Umberto Eco’nun “Genç Bir Romancının İtirafları” kitabı içerisinde yer alan “Anna Karenina’ya Ağlamak” adlı yazı kurmaca karakterler ile gerçeklik, yahut şöyle söyleyelim, sanat ve hayat arasındaki ilişkiyi sorgulaması bakımından dikkate değer. Daha iyi bir formül bulamadığım için, yorumlarımı yazının arasına girerek aktarmaya çalıştım. Yazıdaki alıntılar şuradan alınmıştır : Umberto Eco, Genç Bir Romancının İtirafları içinde “Anna Karenina’ya Ağlamak” (Sf. 63-66), Kırmızı Kedi Yayınevi, İngilizce Aslından Çeviren: İlknur Özdemir, 2.Basım, 2011.
1860’da, Garibaldi’nin Sicilya’ya yaptığı keşif yolculuğunun peşinden gitmek için Akdeniz’den geçmek üzereyken, Alexandre Dumas (baba) Marsilya’da mola vermiş ve kahramanı Edmond Dantes’nin Monte Cristo Kontu olmadan önce on dört yıl hapis yattığı ve hapishane arkadaşı papaz Faria’dan hücresinde ders aldığı If Şatosu’nu ziyaret etmiş. Dumas oradayken, ziyaretçilere hep Monte Cristo’nun “gerçek” hücresi denilen yerin gösterildiğini ve rehberlerin, Dantes, Faria ve romandaki diğer karakterlerden sahiden yaşamış kişilermiş gibi söz ettiklerini keşfetmiş. Oysa aynı rehberler, If Şatosu’nda Mirabeau Kontu gibi önemli tarihi kişiliklerin hapis yattığını asla ağızlarına almıyorlarmış.
Hatta geçen günlerde Marsilya’da yaşayan bir arkadaşım beni onu ziyaret etmeye davet ederken, Monte Kristo’nun yaşadığı adayı da ziyaret etmeyi önerdi mesela…
Dumas anılarında şöyle der: “Romancıların bir ayrıcalığı vardır, tarihçilerin karakterlerini öldürecek karakterler yaratırlar. Bunun nedeni, tarihçilerin anlattıkları kişilerin hayalet, romancıların yarattıklarının ise kanlı-canlı insanlar olmasıdır”.
Bir gün bir arkadaşım şu konuda bir seminer düzenlememi istedi: Eğer Anna Karenina’nın gerçek dünyada var olmayan kurmaca bir karakter olduğunu biliyorsak o zaman onun düştüğü kötü duruma neden ağlıyoruz, ya da talihsizliği bizi neden derinden etkiliyor?
Scarlett O’Hara’nın kaderine gözyaşı dökmeyen ama Anna Karenina’nın kaderine isyan eden pek çok kültürlü okur vardır herhalde. Daha da ötesi, Cryano de Bergerac oyununun sonunda açık açık ağlayan kültürlü aydınlar gördüm; bu gerçek, kimseyi şaşırtmamalı, çünkü sahne oyunundaki, strateji seyircilerin gözyaşı dökmelerini sağlamaya yönelikse, kültür düzeyleri ne olursa olsun ağlarlar. Bu bir estetik sorunu değildir; büyük sanat yapıtları duygusal bir tepki uyandırmayabilirler, oysa pek çok kötü film ve ucuz roman bunu başarır. Pek çok okura gözyaşı döktüren Madam Bovary’nin, okuduğu aşk hikayelerine ağladığını da hatırlayalım.
Aslında burada böyle bir ayrımdan bahsetmesi ilginç Eco’nun, aklıma gelen örnekler Tutunamayanlar romanıyla intihar edenler, Muhteşem Süleyman dizisinin başarısı vs. Bir de sinemadan örnek vermeli, belki sinemada bu nokta çok daha önemli. Çağan Irmak’ın ‘başarısı’nı ele alalım örneğin, birçok filmi sinemasal anlamda çok başarılı olmasa da, öyle görünüyor ki “çok ağlatma” stratejisi işe yarıyor. Bunun köklerini Antik Yunan’daki “katarsis” olgusunda aramak gerek belki de. Brecht’e kadar tiyatroda süregelen “özdeşleşme” takıntısını da unutmadan….
Arkadaşıma açık açık bu olayın ne ontoloji (varlık felsefesi) ne de mantık açısından bir tutarlılığı olduğunu, sadece psikologları ilgilendireceğini söyledim. Kurmaca karakterlerle ve yaptıkları işlerle özdeşleşebiliriz, çünkü anlatı konusundaki anlaşma uyarınca, onların hikayesinin olası dünyasında, orası bizim gerçek dünyamızmışçasına yaşamaya başlarız. Ama bu sadece kurmaca yapıtlar okuduğumuzda olmaz.
Bu noktada bizden yazarların da kurmaca üzerine söylediklerini düşünmek iyi olur. Örneğin Orhan Pamuk, yayınlanan son kitabı “Saf ve Düşünceli Romancı”da hemen hemen Eco ile aynı şeyleri söylüyor. Kurmaca, yazarın da okurun da safça yazılan şeyin gerçek olduğu kabülü üzerine kurulur, yani yazar hikayesini gerçekmiş gibi anlatır, okur da onu gerçekmiş gibi okur. Yazar ile okur arasındaki gizli işbirliğidir, bizi hikayelere bu denli yaklaştıran… Elif Şafak da “Kurmacanın Politikası” başlıklı TED Konuşması’nda kurmaca sayesinde insanların kendi içinden ve çevresinden çıkıp, başkasının hayatına ve başkalarına bakabileceğini, bunun da başka hiç bir şeyle karşılaştıralamayacak derecede bizi, “diğerlerine” bağladığından bahseder. Aslında iki yazarımız arasında önemli bir ayrımın altını çizmekte fayda var. Orhan Pamuk, daha önce blogdaki başka bir yazıda değindiğim gibi, yazarlığın kişinin kendi hayatı ve düşüncelerini başkalarınınmış gibi anlatarak yapılan bir eylem olduğunu vurguluyor, Elif Şafak ise başkalarının hayatı ve düşüncelerini kendininmişçesine yazmaktan bahsediyor. Öte yandan kurmaca dendiğinde Proust ve bizde Vüs’at O. Bener de aklıma geliyor. Proust ve Bener kendi hayatlarını kurmacaya dönüştüren yazarlar, burada iş daha da karmaşıklaşıyor. Çünkü ne kadarı gerçek hayatları, hangi bölüm kurmaca okur bunu anlamakta zorlanıyor. Her halükarda kurmacanın en az gerçek hayat kadar ilgi çekici olduğu söylenebilir. Eco’nun dediği gibi de söylediklerimiz sadece kurmaca için geçerli değildir, devam edelim.
Pek çoğumuz sevdiğimiz birinin ölebileceğini düşünmüş ve bu olayın gerçek değil hayali olduğunu bilmemize rağmen gözyaşı dökmesek de çok etkilenmişizdir. Bu tür özdeşleşmeler ve yansıtmalar son derece normaldir ve (yineliyorum) psikologların ilgi alanına girer. Belli bir şekli, bir başkasından -ikisinin tıpatıp aynı boyutta olduğunu bilsek de- daha büyük gördüğümüz optik yanılsamalar varsa neden duygusal yanılsamalar olmasın ki?
Eco’nun dipnotta eklediği gibi “katarsis” de duygusal bir yanılsamadır.
Arkadaşıma, kurmaca yapıttaki bir karakterin insanları ağlatma yeteneğinin sadece onun niteliklerine değil okurların kültürel alışkanlıklarına da, ya da onların kültürel beklentileriyle anlatı stratejisi arasındaki ilişkiye de bağlı olduğunu göstermeye çalıştım. On dokuzuncu yüzyıl ortasında insanlar Eugene Sue’nün Fleur-de -Marie’sinin kaderine ağlarlardı, hatta hıçkıra hıçkıra ağlarlardı, bugünse zavallı kızın başına gelen talihsizlikler, tuhaf ama, hiç etkilemez bizi. Aksine, on yıllar önce pek çok kişi Erich Segal’in Aşk Hikayesi’ndeki -hem romanındaki hem de filmindeki- Jenny’nin kaderine üzülmüştü.
Nihayetinde, bu konuyu kafamdan tamamıyla çıkarıp atamayacağımın farkına vardım. Sevdiğimiz birinin hayali ölümüne ağlamakla Anna Karenina’nın ölümüne ağlamak arasında bir fark olduğunu itiraf etmek gerekir. Her iki örnekte de olası bir dünyada olanları doğal karşıladığımız doğrudur: İlkinde imgelemimizin dünyasında, ikincisinde Tolstoy’un kurduğu bir dünyada. Ama sonra bize, sevdiğimiz kişinin gerçekten ölüp ölmediği sorulduğunda -tıpkı bir karabasandan uyandığımızda olduğu gibi- iç rahatlığıyla bunun doğru olmadığını söyleyebiliriz; öte yandan Anna Karenina’nın ölüp ölmediği sorulduğunda hep ‘evet’ yanıtını veririz çünkü bütün olası dünyalarda Anna Karenina gerçekten intihar etmiştir.
Romantik aşka gelince, sevdiğimiz kişinin bizi terk ettiğini hayal edersek acı çekeriz, terk edilenler arasında gerçekten intihar edenler vardır. Ama sevgilileri tarafından terk edilen arkadaşlarımız için fazla acı çekmeyiz. Onlara sempatiyle yaklaşırız, ama bugüne kadar bir arkadaşı terk edildi diye intihar eden birini duymadım. Goethe, Die Leiden des jungen Werther’i (Genç Werther’in Acıları) yayımladığında, romanın kahramanı olan genç Werther, bahtsız aşkı yüzünden intihar ettiği için pek çok romantik okur da onu taklit etmişti.
Aynı Tutunamayanlar örneğinde olduğu gibi!
Bu olaya “Werther etkisi” denmiştir. Milyonlarca gerçek kişinin -aralarında pek çok çocuk olmak üzere- açlıktan ölmesi karşısında insanların fazla rahatsız olmaması, ama Anna Karenina’nın ölümü karşısında ıstırap çekmesi ne anlama gelir? Asla var olmadığını bildiğimiz bir kişinin kederini derinden paylaşmamızın anlamı nedir?
Ya da şöyle sormalı belki de: Aralarında tanıdıklarımızın da olduğu, en azından aynı zamanlarda aynı dünyada yaşadığımız insanlar karşısında bu kadar duyarsız olmamızın sebebi nedir?
Bu sorunun farklı bir açıdan tartışılması için bkz. Sosyal Çağda Sorumluluk ve Duyarsızlık
Geri bildirim: Umberto Eco ile “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti” | Sükût Suikastı