Söylemeye dilim varmıyor ama “Babamın Sesi” cılız ve boğuk. Neden böyle düşünüyorum? Yahut şöyle soralım: Altın Koza’da En İyi Film ve En İyi Senaryo, İstanbul Film Festivali’nde de En İyi Senaryo ödülünü alan, tarihimizin önemli bir meselesini irdeleyen, sonuna kadar iyi niyetli, hele de Yekta Kopan, Fatih Özgüven ve Pınar Öğünç gibi önemli isimlerden oldukça olumlu yorum alan bir film hakkında neden ve nasıl bir eleştiri yazısı yazmaya niyetlendim?
Yineliyorum, “Babamın Sesi” Cılız ve Boğuk, çünkü; film, gerçek ve kurmaca arasında doğru dengeyi bulamamış ve hikayesi, yahut şöyle söyleyeyim, kendi gerçekliği ile dış gerçeklik arasında bir bütünlük kuramamış. Gerçek ve kurmaca arasındaki denge derken neyi kastediyorum? İki Dil Bir Bavul’u izleyenler bilirler, o belgeselde haliyle gerçeklik söz konusudur. Zira, film gerçek bir hikayeden yola çıkar. Karakter, aynı zamanda hikayenin başından geçtiği kişidir. Ana dilde eğitim meselesi gibi önemli bir meseleyi irdeler. Aslında bu söylediklerimin neredeyse tamamı, Babamın Sesi için de geçerli, ancak her ne kadar gerçek bir hikayeye, yönetmenlerden birinin kendi aile hikayesine, dayansa da sonuç, bence çok farklı. Zira gerçekliği kayda geçmek ile gerçekliği yeniden üretmeye çalışmak birbirinden farklı şeyler… İki Dil Bir Bavul doğası itibariyle 2008 yılında Cannes’da büyük ödülü alan Sınıf’ı (Fr. Entre Les Murs) andırır. Orada çekimler için uzun vakit geçirdiğinizde ve söz konusu gerçekten bir sınıf olunca doğallık kendiliğinden gelir. Ancak bir aile dramı üzerinden Maraş Katliamı, Kürt/Alevi Kimliği, Kürt Meselesi gibi daha genel bir konuyu anlatırken iş değişir. Zira oyunculuk anlamında baktığınızda evet doğalmış gibi görünen sahneler ortaya çıkabilir, ancak bunun üzerine Fatih Özgüven’in dediği gibi eğer Tarkovski estetiği eklerseniz, o zaman film doğallığından çıkar. Kurmacayı andıran bir hikaye ve görüntü yönetimi ile amatör oyunculuk karışımı bence sinemada çok zor olumlu sonuç veren bir hamledir. Bir diğer unsur kullanılan dış ses, belki başka çaresi yoktu, yahut en basitinden hikayenin aslı da böyleydi, ancak bu hamle doğal olarak gerçekten ziyade kurmaca hissini kuvvetlendiriyor. Bilhassa bu anlarda görüntü ve ses arasında bir senkronizasyonun olmaması, adeta görüntüsü başka sesi başka bir filmi izliyormuş hissi uyandırıyor. En azından filmin bütününde bende oluşan hissiyat bu yönde idi. Bütünlük meselesine gelirsek, ezcümle şöyle söyleyebilirim ; Babamın Sesi hikayesinde bir hakikati barındıran ancak hakiki olamayan bir film görüntüsü veriyor. Bunun en önemli sebebi, karakterlerini bir travmaya, filmi de sadece anlatmak istediği meseleye hapsetmesi. Örneğin, Anne karakteri Base (ya da sonradan değiştirilen ismiyle Asiye) sadece acısını yaşayan ve yıllar önce kaybettiği oğlunu her an, her yaptığında aklından çıkaramayan, halen çalan ancak ses gelmeyen telefonlarda Hasan’a bir şeyler anlatmaya çalışan bir karakter olarak gösteriliyor. Evet, acı büyük, saygıda kusur edemeyiz; ancak bu olay, bu denli travmatik mi gerçekten? Yahut öyle gösterilmek zorunda mı? Bu soruya yanıt vermek güç, yönetmenlerin yanıtı “muhtemelen evet” ten yana olmuş belli ki. Öte yanda oğul karakteri var, ne iş yaptığı, nasıl bir hayat sürdüğü pek belli değil, görülüyor ki o da hikayeye hizmet için almış sahneyi. Bir yanda eşi, yeni taşındığı evi var Diyarbakır’da; öte yanda Elbistan’daki annesi ve gizemli geçmişi. Yan hikayeler yok mu? Var, ancak bir bütün oluşturabiliyor, filmi hakiki kılabiliyor mu? Bana sorarsanız kuşkulu. Babamın Sesi, gerek karakterlerini dış dünyadan izole etmesi, gerek kendi meselesinin dışına çıkıp büyük resime, yahut tam tersi küçük anlara odaklanamaması sebebiyle bir bütünlük kuramıyor nihayetinde.
Peki Babamın Sesi, sonuç olarak kötü bir film mi? Aslına bakarsanız hayır, ancak sanırım doğru cevap, dile getirildiği kadar “iyi” olmadığı… Önemli bir film mi? Evet, önemli; zira son dönem Türk Sineması’nda böylesine önemli meseleler hakkında filmlerin çekilmeye başlanması önemli. Daha önce GSU Detay dergisi ve bu blogda yayınlanan yazımda belirttiğim gibi, Türk sinemacılarının bir dönemin gereğinden fazla işlenmiş kişisel temalarını bir yana bırakarak, toplumsal meseleleri de ele alan bu tarz filmler yapmaları önemli. Ancak filmin meselesi, yahut görüntü yönetimi, ya da başka bir unsurunun iyi olması ve yahut Türk Sineması açısından bir yenilik/özgünlük taşıması; filmin kendiliğinden iyi olmasını gerektirmiyor. Sanırım Türk entellektüel (özellikle Sinema) camiası bu gerçeği pek göremiyor, yahut görüyor da görmemek daha çok işine geliyor gibi. Zira bizim festivallerimizde büyük ödülleri alan filmler, ne hikmetse, diğer önemli Avrupa festivallerinde pek aynı başarıları gösteremiyorlar. Babamın Sesi gibi düşük bütçeli ve bağımsız bir filmin Rotterdam ve Sarajevo gibi festivallerin yarışma bölümüne kabul edilmesini küçümsemiyorum, ancak demek istediğim sinemayı biraz daha bütünsel ve evrensel olarak değerlendirmemiz gerektiği…
paragraflar daha kısa olursa süper olur, biçimsel bir eleştiri biliyorum ama içeriğin kuvvetinin daha çok vurgulanması için daha çok paragraf iyi olur…saygılar…
BeğenBeğen
Tufan Bey Merhaba,
Aslında klasik anlamda Giriş, Gelişme ve Sonuç olarak bölümlendirmiştim paragraf yapısını. Ancak haklısınız, belki de Gelişme kısmındaki Denge ve Bütünsellik mesajları ikiye bölünerek verilebilirdi. Yorumunuzu dikkate alacağım, teşekkürler…
BeğenBeğen