BAŞKA?, Edebiyat-Dışı
Yorum Yapın

“Aşk Paradoksu” ya da Aşkın İki Yüz Yıllık Tarihi

Resim: René Magritte, Les Amants (Aşıklar), 1928.

Pascal Bruckner, Aşk Paradoksu adlı deneme kitabında hayatımızda belki de en önemli yeri tutan aşk meselesini ele alıyor.  Cevap aranan temel soru şu : “İnsanları birbirine bağlayan aşk, nasıl olur da insanları birbirinden ayıran özgürlükle uzlaşmaya varabilir?

Aşk acılarına bir çözüm bulduğumuz yok; tek yaptığımız, aşkın yol açtığı paradoksları artırmak oldu. Erkeklerin ve kadınların koşullarında bir ilerleme var, ama aşkta ilerleme yok: Bu, yeni başlayan üçüncü bin yılın müjdesidir.

Onsekizinci yüzyılda başlayan ve yazarın “duygu devrimi” diye adlandırdığı süreçte aşkın ve aşka bakışımızın değişimini konu ediniyor Bruckner kitabında. Bir anlamda aşkın felsefesini yapıyor. Dört bölüme ayrılan kitapta şu başlıklar ele alınıyor : Büyük Bir Kefaret Düşü, Saf Aşk ve Uyuşmazlık, Harika Beden ve de Aşkın İdeolojisi. Aslında kitapta kronolojik bir ilerleyişten ziyade aşk “olgusu”nun farklı açılardan tematik olarak ele alındığını söylemek yanlış olmaz. Bruckner özetle şu mesajı veriyor kitabında : “Aşk acılarına bir çözüm bulduğumuz yok; tek yaptığımız, aşkın yol açtığı paradoksları artırmak oldu. Erkeklerin ve kadınların koşullarında bir ilerleme var, ama aşkta ilerleme yok: Bu, yeni başlayan üçüncü bin yılın müjdesidir.

İşin özü, diyor Bruckner, ya özgürlüğü korumak için aşkı kaybetme ya da aşkı elde tutmak için özgürlüğümüzden vazgeçme durumundayız.

Bilhassa 68 Baharı’nda ön plana çıkan cinsel devrimin kazanımlarını sorgulayan yazar, “evet, artık daha özgürüz, ama bu sorumluluklarımızın artmasından ve aşka ağır bir yük yüklenmesinden başka ne işe yaradı?” şeklinde özetleyebileceğim şüpheli bir yaklaşımla ele alıyor duygu devrimini. Bugün geldiğimiz noktada bireyin ikilemini şu sözlerle değerlendiriyor yazar : “Kendi kendinin temeli olmaktan başka bir şey istemez, ama sıkıntı içinde yakınlarının onayını arar.” Aşk paradoksu olarak tanımladığı şey de aslında bu özgürlük ve bağlılık kavramları arasına düşüyor. İşin özü, diyor Bruckner, ya özgürlüğü korumak için aşkı kaybetme ya da aşkı elde tutmak için özgürlüğümüzden vazgeçme durumundayız. İki asır içinde aşkta ulaştığımız noktanın ne kadar parlak olduğunu da şu sözlerle ortaya koyuyor: “Özgürleşme, çağdaşlarımızın erotik yaşamını daha sorunsuz yaşanır hale getirmedi ne yazık ki; aksine erotik yaşam bunalıma, pornografi ticaretine, terapiye filan dönüştü; aşk da yaşlıların, çirkinlerin, meteliksizlerin dışlandığı büyülü bir köy hala.” Devam ediyor şüpheci yaklaşımına Bruckner : “Peki ne kazandık sonunda bu özgürleşmeden? Yalnız kalma hakkını!” Yani diyor Bruckner ; “İşin doğrusu, ikisini de isteriz (bağlılık ve özgürlük hususunda), ama her ikisinin de kötü yanlarını çıkartarak: Dayanışma, ama bağımlılık olmadan ve bağ, ama tasma olmadan.

Aşkta konuşur dururuz, ama hep ne olması gerektiğinden bahseder, ne olduğunu yeterince konuşmayız.

Bu süreç içinde ailenin değişimine baktığında şunu görüyor yazar : “Bekar, artık yalnız ya da çocuksuz demek değil, hatta bekarken, eşli olduğumuz zamanlara göre daha zengin bir ilişki yaşamımız var. Tek mesele şu: İlişkiler olumsuz baştan çıkmalardan ibaret; çünkü bir başkası tarafından yönlendirilmek veya idare edilmek istemiyoruz.” Temel mesele burada yatıyor, her istediğine sahip olma hakkını kendinde gören “modern ve özgür” bireyler, elindekiyle idare etmesini, daha kötüsü aşkın değerini bilmediği için ona ulaşmak ile çaba ve vakit harcamaktan çekiniyor. İstiyor ki modern birey, her şey olduğu gibi aşk da onun ayağına gelsin ve diğer tüm alanlarda olduğu gibi onu kolaylıkla elde etsin, sonra? Sonra tüketsin, bir kenara atsın ve yenisini elde etsin. Yazar bunu “Çeşitliliğin Sarhoşluğu” olarak nitelendiriyor ve bu durumun büyük, biz yine modern sıfatını tercih edelim, modern şehirlerde “her şey mümkün” algısından kaynaklandığını belirtiyor. Artık aşkı “bir ayıklayıp seçme makinesi” olarak gören modern birey, hal böyle olunca da bir türlü doyuma ulaşamıyor. Yazarın da belirttiği gibi, artık eskisinden çok daha özgür ve çeşitli aşk ve/ya cinsel hayatımız var, ancak hala mutlu değiliz, belki de eskisinen daha da mutsuzuz. İdeal aşk kavramına da zekice bir gönderme yapıyor Bruckner kitapta : “Aşkta konuşur dururuz, ama hep ne olması gerektiğinden bahseder, ne olduğunu yeterince konuşmayız.” Bu sebeple “akılcı” birey, Bruckner’e göre, Aşkta, palavracılığı bir yana bırakırsak, “kimi isterse ona” değil kime sahip olabilirse ya da daha doğrusu onu kim istiyorsa ona sahip olabiliyor.

Peki bu kadar yıl ve başta kadın hareketi olmak üzere bu kadar çaba neyi getirdi? Yazar, burada da şüpheci bir yaklaşım sergiliyor, ki söylediklerinin doğruluğuna, ben de katılıyorum. “Kadınların kazandıkları bağımsızlık eski sorumluluklarını silip atmadı, dolayısıyla bugün aşırı bir iş yüküyle karşı karşıyalar. Erkekler de üstünlüklerini kaybettiler, ama eskiden yerine getirdikleri işlerden kurtulamadılar.” Çünkü Bruckner’in çok yerinde bir tespitle değindiği gibi, eski paradigmaları yıkan, onu aşmaya çalışan “post-modern” dünya kendi paradigmalarını bugüne kadar yaratamadı. Yani gidenin yerine ne konacağı, ne konması gerektiği konusu bireyde ve toplumda cevapsız bir soru olarak kaldı, bugün de aynı sorun devam etmekte. Gözüpek devam ediyor Bruckner; “Her iki taraf da, eski modelleri kullanarak derme çatma yeni modeller üretmek zorunda olduğu bir belirsizlik bölgesinde bulur kendini… Bu bulanıklıktır işte bazı kadınların, eskiden nefret ettikleri klasik maçoya özlem duymalarının, erkeklerin de aynı zamanda hem alabildiğine serbest hem de geleneksel kadın arkadaşlarla takılıyor olmaya şaşırmalarının nedeni.” Haksız mı? Değil diyesim geliyor.

Bizler ancak insanların sevebildiği kadar severiz, yani yarım yamalak severiz.

Sonuç olarak içinde bulunduğumuz temel yanılgıyı şu sözlerle özetliyor yazar : “Sevgi her şeyi çözmek için öne sürülmüştü, oysa sorunun bir parçası haline geldi.” Bu durumda, diye eklersek bitirmeden : “Günümüzün bahis konusu şudur: Bireysel bağımsızlık ile topluluk bütünlüğünü, ikisinden de vazgeçmeden birlikte yürütebilecek miyiz, yürütemeyecek miyiz?

Sonsöz olarak “Utanmayın!” diye sesleniyor bize Bruckner ve bu zihin açıcı kitabını şöyle bitiriyor: “Bizler ancak insanların sevebildiği kadar severiz, yani yarım yamalak severiz.

Kitabın Künyesi: Aşk Paradoksu / Pascal Bruckner, YKY (Cogito), 1. Baskı, İstanbul, Temmuz 2012. Çeviren : Olcay Kunal. Özgün Adı: Le paradoxe amoureux. 

Yorum yapmak ister misiniz?

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s