Portekizli yazar Saramago ile tanışmam 2008 yılında Fernando Meirelles’in sinemaya uyarladığı Körlük filmi ile oldu. Tanrıkent sonrasında takibe aldığım yönetmenlerden olduğu için bu filmi izlemeden önce şöyle bir araştırma yaparken filmin Saramago’nun kitabından uyarlama olduğunu görmüş ve filmi izlemeden önce bu kitabı okumak istemiştim. Körlük, etkileyici konusuyla öne çıkıyordu ve insanlığa dair temel bir tezi vardı: koşullar değiştiğinde insanlar aynı kalabilir mi? Demokrasiyi içselleştiremediğimizi, düzen ve kaos arasında ince bir çizgi olduğunu gösteriyordu Saramago Körlük’te. Bir süre sonra devam niteliğindeki ikinci kitap olan Görmek, Can Yayınları tarafından basıldı. Yazar bu kez, demokrasinin bugün geldiği noktada alternatif bir çıkış peşindeydi: “Demokratik” seçimlerde eğer daha iyi bir alternatifiniz yoksa oy kullanmamak bir seçenek olabilir miydi? Bu şekilde aslında Körlük illetine de deva olabilecek bir çözüm önermiş oluyordu yazar.
Saramago 1998 yılında Nobel ödülüne layık görülen Portekizli bir yazar. Çok sayıda roman, şiir, deneme ve oyunun yazarı. Şimdiye kadar; Körlük, Görmek, Kabil, Bütün İsimler ve Kopyalanmış Adam kitaplarını okudum, Umut Tarlaları’nı bir ara almıştım ancak okuma fırsatım olmadı, yakın zamanda ise Ricardo Reis’in Öldüğü Yıl kitabını bitirdim. Körlük ve Görmek önceki paragrafta bahsettiğim üzere demokrasi, düzen ve kaos, devlet baskısı, insanlar arası, insan ve devlet arasındaki ilişkileri sorgulayan politik romanlardı. Bu iki romanda da ülke belirsiz, halkların konuştuğu dil bilinmiyordu. Dolayısıyla bir anlamda evrensel politikayı sorgulayan kitaplardı bunlar. Kabil, dini metinlerden aldığı Kabil-Habil hikayesinden yola çıkarak, insanın din ile ilişkisini ve bir anlamda kötülüğün tarihini ortaya koyuyordu. Saramago’nun ölmeden önce yazdığı bu son kitap Tanrı’ya karşı yeryüzünde olanlar için ağır bir cevap ve yoğun bir sorgulama içeriyordu. Kopyalanmış Adam ve Bütün İsimler kitapları ise kimlik ve benlik meselelerine odaklanıyor. Bir isim bir kişiyi ne kadar tanımlayabilir? Birbirinin görünüşte aynı olan iki insan aynı insan olabilir mi? Cevap aranan sorular bunlardı bu iki kitapta. Ricardo Reis’in Öldüğü Yıl, yine Portekizli yazar ve şair Fernando Pessoa ile onun yarattığı Ricardo Reis takma isimli hayali yazarı bir araya getiriyor ve yukarıda andığımız kimlik/benlik ekseninde, ama Poretkiz tarihi ve siyaseti üzerinden kuruyor hikayesini. Umut Tarlaları kitabı ise arka kapağından anladığım kadarıyla Portekiz’deki toprak sahipleri ile yoksul halk arasındaki mücadeleden alıyor ilhamını. Henüz okuma fırsatı bulamadığım, ancak listeme aldığım Ressamın El Kitabı, İsa’ya Göre İncil, Bilinmeyen Adanın Öyküsü ve Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş adlı kitapları da var Saramago’nun. Bu kitaplar da ana hatları ve konu seçimleriyle okuduğum kitaplarla kesişiyor öngörebildiğim kadarıyla.
Saramago romanlarında garip bir gelişim vardır. Genelde sıradan gibi başlar. Aslında şöyle demeliydim, Saramago romanlarında bir düğmeye basılmış ve bir anda alışkanlığın, yerleşik olanın dışına çıkmışsınız gibidir. Ancak ilk başta, nasıl ki aydınlıktan karanlığa geçen birisi belirli bir süre ortamda neler olduğunu göremez, işte o durumdasınızdır. Romanda biraz ilerlemeniz, yani gözünüzün o duruma alışması gerekir. Bilirsiniz, bir düğmeye basılmıştır, ancak hangi düğmeye basıldığını daha sonradan öğrenirsiniz. Örneğin Kopyalanmış Adam’da baş karakter bir tarih öğretmenidir. Tek başına, oldukça sıradan bir hayat sürer, ilginç isminin hayatına getirdiği/getireceği bir takım olaylar vardır, ancak düğmeye basılması, bir gün meslektaşının verdiği filmi amaçsızca açıp izlemesi ve sonrasında bambaşka bir duruma geçmesiyle olur. Ricardo Reis, örneğin yıllar sonra döndüğü memleketinde, ancak birkaç gün geçirdikten sonra Pessoa ile karşılaşır. Körlük’te bu durumun şimdiye kadar görülmedik bir salgın olduğu gerçeği de sonradan anlaşılır, yoksa öncesinde sadece birden bire kör olan tek bir adam vardır. Okuduğum diğer kitaplarda da durum bu şekilde. Evet, hepsi ilginç başlıyor bir anlamda, çünkü bir merak ögesi ortaya atılıyor. Biri kör oluyor, bir adam filmde benzeriyle karşılaşıyor, bir anda ne hikmetse insanlar oy kullanmaya gitmiyor vs. Ancak işin rengi sonradan ortaya çıkıyor ve tam olarak bu noktada olayları anlamlandırmaya ve Saramago’nun deşmek istediği konuyu görmeye başlıyorsunuz. Buna paralel bir nokta da Saramago’nun kullandığı alaycı dil. Saramago, okuyucusunu karşısına alıp, arada onunla da konuşan bir yazar, mesela saçma bir durum varsa, evet böyle oldu çünkü… diye açıklamalara girişebiliyor yazar, yahut karakterin bir hareketi ya da sözüyle de alay edebiliyor, bu sayede bir açıdan çok katmanlı bir dil de kuruyor. Üçüncü kişi ağzından yazdığı romanların altından kendi sesini de zaman zaman yükseltebiliyor.
Saramago’yu okuyorum, çünkü yazdıklarını önemli buluyorum. Portekiz tarihine olan ilgisini, olayları evrensel bir boyuta taşımasını, politik duruşunu, insanın en temel sorularından “Ben kimim?” sorusunu ele alışını, Nobel ödülü almış olmasını, hayatının son anına kadar yazma gayreti içinde olmasını, dine karşı sorgulayıcı tavrını önemsiyorum Saramago’nun. Her okuduğumda aynı soruları kendime sorabiliyorum, alaycı dilinde hoş bir tat buluyorum Saramago’nun. Belirli açılardan da Orhan Pamuk’a benzetiyorum onu. Kitaplarının ele aldığı konular, kendi ülkesi ve tarihine yaklaşımı, romanın arka plandaki düşünceleri benzese de çok bakımdan ayrılıyor da Pamuk’tan. Zaten bu, üzerine gidilebilecek, daha derine inilebilecek bir benzerlik filan da değil, daha çok bir hissiyat. Ez cümle, bu kısa yazıda şunu demek istedim: Eğer Saramago okumaya halen başlamadıysanız, yukarıda saydığım kitaplardan en azından birisini okuma listenize almanızı naçizane tavsiye ederim…