Edebiyat, Sevdiğim Yazarlar, Türkiye Edebiyatı
Comment 1

Oğuz Atay’a Neden Tutundum?

Sevdiğim yazarlar hakkında yazmak kolay gelmiyor bana, hele de duygusal bir yakınlık kurabildiğim yazarlar hakkında… Oğuz Atay da bu yazarların başında geliyor, Oğuz Atay’ı ve yazdıklarını anlatmak güç, bu yüzden yazının başlığında sorduğum soruya yanıt vermek biraz daha kolay görünüyor. “Tutunamamak”, Atay ile girmiş nerdeyse sözlüğümüze, elbette en başta kültleşmiş romanı Tutunamayanlar’ın adı olarak. Murat Gülsoy’un değindiği gibi (Notos, 2011) “tutunamamak”, Atay’ın sözlüğünde kalabalıklar içinde yalnız olmak, toplumsal olarak uyumsuz olmak ile eş anlama geliyor. Ancak daha önemlisi “Tutunamamaktaki mesele en altta olmak değil en dışarıda olmaktır; oyuna girememektir, oyunda yer alamamaktır” diyor Murat Gülsoy. Dahası yazısında bence önemli bir ayrımın da altını çiziyor: “Bu aslında bir uyum sorunu da değildir, bir ahlak sorunudur. Olumsuzlukları içine sindiremeyen, uyum sağlamayı ahlaki bulmayan, bu yüzden de tutunamayan karakterlerdir söz konusu olan.”

Atay’ın yazdıklarının temel ortak noktası tutunamama hali evet, ancak “neye tutunamamak?”, bu soru önemli. İçinde yaşadığı hayata ve şartlara tutunmaksa mesele, tutunamama halini Atay gibi biz de tercih edebiliriz. Dolayısıyla burada trajik bir mesele yok! Nitekim onun alaycı üslubunda yine de tutunacak bir şey bulur Atay’ın okuru bana sorarsanız. Atay romanlarını okuyup, baş karakterle kendini özdeşleştirerek, sonunda intihar etmeye kalkışan kişilerin olduğunu da duydum. Bunu anlamaya aklım varmıyor, her ne kadar öykülerinde ve romanlarında sıklıkla sonu intihar ile biten karakterler söz konusu olsa da, hastalığına karşı verdiği savaş ve son anda bile adeta şaka ile ölüme karşı çıkması düşünülünce, sanki onu biraz yanlış anlıyormuşuz gibi geliyor bunları gördükçe. İşte tam da bu sebeple Atay romanlarını bir umutsuzluk değil umut ışığı altında okuyordum oysa ben. Yıllar önce, farklı şartlar altında da köşeye sıkıştığını, hayata tutunamadığını, hayatta bir takım oyunlar oynandığını düşünen ve bunu bir bakıma oldukça mizahi bir dille ortaya koyan bir yazar var karşımızda. Dolayısıyla Oğuz Atay’daki bu arayış, bu tutunamama hali, bu küçük oyunlara tutundum ben. Aradığı okur olabildim mi bilmiyorum, ancak onu biraz anlayabildim, onda biraz kendimi buldum sanıyorum ki… Bu da hiç fena bir durum sayılmaz, bilmiyorum Oğuzcum Atay ne der?

Böylesine bir yazıda onun yazdıklarının bir dökümünü çıkarmak, onu derinlemesine okumak, çözümlemek mümkün değil elbette. En iyisi, Atay’da görebildiğim ve onun hakkında okuduklarımdan öğrendiğim kadarıyla üç ögeye odaklanıp, onu ve eserlerini biraz daha iyi anlamaya çalışmak, ne kadar zorsa da, bunları bir çerçeveye oturtmayı denemek. Oğuz Atay hakkında yazılanlarda öncelikle iki öge öne çıkıyor : Mektup ve Oyun, bunlar daha çok kullandığı yazın ögeleri, ben buna bir de tüm bunların arkasında hissedilen, ve Oğuz Atay’ın zihnini (bilhassa son dönemlerinde, yazmayı istediği kitap sebebiyle) oldukça meşgul eden Türkiye’nin Ruhu meselesini eklemek istiyorum. Bu üç alt-başlık ile sanıyorum ki, en iyi ihtimalle, Atay’ı ve yazdıklarını biraz daha iyi değerlendirebiliriz.

Mektup: Oğuz Atay’ın tüm yazdıkları, okurunu arayan bir yazarın, geleceğe yahut hayalindeki okura yazdığı bir mektup olarak okunabilir esasen. “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” diye seslenir Oğuz Atay. Ancak mektup bağlamında bundan çok daha somut örnekleri de barındırır Atay kitapları. İlk akla gelenler Korkuyu Beklerken kitabındaki mektup biçiminde yazılmış 2 öykü (Babama Mektup ve Bir Mektup), ve Korkuyu Beklerken adlı öyküdeki UborMetenga’dan gelen gizemli mektup, ki Jale Parla bu kitaptaki diğer öykülerle bu sayının beşi bulduğunu belirtiyor, sonra Tehlikeli Oyunlar’da alt kattaki komşunun askerdeki oğluna Hikmet’in yazdığı mektuplar, dahası Tutunamayanlar’da herşeyi başlatan Selim’in intihar mektubu… Ve de Handan İnci ve Elif Türker’in birlikte hazırladıkları Oğuz Atay İçin – Bir Sempozyum’un bir mektupla açılması ve bir diğer mektupla kapanması. Tabi sadece biçimsel olarak ele almamak gerekir mektup ögesini Atay’da, dediğim gibi, bir anlamda onun yazış şekli mektuptur, mektuba benzer. Bu noktada Murathan Mungan da aynı görüşü belirtiyor (Oğuz Atay İçin – Bir Sempozyum). Neden? Herşeyden önce mektubun ne olduğunu düşünelim. Her ne kadar 2000’li yıllarda Oğuz Atay okuru olan ben ve ait olduğum nesil, mektup kavramına uzaksa da, ana hatlarıyla mektup hakkında şunları söyleyebiliriz : Mektup, kişisel olduğu kadar edebi de bir türdür. Bir kişinin tanıdığı, ilişki kurduğu birisine yazdığı bir şeydir mektup. Ancak iletişim tarafından baktığımızda bir anlamda tek taraflı olarak yazıldığı da düşünülebilir. Zira, kişi mektubu yazarken metinde sadece kendisi ve onun sözleri vardır. Öte yandan her mektup birisine yazılır, her daim de bir cevap beklentisi vardır. Dolayısıyla burada Atay’ın eserlerini yukarıda belirttiğim gibi daha geniş anlamıyla okura yazılan uzun bir mektup olarak okumak mümkündür.

Oyun: Atay’ın yazıklarında temel kavramın “tutunamamak” olgusu olduğunu belirtmiştim. Buradan “oyun teorisi”ne geçmek için Murat Gülsoy’un dediklerine kulak verelim: “Atay’ın dünyasında ‘tutunmak’ -mış gibi yapmakla başarılacak bir durumdur, insan -mış gibi yaparken asla dürüst olamaz, ne kendisine ne de çevresine. Toplumsal bir uzlaşı içinde herkes -mış gibi yaptığı için gerçekten kimse dürüst değildir.” Yine Notos’un aynı sayısındaki yazısında Ekrem Işın da -mış gibi yapmak konusuna değinir, hem de neredeyse aynı cümleleri kurarak. Yani herkes oyun oynamaktadır, ülkemiz bir oyun yeridir zaten Oğuz Atay’a göre. Ekrem Işın’ın belirttiğine göre, Atay oyun kavramına şu düşünsel süreçten geçerek ulaşmıştır : “Türkiye’nin Ruhu” üzerine düşünürken Günlük yazılarındaki notlarda Osmanlı’daki kapalı sistemden söz eder, bu denli kapalı bir sistemin korkuya yol açtığı, korkunun da bir yabancılaşmayı beraberinde getirdiğini iddia eder Atay. Öyle ki bu ortamda herşey karışılıklı bir oyuna dönüşür. Sevda Şener’in belirttiği gibi “Atay’a göre insan toplumda kendine biçilmiş rolü oynar“. Günlük’de yazılanlara bakar isek, “Bağışlanmayan tek suç, bu oyunu fark etmek, bu oyuna karşı çıkmaktır. Gerçeği aramaktır.” Yani oyunun farkında olup, oyuna katılmamaktır esas olan, yani tehlikeli oyunlar oynamaktır… Bu düşünüşün izlerini sürmeye çalıştığımızda kapalı sistemin Tutunamayanlar’da, yarattığı korkunun Korkuyu Beklerken’de, yabancılaşma meselesinin ve oyun kavramının Tehlikeli Oyunlar’da temel mesele olarak işlendiğini ileri sürebiliriz. Tehlikeli Oyunlar Atay yazınında “oyun” temasının en uca taşındığı örnektir. Ayrıca bir de oyun yazar Atay, “Oyunlarla Yaşayanlar” adında. Yine Şener’e kulak verirsek: “Oyunlarla Yaşayanlar’da, Tutunamayanlar’da olduğu gibi, özgürlüğün ancak oyunlarda yaşanabildiği bir kültürel sığlığın eleştirisi görülür.” Bu anlamda baktığımızda Eylembilim ve Bir Bilim Adamının Romanı’nı dışta bırakarak, Oğuz Atay külliyatının nasıl bir bütünlüğe sahip olduğu ve nereye ulaşmak istediği çıkar ortaya. Günlük’lerinde belirttiği gibi son projesi Türkiye’nin Ruhu adlı eseridir Atay’ın, ancak kader izin vermez, Atay hem edebiyat hem de hayat sahnesinden çok erken bir anda çekilmek zorunda kalır. Bu eserin hiç yazılmamasına rağmen, aslında Oğuz Atay’ın tüm yazdıklarının arka planı Türkiye’nin Ruhu olarak okunabilir bence…

Türkiye’nin Ruhu: Oyun’dan Türkiye’nin Ruhu meselesine de şöyle geçelim isterseniz. Yine Murat Gülsoy, Notos’taki yazısında yukarıda bahsi geçen “-mış gibi yapmak” meselesine şöyle bir açılım getiriyor. Herkesin -mış gibi yapması, yani oyunlar oynaması, Gülsoy’un Atay’a dayandırarak söylediği gibi “Bu elbette çocuksu bir tutumdur, ‘az gelişmiş ülkelerin çocuk kalmış milletlerinin’ refleksidir.” Günlük’lerindeki notlardan şu cümle biraz anlatıyor belki Türkiye’nin Ruhu’nu (aktaran Oğuz Demiralp, Oğuz Atay İçin – Bir Sempozyum) : “Öyle bir yarım yamalaklığımız var ki, bizim dramımız, trajedimiz akıl almaz biçimde gelişiyor.” Cevabı Tanpınar’dan veresim geliyor, Tanpınar’ın ortaya attığı gibi eğer geçmişimizle, şimdimizle bir bütün olabilsek, yine Demiralp’in deyişiyle, acunsal varlığa erişebilsek, belki de böyle olmayacaktık Oğuzcum Atay. Mektup ile de bağlayalım Türkiye’nin Ruhu meselesini. Demiralp’in Tehlikeli Oyunlar’ın Hikmet Benol’ünden aktardığı örnekte şöyle diyor Atay: “Mektubumuz karışık olmakla birlikte ruhumuzun aynasıdır.” Türkiye’nin Ruhu konusunda bir diğer örnek Tehlikeli Oyunlar’daki 3 katlı gecekondu. Aslında Ömer Türkeş’e göre (Notos, 2011)  kitaptaki bu gecekondu olgusu, dönem Türkiye’sinin panoramik bir görüntüsüdür. En üst katta asker, orta katta küçük burjuva aydın, en alt katta da dar gelirli, köy geçmişli gecekondu halkı oturur. Ekler Türkeş : “Hikmet’in kendisi gibi bir kenara çekilmiş emekli albay Hüsamettin Bey’le olan dostluğu ve iletişimsizliği de 70’li yıllardaki sol hareketlerin, uçları Kemalizm’e uzanan aydın-ordu birlikteliğinin bir parodisi olarak okunabilir“. Aynı zamanda aydının halka yakınlaşma çabasını ve bu çabanın sonuçsuz kalmasını da anlatır Tehlikeli Oyunlar. Dahası küçük hesapların romanıdır, bu anlamda da “köşe dönmeci” anlayışı da hakkıyla yansıtır bana kalırsa. Türkiye’nin Ruhu’nu yazamadan veda etmiştir Atay, bir anlamda eserlerinde bu ruhun yansımalarını sergilemiştir, ama tasavvur ettiği bu kitapta neyi, nasıl yazacaktır, pek bilmiyoruz. Günlük’teki notlarında eserin üç bölümde yazılabileceğini belirtiyor Atay: Devlet, Toplum ve İnsan. Ancak bunu bir roman olarak mı tasarladığı bana kalırsa biraz belirsiz. Bu yüzden Türkiye’nin Ruhu üzerine söyleyeceklerimizi burada sonlandırsak daha iyi olacak.

Oğuz Atay’a Neden Tutundum? sorusunun cevabını şimdiye kadar verebildim mi bilmiyorum. Ancak bu başlık daha ziyade “tutunamama” miti üzerine bir olumsuzlamayı içeriyordu. Ömer Türkeş’in de dediği gibi 80’li yıllardan sonra evet Oğuz Atay çok okundu, çok konuşuldu, ama yeterince iyi ve doğru değerlendirilebildi mi, orası kuşkulu. Dolayısıyla salt “tutunamayan” imgesi üzerine gidilmesi pek doğru değil, yazının başlığında da bunu dile getirmek istedim esasen. Dahası, Oğuz Atay’ın, yine Notos’un özel sayısındaki bir söyleşisinin (Teknik Güç, 1 Ekim 1972) başlığı şu şekilde : “Sanıldığı kadar karamsar değilim.” Atay, ekliyor: “Kitabın alaycı bir dille yazıldığı ve çok karamsar olduğu söyleniyor. Ben sanıldığı kadar karamsar değilim. Sayfaları şöyle bir karıştıranların dedikodularına kulak verilmeden okunursa, romanın hakkında başka türlü düşünüleceğine güveniyorum.” Sanırım bu sözler, şimdiye kadar söylemeye çalıştığım şeyleri açık bir şekille ifade ediyor. Dolayısıyla “Tutunamama” hali üzerine daha sahih bir şekilde ifade edersek, Atay’ın başka bir söyleşisinde dediği gibi (Notos, 2011; Yeni Ortam, 30 Eylül 1972) herkesin “tutunan” olmak istediği bir ülkede tutunamayanlığı seçmek, işte mesele buradadır. Belki de Atay’dan ve Tutunamayanlar’dan, çok daha geniş bir mesele bu. Sanırım Oğuz Atay sonrasında onla bir şekilde kan bağı olan ve olacak tüm nesiller, “tutunamama” haline tutunabilme ihtimallerini sevmişlerdir….

Son olarak bu yazıyı yazarken iki temel kaynağı kullandığımı belirtmeliyim. İlki; Handan İnci ve Elif Türker’in birlikte hazırladığı ve 2007’de gerçekleştirilen sempozyum sonrası notların aktarıldığı “Oğuz Atay İçin – Bir Sempozyum” adlı eser, İletişim Yayınları, 2009. İkinci olarak da Notos dergisinin Haziran-Temmuz 2011 tarihli Oğuz Atay Özel Sayısı. İki kaynak da Oğuz Atay okuru için oldukça faydalı. Sonra kişisel okumalarım yazıya yön vermemde yardımcı oldu. Bu anlamda Atay’ın Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar, Korkuyu Beklerken ve Günlük kitapları da öncelikli olarak okunmalı. İnceleme fırsatı bulamadığım, ancak Atay okumasını en az bu eserler kadar zenginleştirebilecek diğer kitaplar var bir de. Öncelikle yine Handan İnci öncülüğünde yazılmış ve 2007 yılında, yani yazarın 30. ölüm yıldönümünde yayınlanmış “Oğuz Atay’a Armağan” adlı kitap. Ayrıca Yıldız Ecevit’in anladığım kadarıyla titiz bir çalışma ile hazırladığı ve 2005 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkan “Ben Buradayım…” Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası adlı önemli eseri. Bunlar dışında varlığından daha önce haberdar olmadığım, internetteki aramalardan bulduğum TRT Belgeseli. DVD olarak satışta olan belgeselin adı “Kurmaca Dünyanın İpliğinde Bir Koza Oğuz Atay”. Bu okuma macerasına görsel olarak devam etmek ilginç olabileceği için bu belgesel de izlenebilir, Atay’a bir adım daha yakınlaşabilmek için. Sonra, sonrası akademide hakkında yazılmış tezler ve çeşitli bilimsel dergilerdeki makaleler var. Anlaşılan o ki Oğuz Atay’ı okuma serüveni kolay bitecek gibi görünmüyor, ancak her halükarda öğretici ve tatmin edici bir yolculuk olacağı kesin.

1 Yorum

  1. Geri bildirim: 10 Soruda Oğuz Atay | sinedebiyatro

Yorum yapmak ister misiniz?

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s