (Post-Travmatik Stres Bozukluğu) halinde, ve bu ruh halinden hala çıkmış sayılmazlar, işte tam da bu sebeple artık çok daha fazla bir şekilde ‘eğlenceye kaçma’ ihtiyacı hissediyor olabilirler. Tamam, bunu anlayabiliyorum. Öte yandan da bunu en iyi anlayacak birisinin çıkıp sizi gerçek anlamda kötü hissettirecek bir film yapma olasılığı da yabana atılmamalı bence. Tamam, pekala. İnsanlar bu günlerde daha uzun saatler daha az paralara çalışıyor ve belki de sinemaya gidip rahat bir ara vermek istiyorlar. Tamam.
Ama gelin tekrar rakamlara bakalım. 2003 yılında Amerika’da 455 film gösterime girmiş. 275’i bağımsız, 180’i stüdyo filmi. Geçen yıl 677 film gösterime girdi. Yani bunu düşünebiliyor musunuz, her hafta gösterime giren çok daha fazla film var. Ve bu filmlerin 549’u bağımsız iken, 128’i stüdyo filmi. Yani, bağımsız filmlerde artış %100 iken stüdyo filmlerinin sayısı %28 azalmış, ancak on yıl önce stüdyo filmlerinin pazar payı oranı %69 iken, geçen yıl bu oran %76’ya yükselmiş durumda. Sonuç olarak daha az stüdyo filmi pastadan daha çok pay alırken, sayıları iki katına çıkan bağımsız yapımların gittikçe daha az gişe yaptıkları aşikar. Bu gerçekten çok ama çok zor bir durum.
Ortaya çıkıp bağımsız bir film yapmaya çalışırken şöyle hissediyorum, hedef kitlenize ulaşabilmek, üzerinize doğru hızla gelen bir beyzbol topuna isabet ettirebilmek gibi. Dahası size doğru gelen bir beyzbol topunu, bir beyzbol topuyla isabet ettirebilmek kadar da güç. İşte bu sebeple bugünkü konuşmamda size sektörden ve paradan bu kadar uzun uzadıya bahsettim, çünkü bu tecrübe ettiğimiz durum sinema denen şeyi ana akım filmlerin dışına iten bir olgu. Bazen öyle toplantılara katılıyorum ki, şaşırıp kalmamak işten değil, sanki fikirlerim çok tuhaf ya da ürkütücü gibi bir izlenime kapılıyorum. Şöyle düşünmeye başlıyorum: olmayacak, onları bu filmi olması gerektiği gibi çekme konusunda ikna etmeyi başaramayacağım. İşte o an, masanın üstüne atlayıp şöyle bağırmak istiyorum: “Bu işi yaptığımız için ne kadar şansı olduğumuzu biliyor musunuz? Bu karmaşanın üstesinden gelebilmek için tek çare gerçekten iyi, tutkuyla yapılan, güzel ve hatırlanacak bir iş yapmak olduğunu anlayabilir misiniz?”. Ama bunu hiçbir zaman yapmadım. Orada oturdum ve gülümsemeye çalıştım işte…
Belki de ortaya attığım fikirler işe yaramaz, ama bunu anlamamın tek yolu bana denemek için yarım milyar dolar verebilecek bir yapımcım olması. Bu oldukça fazla bir rakam gibi görünebilir, ama zirveye oynayan filmlerin sırrı burada saklı. Yani tüm o yapım ve tanıtım bütçesi filan hesaba katıldığında durum bu. Tek bir film. Bana o büyük filmlerden sadece bir tanesini verin. Hayır mı? Marş marş!
Bu konuşmayı çok da umutsuz bir tonla bitirmek istemiyorum açıkçası. Bundan yıllar önce, bir temsilci beni arayıp şöyle dedi: “Gelip bir filmi izlemeni rica edebilir miyim? Bir müşterimizin yaptığı küçük bağımsız bir film. Festivallerin gözdesi olmuş ve yorumlar çok olumlu ama dağıtımcı bulunamıyor, ve ben gelip bu film hakkındaki yorumunu bana söylemeni istiyorum”. Filmin ismi Memento (Ç.N: Akıl Oyunları) idi. Işıklar yandığında, tamam dedim. Bu filmi kimse almayacak mı? Bu saçmalık! Sinema sektörü bitmiştir. Çok üzücü bir durumdu. Neyse ki, filmi finanse eden kişiler sonuçtan o kadar memnunlardı ki, kendi dağıtım firmalarını kurarak filmi gösterime soktular ve film 25 milyon dolarlık bir gişe yaptı. Dolayısıyla ne zaman umutsuzluğa kapılsam, şöyle düşünüyorum, pekala, bir yerlerde birileri, bizim hoşumuza gidecek, iyi bir şeyler yapıyor ve bu düşünce devam etmemi sağlıyor. Genç sinemacılara söylediğim başka bir şey, kafanızda bir fikir için para bulmaya çalışırken eğer bahsi geçen toplantılardan birine katılmanız ve masadakileri ikna etmeniz gerekirse, kimle konuşuyor olduğunuz ya da ne için mücadele ediyor olduğunuz önemli değil -çekmek istediğiniz film soykırım, çocuk katilleri, ya da tahayyül edilebilecek en büyük haksızlıklardan biri olsun – hikayenizi anlatırken, bir cümlenin yarısında durun ve bir anda kafanıza şimşek çakmış gibi şöyle deyin: Biliyor musunuz, günün sonunda bu umut hakkında bir film.”
Teşekkürler…