Orhan Pamuk’un İletişim Yayınları’ndan çıkan “Babamın Bavulu” adlı kitabında üç konuşma metnine yer verilmiş. 2006 yılında kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü konuşması “Babamın Bavulu“, yine 2006 yılında World Literature tarafından verilen Puterbaugh Ödülü için hazırladığı “İma Edilen Yazar” ve son olarak 2005 yılında Alman Kitapçılar Birliği’nce verilen Barış Ödülü töreninde yaptığı “Kars’ta ve Frankfurt’ta” adlı konuşma. Bu üç metinde, yazarlık hakkında üç temel nokta ön plana çıkıyor: miras, disiplinli çalışma ve ‘cemaat’lerin dışında olma. Günümüz terminolojisiyle ifade etmek istersek, “Orhan Pamuk’tan İyi Bir Yazar Olmak İçin 3 Altın Tavsiye!”
Orhan Pamuk, Nobel Edebiyat ödülünü alırken yaptığı konuşmada, babasından aldığı “mirası” ve kendisine göre “gelişmemiş” bir ülkede sanatla ilgilenmenin ve yazar olmanın ne ifade ettiğini açığa vuruyor. Kendisinden yıllar önce “Cumhuriyet Zengini” babasının hayatı ve bu hayat içinde bir anlamda kendisine yan uğraş edindiği edebiyattan bahsederken, babasının Paris yıllarında yazdıklarının iyi olmasından endişe ettiğini itiraf ediyor. Çünkü eğer babasının yazdıkları “iyi edebiyat” ise ve hiç yayınlanmamışlarsa, kendisinin edebiyat sayesinde üne kavuşmasından rahatsızlık duyacağını belirtiyor Orhan Pamuk. Babasının kendine kattıkları konusunda da: “paşalardan ve din büyüklerinden çok, evde dünya yazarlarından söz eden” bir babasının olmasının yazarlık anlayışında önemli olduğunu ifade ediyor.
İkinci olarak “disiplinli çalışma” konusuna bakalım. Mesela, 23 yaşında yazar olmaya karar vermesinden itibaren, günde 10 saat oturup okuyup yazmaya çalıştığını biliyoruz, Orhan Pamuk’un. Yazmayı bir iş, hem de ciddi bir iş olarak görüyor. Orhan Pamuk’a göre yazar olmak; “insanın içinde gizli ikinci kişiyi, o kişiyi yapan alemi sabırla yıllarca uğraşarak keşfetmesi“. Hatta dünyaca ünlü yazar, sırrını da şöyle açıklıyor: “Benim için yazarlığın sırrı, nereden geleceği hiç belli olmayan ilhamda değil, inat ve sabırdadır“. Bu uğraşı değerli görebilmek bazı meseleleri dert edinebilmekle ilgili kuşkusuz.
Bu noktadan cemaatin dışında olma, yahut toplumdan ayrı düşmeyi göze alabilmeye gelelim. Bu açıdan baktığımızda Orhan Pamuk’un bavulundan bize dair iki temel mesele çıkıyor aslında : taşrada olma duygusu ve hakiki olabilme endişesi… Aslında bu iki duygunun gençlik yıllarından bu yana kendisinde olduğunu ve bir anlamda yazarlık serüvenine eşlik ettiklerini hatırlarken; Taşralılık için Kar ve İstanbul kitaplarını yazdığını, hakikilik endişesi üzerine ise Benim Adım Kırmızı ya da Kara Kitap kitaplarını kaleme aldığını belirtiyor. Nasıl hem “bize dair” hem de “bizden ayrı” olabiliyor peki bu meseleler? Şöyle cevap veriyor yazar: “Benim için yazar olmak demek, içimizde taşıdığımız, en fazla taşıdığımızı biraz bildiğimiz, gizli yaralarımızın üzerinde durmak, onları sabırla keşfetmek, tanımak, iyice ortaya çıkarmak ve bu yaraları ve acıları yazımızın ve kimliğimizin bilinçle sahiplendiğimiz bir parçası haline getirmektir. Herkesin bildiği, ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık“.
Buraya kadar “yazar olmak”, daha iyisi iyi bir yazar olmak konusunu ele aldık. Buradan iyi bir yazar olmanın ne anlama geldiğini elimizdeki “Babamın Bavulu” dışındaki diğer iki metin üzerinden sorgulayalım. İlki “İma Edilen Yazar” adlı metin. Yazarın, bir “ideal okura” seslendiğini ve onu kimi durumlarda yarattığını, yaratması gerektiğini belirten Pamuk; bir ideal okur karşısında yazma sorumluluğundan bahsediyor, ve buna ima edilen okur diyor. Okurun karşısında ise yazar var, Orhan Pamuk’un çabası da kendi içindeki “ideal yazar”ı ortaya koyabilmek için, yani ima edilen yazarı. “Bir kitap hayal etmek zor bir şey değil. Tıpkı bir başkası olmayı hayal etmek gibi, bunu sık sık yaparım. Zor olan ise, hayal ettiğiniz kitabın ima ettiği yazar olmak” diyor Pamuk. Bu anlamda yazar, yazmayı bir “ilaç” ve teselli olarak görüyor. Bütün amacı her gün “iyi”, yarım sayfa yazı yazabilmek. İyi yazabilmek için iyi sıkılması gerektiğini, iyi sıkılmak için de hayata karışması gerektiğini vurguluyor, ama sadece iyi yazmak için yetecek kadar. Gerçek hayattaki şeyleri daha eğlenceli, daha ayrıntılı bir şekilde hayal edip kağıda geçirdiğini belirtiyor. Bir anlamda hayattan aldığı hamuru masasının başında yoğuruyor, “kendi hayatını başkalarınınmış gibi” anlatabiliyor. Bu tutum da bir sıkıntı olabilir, yani “gerçek” hayatı bir “malzeme”, içindeki vitamin alınıp atılacak bir posa olarak görmek, belki yaşamın değerini düşürebilir. Zira kimi ‘büyük’ yazarlar, “ben hayata katılmayı tercih ettim” de diyebiliyorlar.
“Kars’ta ve Frankfurt’ta” adlı metinde de aşağı yukarı aynı motifler çıkıyor karşımıza. Benim işim yıllardır roman yazmak, diyor Pamuk kısaca. Ve yaptığı işi şöyle tanımlıyor : “Roman sanatının harika mekanizmaları, kendi hikayemizi bir ötekinin hikayesi olarak bütün insanlığa sunmamıza yarar… Ama aynı zamanda başkalarının hikayelerini kendi hikayemiz olarak yazabilme imkanıdır.”
Yani yazar olmakta bir yanda düzenli ve disiplinli bir çalışma, öte yanda cemaatten, günlük sıradan hayattan uzaklaşma isteği ve yetisi söz konusu. Bu ikisine bir de Pamuk örneğinde (çevreden alınan) mirası eklemek gerekiyor. Üçüne aynı anda sahip olmak, yahut bu üç noktayı da eş düzeyde başarmak mümkün mü? Çoğu zaman değil, zira aldığımız “edebi mirası” bizim belirlememiz güç. Ancak “edebi mirası” kendimiz oluşturmamız mümkün, sevdiğimiz yazarlarla, kitaplarla, uzun ve yoğun bir mesai harcayarak, onların içindeki “gizli” bağları, onların bize söylediklerini keşfederek ve bir şeyleri kendimize mesele edinerek, bize dair, bizim bilmediğimiz yahut bildiğimizi bilmediğimiz şeyleri bularak, yazmak, yazar olmak, iyi bir yazar olmak da pek tabi mümkün. Ne ki, bu macerayı göze alabilenler için…
Geri bildirim: Genç Bir Romancının İtirafları « sinedebiyatro
Geri bildirim: Kurmaca ve Gerçek: Anna Karenina’ya Ağlamak « sinedebiyatro