Sevdiğim yazarların en başında Ahmet Hamdi Tanpınar geliyor, şüphesiz büyük bir yazar, hatta sadece Türk Edebiyatı için değil, dünya edebiyatı için de büyük bir yazar. Ne yazık ki romanları başka dillere çok fazla çevrilmedi, kıymetini bugüne kadar biz de pek bilemedik. Tanpınar, müthiş bir hazine oysa, bilhassa Huzur romanı ve hikayeleriyle, ama daha fazla düşünceleri ve bilgi birikimiyle. Yazarı yapıtından ayrı düşünmek, en azından benim için, olanaksız. Peki, nasıl bir yazar, daha iyisi nasıl bir adam Tanpınar? Herşeyden önce bir entellektüel. Batı’nın da Doğu’nun da kültürünü ve sanat birikimini iyi özümsemiş bir entellektüel hem de. Hatta bu konuda şunun altını çiziyor: “Ben Garp’la başladım işe, fakat bizim eski şairleri ve eski musikiyi tanımadan evvel kendimi bulamadım. Onların nostaljisini tadınca kendimi kendi içimde daha yerleşmiş buldum”. Dahası, yazdıklarından ve verdiği röportajlardan, mektuplarından ve de onun hakkında yazılanlardan sanat, edebiyat ve felsefe hakkında derin bir bilgisi olduğu anlaşılıyor. Üniversitede verdiği dersleri kapsayan Türk Edebiyatı Tarihi kitabından anladığımız şekilde, bir yazar olarak sadece edebiyatla ilgilenmiyor. Örneğin hayatının son döneminde, Paris’e gittiği yıllarda oradaki eserler, yazarlar ve sanat akımları hakkında son derece heyecanlandığını anlıyoruz. Öte yandan kendisinin belirttiği üzere, Valery ve Proust gibi “muharrir”lerden etkileniyor. Ayrıca dostlarının Kitap-lık dergisinin Tanpınar sayısında aktardığına göre zamanında Joyce’un Ulysees’ini de büyük bir iştahla okuyor. Hele ki arkadaşından ödünç aldığı kitabı iade etmemesinin sebebini; her gece biraz okuyorum, onu okumadan nasıl yaşarım bilmiyorum, beni mazur gör, diyerek açıklaması buraya not düşülmeli. Proust etkisi ise daha çok Bergsoncu zaman anlayışında belli ediyor kendini. Bergson gibi Tanpınar’ın da zaman anlayışı yekpare, parçalanmaz, bütünsel bir zamandır. O güzel şiirinde nasıl da anlatır bu durumu:
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın,
Parçalanmaz akışında…
Bir de Tanpınar’daki bütünleşme, doğa ile tarih ile toplum ile bütün olma düşüncesi var ki, benim de derinden inandığım şey bu, “Kendini evinde hissetmek” ihtiyacı anlayacağınız. Bu ihtiyaç Tanpınar’da, Demiralp’in deyişiyle, acunsal varlığa ulaşmak şekline bürünüyor, yani kişinin hayatta kendi yerini bulması, ilahi arayış… Demiralp, Antalyalı Genç Kıza Mektup’tan bir satır örnek veriyor : “insanın kendi talihini bulması gerekir“, buna şu cümlesini de ekleyince anlam daha da belirginleşiyor sanki “Değişerek devam etmek, devam ederek değişmek“. Özetle şöyle diyor Tanpınar: “Hadiselerle beraber biz de değişiriz ve biz değişince mazimizi de yeniden kurarız“, yani bir “devam zinciri” oluştururuz, oluşturmamız gerekir(di) en azından, o zincir koptuğunda da ne kendimiz ne başkası olabiliyoruz işte… Tanpınar’a göre; “Hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız”. “Tanzimat’tan sonra daima içimizden ikiye bölünmüş olarak yaşadık. Bir kelime ile, yaptığımızın çoğuna tam inanmadık. Çünkü, bizim için bir başkası, başka türlüsü daima mevcuttur. İşte bizi garplıdan ve eski müslüman dedelerimizden ayıran ruh hali budur(…) Tanzimat’tan beri itiyat edindiğimiz görüş tarzı bizi kendi tarihimizden uzaklaştırmış, yahut bizi ona, hiçbir şeyi layıkıyla göremeyeceğimiz bir gözle bakmaya alıştırmıştı“. Zaman ve benlik meselesi, Tanpınar’ın yazdıklarında önemli bir yer teşkil ediyor. Hilmi Yavuz‘un belirttiği gibi, Bursa’da Zaman şiiri bunun tipik bir örneği. Tanpınar zamanı dışsal bir şey olarak değil, içsel bir şey olarak görüyor. Burada daha derine inmeye gerek yok elbette, amacımız Tanpınar’ın bilgi birikiminden bahsetmek. Tabi dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz, Tanpınar’ın bu birikim ile “bizim meselelerimiz“e odaklanması onu daha da ilgi çekici kılıyor. Avrupa dışı toplumların bir yazgısı gibi görülen Muhafazakarlık ve Batılılaşma arasında Tanpınar kendisine yeni bir yol çiziyor. Geçmiş ile bugün ve gelecek arasında, Doğu ile Batı arasında, Osmanlı ile Cumhuriyet arasında bir bağ kurmaya çalışıyor hem kendi içinde, hem de ülkenin içinden geçtiği o dönemlerde. Hece dergisinin özel sayısına atılan başlığın da hakkıyla ifade ettiği gibi, arada olma halinde bir devamlılık, yahut daha iyisi bir tutarlılık görmeye çabalıyor : “Arafta Bir Süreklilik Arayışı Olarak Tanpınar“. Oğuz Demiralp ise Kitap-lık dergisindeki yazısında şöyle diyor: “Tanpınar, batılılaşmayı katı bir pozitivizm sanan düşünceye karşı olmakta haklı çıkmıştır. Medeniyet değiştirmeyi giysi değiştirir gibi görmemek Tanpınar’ı geçmişe, iktidardaki düşünceden ayrımlı bakmaya itmiştir“.
“Tarih, şahsiyetin ta kendisidir” diyor Tanpınar. Hal böyle olunca da bize ondaki, kendi tabiriyle “şahsi masalımız“ın izini sürmek düşüyor. Yani entellektüelin meselesi, “bu toprağın macerasını ve kendi maceramızı bilmek, onun içinden büyümek“, bu Tanpınar’a göre de, bana göre de böyle… Bazıları bu lafları eski moda bulacak, aynen Tanpınar’ı “muhafazakar” buldukları gibi. Oysa Tanpınar romanlarının, şiirlerinin ötesinde gerek edebiyat tarihi incelemeleri, gerek özgün modernleşme düşüncesi ile geçmişimizi olduğu kadar bugümüzü de belirleyen yegane isimlerden. Hatta Türk edebiyatının en büyüğü! Bunu keşfettiğimde; Ahmet Hamdi Tanpınar’da bütün bir memleketin, yahut kültürün, tek bir bireyde, daha iyisi büyük bir sanat adamının yapıtlarında bulunabileceğini sezdim. Halen aşamadığımız kimlik sorunlarının, değeri bilinmeyen geçmişimizin, “bizi biz yapan” değerlerin, ve daha birçok şeyin bir “şahsi masal“dan öğrenilebileceğini öğrendim, işte bu yüzden “Tanpınar’daki Şahsi Masalımız” ismini verdim bu yazıya, çünkü ondan öğrenecek çok şeyimiz var, hala. Oğuz Demiralp’in Tanpınar üzerine denemelerini bir araya getirdiği “Kutup Noktası” adlı kitabında dediği gibi, “Tanpınar’ın yapıtında, herşeyden önce, güzel yazı gördüm“. Kelimelerin bir yoğunluğu olduğunu ve bir romanın her kelimesinin ne denli bütüne hizmet edecek değerde olduğunu öğrendim. Kitap-lık dergisinin Tanpınar özel sayısında Ayfer Tunç’un editörlüğünde yapılan söyleşinin başlığı gibi “Tanpınar’ın tek bir kelimesini bile feda etmemek lazım!“. İşte bu sebeple Demiralp’e katılmamak elde değil: “sözcüklerin tarihsel, kültürel derinliklerini ortaya çıkararak nasıl yeniden ürettiğini görüp şaştım, hayran(ı) oldum” Tanpınar’ın. Yazarın lafı uzatmadan, Tanpınar’ın kendi deyişiyle, bir meyvanın özütü gibi, düşüncesini doğal ve lezzetli, aynı zamanda kelimelere ve konuya içkin olarak verebileceğini öğrendim Tanpınar’dan.
Tanpınar’dan öğrendiğim başka bir şey; o dönemde sanat, dar sağ sol kalıplarıyla değerlendirilirken, bir yanda toplumcu gerçekçiler, öte yanda muhafazakarlar olarak bölünen sanat camiasında, bir ideolog, bir toplum mühendisi olmadan da hakikati hissedip onu yazarak bir entellektüel sanatçının geleceğe kalabileceği ve bizim meselelerimiz üzerine en doğru saptamayı tek başına yapabileceği oldu. Tanpınar, geçmişi sahiplenirken, onu sahiplenmemiz gerektiğini söylerken bir “devam zinciri“nden bahsediyordu. Şöyle ki; Türk toplumu Cumhuriyet ile birlikte şizofren bir yapıya bürünmüştür, yeni bir gelecek yaratmak için geçmiş ile bağlarını radikal bir şekilde koparmaya çalışan toplumlarda bir us yarılması meydana gelir, bu da toplumda bir bilinç boşluğu, yahut bir zihinsel tembelliğe yol açar. Cumhuriyet’in böyle kurulması gerekiyor muydu, diye sorarsanız, evet, ancak aradan 20-30 yıl geçtikten sonra halen geçmişiyle sorunlu bir toplum olmamız normal bir şey değil, ki bu travmayı halen atlatabilmiş sayılmayız. O yüzden bu kadar yıl geçtikten sonra bile Tanpınar bir düşünce adamı olarak kültür yelpazemizde en önemli yere sahip, çünkü bizim durduğumuz yerden bakıp, en özgün yorumu daha o yıllarda getirme kudretini göstermiş. Bunun paralelinde Doğu-Batı meselemiz var, biz doğulu bir toplum muyuz, Batılı mı, hangisi olmamız gerekir, ya da birini seçmek zorunda mıyız? O yıllarda bu sorular Batı Züppeliği yahut Tarih Fetişizmi şeklinde basit kalıplarla irdelenirken; Tanpınar, bizim hem Doğulu hem Batılı, ne Doğulu ne de Batılı olduğumuzu görebilmiş. Ki bu durum aslında sadece bize has değil, Rusya örneğin, 20.yy tarihine baktığımızda aramızda müthiş bir parallelik görülüyor. Dolayısıyla gerçek bir sanatçının bu duruma bakarken daha geniş bir pencereden bakması zorunlu, bu da kültür birikimiyle doğrudan alakalı elbette. Tanpınar hiç şüphe yok ki o birikime sahip. Bu konuyla alakalı olarak, Kitap-lık dergisinde Nuri İyem, hocası Tanpınar’ın sanat meselesine bakışını onun sözleriyle şu şekilde aktarıyor: “Teklif ettiğim şey ne türbedarlık ne de mazi hırdavatçılığıdır. Bu toprağın macerasınıı ve kendi maceramızı bilmek, onun içinden büyümek, onun içinden tabi şekilde yetişmek ve Batılı anlayışla, Batılı ustaları severek eser vermektir“. Tanpınar’ın aydın kişiliği ve saptamalarını burada bırakıp, eserlerine geçelim en iyisi; bu sayede fikriyatta getirdiği yenilik ve bütünlüğü, icraatta ne şekilde, ne kadar gerçekleştirebilmiş, onu anlamaya çalışalım…
Tanpınar dendiğinde kimileri Saatleri Ayarlama Enstitüsü‘nü daha öne koysa da, en başta Huzur romanı anılmalı bana sorarsanız. Huzur’da son derece önemli gördüğüm üç ana mesele ele alınıyor: İstanbul, Aşk ve Kimlik. Huzur romanıyla birlikte ilk olarak o ‘meşhur’ şarkımızdaki “İstanbul’u sevmezse gönül, aşkı ne anlar” sözlerinin gerçekten anlamını hissettim. Huzur’da, Tanpınar’ın İstanbul’u hüzünlüdür, insanlar yıkık imparatorluğun ağırlığını üzerlerinde taşırlar, her zaman bize has olan “potansiyeli olmak” ve dişe dokunur hiç bir şey yapamamak meselesi bizi yakıp kavurur. Ama aynı zamanda İstanbul müthiş güzel bir kadın gibi tasvir edilmiştir, hatta Tanpınar İstanbul için şöyle der: “İstanbul, ya hiç sevilmez; yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir; yani her hâline, her hususiyetine ayrı bir dikkatle çıldırarak”. Boğazı, boğaz köyleri, dükkanları, gözden düşen, popüler olan semtleri, mehtabı, yakamozu, gerçekten İstanbul’un her bir hususiyetine ayrı bir dikkat sezilir romanda. İstanbul’u böyle sevmeyi bilmezdim, Huzur ile öğrendim. Sonra Nuran ile Mümtaz’ın aşkı, yahut Mehmet Can Doğan’ın iddia ettiği gibi Hüsn ü Aşk. Bu romandaki aşk tasviri üzerine Tanpınar’ın hayatında ilginç bir anekdot var: evli bir kadına aşık olan Tanpınar, mutsuzluğu ve imkansızlığını şöyle açıklıyor bir dostuna; “ama o aşk olmasaydı Huzur’u yazamazdım“. Huzur’dan aşkın iki kişi arasında yaşanan bir şey değil bütün bir dünyanın paylaştığı bir duygu olduğunu öğrendim Mümtaz sayesinde, ki bu da Bergson’cu anlayış ve Proust romancılığı ile örtüşüyor. Mümtaz, Nuran’a bakarken onun ardında bütün bir tarihimizi, imparatorluğun o zerafetini de görebiliyor; Nuran’ın her hareketinde, sözlerinde, söylediği şarkıda ve onu Tanpınar’ın tabiriyle “terennüm edişinde“… Aşkın böylesine bütünleyici, daha iyisi kapsayıcı olduğunu bilmezdim, Mümtaz ve Nuran sayesinde öğrendim. Romanın yapıtaşı elbette bizim ezeli ve ebedi meselemiz, yani kimlik meselesi. Bir modernlik sancısı olarak huzursuzluğun ete kemiğe bürünmüş halidir Mümtaz, bir de İhsan var tabi, kimi eleştirmen ve yazarlara göre Mümtaz’ı Tanpınar, İhsan’ı Yahya Kemal olarak okumak mümkün. Biz kimiz? Geçmişimiz nedir? Geleceğe nasıl bakmalıyız? İçinde yaşadığımız toplum karşısında aydının başat sorularına Tanpınar, yukarıda özetlediğim şekilde, kendine has cevaplar veriyor. Dolayısıyla böylesine derin bir kimlik muhakemesini Tanzimat’tan bu yana aklı başında her aydının yaptığını bilmezdim, Tanpınar’dan öğrendim. Öte yanda bir de Saatleri Ayarlama Enstitüsü var, Kafka’nın romanlarının ironik versiyonu demeyi tercih ediyorum. Bürokrasinin, modernleşmenin, şarkın, şark kurnazlığının, ilerleme hayallerinin, geçmiş adetlerin romanı. Aynı mesele burada da belli ki Tanpınar’ın kafasını kurcalıyor: Nasıl modernleşebiliriz, yahut en doğru şekilde nasıl modernleşmeliyiz?
Ne bu yazı, ne de Tanpınar burada, böyle biter elbette. Daha onun hakkında yazılacak, okunacak çok şey var. Tüm yapabildiğimiz, onun eserlerine, düşüncesine, “şahsi masalı”na elimizden geldiğince bir yerlerden yaklaşmaya çalışmak, hepsi bu. Zaten “şahsi masalımız” öyle ya da böyle sürüp gidecek…
Eğer Tanpınar’ın kendi “şahsi masalını” yani günlükleri, mektupları ve kitapları dışında yazdıklarından yola çıkan hayat hikayesini merak ediyorsanız, Sinedebiyatro’da yer alan “Tanpınar’ın Ahmet Hamdi’si” yazısını okuyabilirsiniz.
Geri bildirim: “Tanpınar’a Biraz Huzur Verelim” Mi? | sinedebiyatro
Geri bildirim: Tanpınar’ın Ahmet Hamdi’si | sinedebiyatro