Sinema söz konusu olunca her zaman aklımda olan nadir sorulardan birisi şu: Bir filmi neden “çok beğeniriz”? Filmi “sıradışı güzel” kılan nedir ? Neden temelde birbirine benzeyen filmler arasında birisi “çok iyi” olur ? Haneke’ye bu yıl Cannes’da art arda ikinci Altın Palmiye’yi getiren “Amour”u izledikten sonra da yine aynı soru aklıma takıldı : “Amour” ya da Türkçe ismiyle “Aşk”, neden benim için “aşkı anlatabilecek en güzel filmlerden biri” oldu ?
Aşk’ı izleyip etkilenmemek mümkün değil, ancak filmi izledikten hemen sonra düşündüğünüzde filmin sırrına öyle kolayca vakıf olamıyorsunuz. Haneke “çarpıcı” ve “sert” filmlerin “özgün” yönetmeni. Daha önce Funny Games, Tesadüfi Bir Kronolojinin 7 Parçası, Yedinci Kıta gibi filmlerini izleyenler, yeterince sarsılmıştır sanırım. Modern hayattaki “arızaları”, “rahatsızlıkları” hatta “hastalıkları” onun kadar sert ve gerçekçi bir tonla sinemaya taşıyan çok az yönetmen vardır. Aşk’ı izlemeden önce gerek isim, gerekse konusu itibariyle daha “yumuşak başlı” bir film olmasını bekliyordum, oysa bu varsayımım tam olarak doğru çıkmadı. Ne ki, Haneke’nin diğer filmlerinde olduğu gibi filmin “sertliği” aslında gerçekçi ve cesur tonundan kaynaklandığı için, film izleyeni ürkütmek yerine gerektiği şekilde sarsmayı beceriyor.
Haneke’den bahsederken “özgün” sıfatını kullanmam amaçsız değil esasen, zira yazının başında sorduğum soruya verilebilecek ilk cevap “yönetmenin özgün tarzı” olabilir diye düşünüyorum. Yani bir “auteur” olarak Haneke “iyi film” yapmayı çok iyi bilen çağdaş yönetmenlerden birisi. Onun “sert gerçekçi” tarzı izleyeni hem hikayenin inandırıcılığı konusunda ikna edebiliyor, hem de film ve yönetmeni izleyici gözünde çekici kılıyor. Filme baktığımızda, yaşlı bir çiftin hayatından bir kesit görüyoruz. Bu konuyu ele alan çok sayıda film sayılabilir, ilk aklıma gelen bir Uruguay filmi olan Whisky. Yahut konunun öte yanı, yani “önemli bir hastalık geçiren yaşlı bir kadın” hikayesinin de örnekleri mevcut, mesela Yeşim Ustaoğlu’nun “Pandora’nın Kutusu”. Ya da en genel açıdan baktığımızda “Aşk” üzerine şimdiye kadar ne kadar çok film yapılmıştır? Söylemek istediğim şey şu, iyi bir film sadece konusu “orjinal” olan bir filmden daha ötesini gerektiriyor. Çünkü baktığınızda Aşk, aslında çok “sıradışı” bir konuyu işlemiyor. Dolayısıyla, sıradan olabilecek bir konuyu “sıradışı” hale getiren şey, yönetmenin üslubu, yahut sinema diliyle söylersek “auteur” yaklaşımı.
Haneke “Aşk” ta ne yapıyor? Öncelikle “aşk” dendiğinde ilk akla gelen klişelerin hiçbirine yer vermiyor, aşkın baş döndürücü, çoğunlukla gençlik ile bağdaştırılan tarafından uzak durup, aşkın şefkate yaklaşan tarafını yaşlı bir çift üzerinden anlatıyor. Yaşlı bir çifti de müthiş bir mutluluk halesinin içinden bir “örnek çift” olarak değil de, hiç kimse istemese de herkesin başına gelebilecek önemli bir sorunun içinden anlatıyor. (Aşkı bu denli hüzünlü ve güzel anlatan aklımdaki diğer iki örnek : Cemal Süreya’nın Aşk şiiri, Ayfer Tunç’un Memleket Hikayeleri kitabında yer alan ve 99 depremi sonrası yatalak karısının başından ayrılmayan babanın hikayesinin anlatıldığı bölüm.) Yani, Haneke bütün iyi yönetmenler gibi sıradışı bir konuyu ele almıyor (öyle de yapabilir), sıradanmış gibi görünen bir konuya sıradışının penceresinden bakıyor. Dediğim gibi Aşk’ı bu kadar iyi yapan ilk sebep filmin ve tabi ki yönetmenin özgünlüğü.
Aslında “Aşk”ı bu kadar iyi yapan nedir, sorusuna vereceğim ikinci yanıt birincisiyle örtüşüyor, yahut özgünlük meselesi şimdi ele alacağım “cesurluk” durumunu kapsıyor olabilir. Ancak ben yine de bu meseleyi ayrı bir alt başlık olarak değerlendirmek istiyorum. Zira filmlerine baktığımızda Haneke özgün olmanın yanında bilhassa “cesur” duruşuyla ön plana çıkıyor. Özgün olmanın birden çok yolu var elbet, ancak sanırım Haneke’de en önemli nokta meselesini bir hayli cesur bir biçimde ortaya koyabilmesi. Tüm filmlerinde bunun örneklerini görmek mümkün. Mesela Aşk’ı ele alırsak ; karısını çok seven erkek karaktere, daha fazla acı çekmemesi için onu kendi elleriyle öldürtebiliyor Haneke. Aşk acısına değil, aşığın çektiği acıya odaklanırken, o son derece “acıklı” mevzuyu da bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Filmi izleyenler son günlerinde Anne’ın acılar içinde kıvrandığını acıyla hatırlayacaklardır. Burada gidilebilecek son noktaya kadar gidiyor Haneke, ancak birkaç yıl önce bir hayli popüler olan Kore Sinemasının zorladığı fetişizm noktasına varmadan da durmasını biliyor. Bu sebeple bu kadar gerçekçi ve vurucu olabiliyor onun filmleri. Yedinci Kıta’da, Funny Games’de, Beyaz Bant’ta da bu yaklaşımın izlerini görmek mümkün. Eğer Aşk’ta bu noktaya kadar gitmese, yani Anne’ın hastalığının geldiği boyutu bu kadar açık göstermese, ölüm sahnesinin dramatik tonu da filmin bütünüyle örtüşemez. Yani bu kadar özgün ve cesur davranmasa Haneke, Aşk da bu kadar iyi bir film olamaz, yarım kalır, bir olmamışlık hissedilir, diğer benzer filmlerde hissedildiği gibi.
Cevabını aradığımız “Neden?” sorusuna üçüncü muhtemel yanıtım şu : Aşk, hiç bir zaman iki kişilik bir mesele değildir! Size klişe bir laf gibi gelebilir, muhtemelen öyledir de zaten. Ancak bu noktadan şuraya varmak istiyorum: bir filmde konu ve konuya nasıl yaklaştığınız kadar, filmin dış dünyayla, daha iyisi hakikâtle ne kadar örtüştüğü ya da ayrıldığı sorusu da önemlidir. Yani bir filmde ele aldığınız yaşlı çiftin etrafı filmin gerçekliğiyle çevrilidir, işte bu sebeple yan hikaye ve karakterler bir filmi bütünler, filmi “o film” yapan, filme ruhunu veren şeydir bu atmosferin kurulması, yönetmenin söylemek istedikleri ancak bu yan hikayelerle anlam kazanır, bütünleşir.
Aşk’a baktığımızda, bu anlamda ilk göze çarpan nokta filmin sosyal yapı hakkında önemli bir açılım getirmesi. Şöyle ki, içinde bulunduğumuz dönemde Avrupa hakkında en önemli göstergelerden birisi nüfusun yaşlanıyor oluşu. Tabi ki Haneke’nin “sosyal gerçekçi” olduğunu iddia edecek değilim. Ancak filmi içinde yaşadığı çağa oturtmak, onu belli bir çerçeveden anlamlandırmak ve sinema tarihinde uygun yere yerleştirmek sinemasal bakış açısından gerekli. Dolayısıyla burada yaşlı bir çifti ele alan Haneke, isteyerek yahut kendiliğinden filmini önemli bir sosyal alana taşıyor. Yaşlılığın zorunlu kısmı hastalık ve film buradan dışa doğru açılıyor. Burada yaşlı bir çiftin hayatını izlediğimiz kadar, yaşlı ve hasta olmanın, evde ve hastanede bakımın, Avrupa’da ve Türkiye’de de hastabakıcı olarak geçinmeye çalışan “yabancı göçmen” kadınların, bakıcıların hastaya karşı tutumlarının ve daha birçok meselenin ele alındığını görüyoruz. Yaşlılık, hastalık dışında Avrupa’daki önemli “rahatsızlıklardan” birisi de aslında az önce sözünü ettiğim “yabancı göçmen” meselesi, bunu hissetmek o kadar kolay değil, ancak aksanlarından dolayı çıkarabildiğimiz birkaç karakter var: bakıcı olarak gelen ve Georges’un ilk günden geri gönderdiği kadın, kapıcı ve karısı… Ayrıca Georges’un gittikçe dışarıdan korkar hale gelip, kapıyı sıkı sıkı kilitlemesi, gördüğü korkunç kabus vs. Tüm bunlar Haneke’nin gördüğü “tuhaflıklardan” birkaçı, ki her filminde yine bu tür “çıkmaz”ların üzerine gittiğini biliyoruz. Bu konuda Haneke, Fransız Libération gazetesine verdiği müthiş röportajda şöyle söylüyor : “Filmlerimin hepsi, beni sinirlendiren, hatta çılgına çeviren şeylerden doğar. Daha doğrusu, şimdiye kadar yaptığım tüm filmler, gerçekten anlamadığım şeylerle ilgilidir“.
Bir filmi iyi yapanın ne olduğu ile ilgili olarak söyleyebileceğim son şey ; “merak ögesi”. Efsane olan tüm filmlere baktığımızda, filmde yer alan bazı şeylerin neden o sahnede olduğunu bilememiz, bu konuda çeşitli yorumların yapılması, yönetmenin bu konuda açık bir şey söylememesi yahut bambaşka açıklamalar getirmesi, izleyici olarak aklımızı kurcalar. Bu merak, filmin içindeki o parçaların “bilinemez” oluşuyla da öyle bir noktaya varır ki, o sahnelerden çıkarak filmi bir efsane halesi ile sarar. Amour’da bu tarz sahnelerin en belirgin örneği açık pencereden eve giren ve sonrasında Georges’ın zar zor yakalamaya uğraştığı güvercin sahnesidir. Neden Haneke böyle bir sahneye yer vermiştir? Aceba bu Georges’un son umudu yakalama çabası mıdır? Yoksa sadece açık bir pencereden hatta tesadüfen film çekimi sırasında içeri giren bir güvercin mi söz konusudur? Bu konuda çok sayıda çıkarım yapılabilir, ancak önemli olan bu tarz sahnelerin varlığının filme kattığıdır. Bir filmi iyi kılmak için “esrarengiz” sahneler tek başına yeterli değil elbette, ancak iyi bir filmi kült statüsüne yükseltmede merak ögesinin göz ardı edilemeyecek bir etkisi var. Zira film hakkındaki konuşmalarda seyirciyi kendisine çeken ve yorumların farklılığı sebebiyle de film hakkındaki tartışmaları ateşleyen önemli bir ögedir merak.
Sonuç olarak “auteur” Haneke, Aşk’da bir yaşlı çiftin hikayesi üzerinden klişelere gönül indirmeden, yine kendine has tarzıyla gerçekçi bir filme imza atıyor. Aşk’ın en dokunaklı, en hassas halini anlatırken aynı zamanda yan hikaye ve karakterler aracılığıyla da hep yaptığı gibi modern toplum içindeki “rahatsızlıklar” üzerine kafa yoruyor. Aşk, her iyi film gibi hazır cevaplar vermek yerine sorular üzerine düşünüyor ve seyircisine de yorum alanı bırakarak son yıllardaki en iyi bir-iki filmden biri olmayı ve aşk hakkındaki en önemli filmler listesine girmeyi sonuna kadar hak ediyor.
P.S: Filmin Türkiye’de gösterim tarihi henüz net değil, ancak Aralık ayının son haftalarında Beyoğlu Sineması’nda gösterileceği söyleniyor.
Aşk hakkında
BeğenBeğen
Bu film hakkında okuduğum en iyi incelemerleden biri. Açıkçası bazı filmler hakkında rahatça konuşabilecek noktaya gelsem de “neden sevdim” sorusuna böyle ince ve dolu maddeler halinde cevap veremezdim sanırım. En sevdiğim filmlerde bunun üstünden gitmeye çalışacağım, elinize sağlık
BeğenBeğen
Geri bildirim: Haneke: “Sinemayı bırakırsam hayatımla ne yapacağımı bilmiyorum!” | Sükût Suikastı
Geri bildirim: Haneke Hakkında Her Şey | sinedebiyatro
Geri bildirim: 2012′nin (İzlediğim) En İyi 10 Filmi | sinedebiyatro
Geri bildirim: Haneke : “Hepimiz Yanlış Bir Bilinçle Yaşıyoruz”* | sinedebiyatro