Dans Et, Dans Et! Yoksa yok olup gideceğiz… – Filmden
Şöyle bir giriş yapılabilir: Pina, Wim Wenders’ın, yüzyılın efsane dansçı ve koreografı Pina Bausch’a sunduğu bir saygı duruşu. Daha önce Buena Vista Social Club belgeselini de çeken Wenders, Pina’da 3 boyutlu sinemanın sunabileceği olanakları da bir anlamda gün ışığına çıkarıyor. Ama belki de daha önemlisi, film olarak Pina, sanatçı olarak Pina Bausch’un sanatın ne/nasıl olması gerektiğine dair ortaya koyduğu performansı ona yakışan şekilde özetleyebiliyor.
Yönetmenin Pina Bausch hakkındaki en net ifadesi şu: “Yeni bir sanat biçiminin yaratıcısı“. Pina Bausch’un yarattığı bu yeni sanat biçimine “Dans Tiyatrosu” adı veriliyor ve bu yeni sanatın en temel özelliği hareket. Öyle ki; filmde Bausch’un da belirttiği gibi her hareketin, her detayın bir duyguya, bir anlama belki de nihayetinde sanata, daha iyisi Adorno’nun deyişiyle yüce yahut “soylu sanat”a dönüştüğüne tanıklık ediyorsunuz. Wenders, Pina Bausch ve dansı hakkında ise şöyle diyor: İnsanlar sahnede daha önce gördüğümden bambaşka şekilde hareket ediyorlardı. Birkaç dakikalık şokun ardından, duygularım o denli yoğun bir seviyeye ulaştı ki, kendimi daha fazla tutamayıp bir anda ağlamaya başladım. Pina’nın dans tiyatrosundan büyülenen yönetmen, şunu da ekliyor: “Bedenlerimizdeki saklı hazinenin, kelimeler olmaksızın nasıl ifade edilebileceğini ve tek bir cümle kurmadan ne hikayeler anlatabileceğini gösteriyor“. Wenders, Pina Bausch’u ilk olarak 1985 yılında Venedik’te sanatçının retrospektifi kapsamında sahnelenen Café Müller sayesinde tanıyor. Bu deneyim de uzun bir dostluğun ve ortak bir film projesinin temelini atıyor aslında. Wenders, o zamanlar ne kadar istese de, Pina Bausch’un hareketler, mimikler, dokunuşlardan oluşan dans tiyatrosunu sinemada en uygun şekilde nasıl aktaracağının yolunu bir türlü kestiremiyor. Yıllar içerisinde bu film projesi iki sanatçı arasında hoş bir şaka olarak devam ediyor. Pina soruyor: Ne Zaman?, Wenders: Nasıl yapabileceğimi bulur bulmaz… Ve Cannes’da U2’nun 3 boyutlu konser kayıtlarını izlediğinde aradığı şeyi buluyor (ki yönetmenin kendisi de U2 ve Talking Heads gibi grupların videolarını çeken birisi) ve Pina ile hayallerini gerçeğe dönüştürmek için ilk adımı atıyor. Repertuar olarak; Café Müller, Le Sacre du Printemps (Bahar Ayini), Vollmond ve Kontakthof seçiliyor. Ancak filmin hazırlıkları devam ederken 30 Haziran 2009 tarihinde Pina Bausch hayata veda ediyor. Wenders tüm çalışmaları durduruyor… Ancak sonra bu filmin Pina’nın anısına sunulacak en büyük saygı duruşu olduğuna karar veren ekip, filme Pina olmadan devam ediyor ve 3D olarak çekilen dünyadaki ilk art-house filmi Pina 2011 yılında gösterime giriyor…
Başta film hakkında söylediğimi şimdi biraz daha açarak söyleyeyim: Pina’yı iki açıdan önemli buluyorum; bir sinemaya getirdiği yeni boyut açısından, iki sanatın ne olduğunu göstermesi açısından. Önceki paragrafta filmin kısa hikayesini, filmin internet sitesinde yer aldığı şekilde kısaca özetlemeye çalıştım. Şimdi de önemli bulduğumu belirttiğim bu iki noktayı biraz daha belirginleştirmeye çalışayım.
Her yeni teknoloji, var olan sanat yahut hayat biçiminin sorgulanmasını da beraberinde getiriyor. Teknolojinin bir araç olduğunu bir türlü anlamayanlar ise “Sinema/Gazete/Radyo/Edebiyat Öldü yahut Ölecek” laflarını hiç beklemeden ortalığa atıyor. Üç boyutlu sinemanın gelişiyle de aynı nakaratlar dillerde. Gerçi elbette bu uyarılar biraz gerçeklik payı taşıyor, ancak Wenders ve Pina örneğinde olduğu gibi gerçek sanat her zaman doğru yolu er ya da geç buluyor, çünkü sanatçı biliyor ki insan olduğu sürece sanat da var olacaktır! 3 boyutlu sinemanın ilk örnekleri sadece bu aracı kullanmak için yazılan sıradan senaryolardan ibaret, gerçek anlamda Pina öncesinde, bu teknolojinin sunabileceği faydaları ortaya koyan elle tutulur bir film göremiyorum. Sanatta biçim, başka türlü anlatılamayacak olanı, anlatmanın şeklidir. Pina da bu biçimin sınırlarını genişleten, bu sınırları zorlayan bir film olarak çıkıyor karşımıza. Hatta belki de daha fazla dikkate değer olan, Pina’nın belgesel film türünde yer alması. Bu belgesel sinema açısından da müthiş bir olanaklar dünyası açıyor önümüze. Ne var ki şunu da itiraf etmeliyim, Pina’yı 3 boyutlu olarak sinemada izleme şansını bulamadım, evde daha küçük bir ekranda iki boyutlu olarak izlemek zorundaydım. Ancak asıl üzücü olan, Pina gibi filmlerin sadece festivallerde gösterildiği bir şehir/ülkede yaşıyor olmak. Bu “küçük” ayrıntıyı bir kenara bırakırsak, Pina’nın 3 boyutlu sinemanın neresinde durduğuna biraz daha fazla eğilebiliriz. Pina, 3 boyutu verebilmek için 2 kamera ile ve canlı peformans sırasında çekilen bir film. Bir yandan kameranın hem oyunculara yakın olması, hem her zaman tüm hareketleri kaydedebilecek pozisyonda olması, hem de oyuncuları performans sırasında rahatsız etmeyecek bir noktada bulunması gerekiyor. Wenders, bu alanda önemli teknisyenlerle, detaylı test çekimleri yapıyor ve filmde de görüldüğü gibi sahnenin 3 boyutlu bir maketi üzerinden her kamera açısı ve hareketini başından sonuna hesaplıyor. Filmdeki en büyük sorun, 3 boyutlu çekimlerin animasyon üzerinde beklediğiniz etkiyi vermesine rağmen, gerçek insanlarda, hele içlerinden geldiği gibi dans eden gerçek insanlarda, istenilen görüntünün o kadar kolay elde edilememesi. Farklı denemelerden sonra Pina’da teknolojik yeniliğin getirdiği bu sorun da aşılmışa benziyor. Kısaca özetlemem gerekirse, benim açımdan Pina, sinemanın 3 boyut teknolojisiyle imtihanını ve sanatın teknolojiden nasıl beslenebileceğini gösteren oldukça önemli bir film.
Şimdi önemli bulduğum ikinci noktaya gelelim. Filmin teknik, estetik ya da başka ne derseniz deyin, bu yanını bir kenara bırakalım ve sanatın, insanın, yaşamın ne olduğuna tekrar dönelim. Yazının en başındaki alıntı örneğin, “Dans et, dans et yoksa yok olup gideceğiz…” Bu cümle aslında Pina Bausch’un sanatının en yalın, en doğal ve en etkileyici yanını gösteriyor. İçinden geldiği gibi dans etmek, her hareketi sanata dönüştürebilmek, hissetmeyi tüm bedeninle ifade etmek, işte sanatın ulaşabileceği en yüce noktalardan birisi bu bence. Eğer sanat dediğimiz şey, hissiyatın ifadesi yahut aktarımı ise, Pina Bausch’un dans tiyatrosu kadar bunu doğal, daha iyisi insani bir şekilde yapan başka bir sanat biçimi göremiyorum. O tüm entellektüel, derin, felsefi çaba önemli elbet, ancak insan olmak, hissetmek, hislerini ifade edebilmek, bunu büyük bir tutku ve inançla yapabilmek, sanatın en saf hali, dans belki de. Üstelik bu sözleri danstan pek bir şey anlamayan birisi olarak söylüyorum. Çünkü hissetmek için anlamak gerekmez, eğer Pina Bausch ve dansı başarılıysa, bence anlamların ötesinde kurduğu hissiyat ile bunu başarmış olmalı. Örneğin filmdeki bir sahnede, dansçı Pina’nın kendisine “sadece aşk için dans et” dediğini söylüyor, bir diğeri Pina’nın bir sahnede özel olarak istediği şeyin “hareket etmekten duyulan mutluluğu yansıtmasını” istediğini belirtiyor. Her harekette insan olmanın, yaşamanın, hissetmenin en saf ve zarif halini göstermek istiyor Pina. Bir sanat olarak yaşamak ve sanatçı bir insan olmak… Her duygunun bedensel bir ifadesi var görünüşe göre, önemli olan onu bulup çıkarabilmek, Pina’nın başarısı da bu sanırım. Şimdiye kadar sadece mutluluktan, naiflikten dem vurduysak affola, zira bilhassa Bahar Ayini insan olmanın karanlık yanını da ortaya koyuyor. Filmde yer alan performanslar ve Pina Bausch’un sanatı üzerinde Türkçe’de bulduğum en güzel yazı Altyazı‘dan Eren Odabaşı’na ait, yazısındaki önemli bir tespitle bu paragrafı sonlanıralım : “Bahar Ayini’ni izlerken klasik bir bale ya da operadaki gibi kusursuz bir tasarıyla karşı karşıya olduğunuz için değil dansçıların yansıttıkları çaresizlik, korku, huzursuzluk size ulaştığı için büyüleniyorsunuz.Wenders’in filminde sağlamak istediği etki tam da bunun gibi bir şey: Filmin amacı Bausch’un ne kadar büyük bir sanatçı olduğunu yeniden dile getirmek ya da anılar, başarılar, ödüller gibi şeyler aracılığıyla Pina’nın büyüklüğüne izleyiciyi ikna etmekten ziyade onun eserleri aracılığıyla izleyiciye saf, dolaysız ama çok güçlü hisler, duygular tattırmak.”
Pina’yı izleyin dostlar. Sadece bir dans filmi, bir belgesel, 3 boyutlu bir film, bir biyografi olarak değil; eksikliğini duyduğunuz yahut ağırlığını hissettiğiniz duyguları görebilmek için, sanatı anlamın ötesinde sadece hissedebilmek ve de belki sanat tarihçilerinin ileride yüzyılı değiştiren en önemli sanatçılar listesinde başa koyacakları bir isimle tanışmak, tanıyorsanız ona biraz daha yaklaşabilmek için, belki de Wenders’ın filminde yaptığı gibi Pina Bausch için Pina’yı izleyin, izleyelim, zaten her halükarda yok olup gideceğiz…
Selam. Eline sağlık.
Filmin etkisiyle ben de kendi mecramda bir yazı yazmıştım. Göz atmak istersen linki aşağıda.
https://mindmills.wordpress.com/2013/01/21/yeniden-dogsam-pina-olsam/
Yine seyretsem yine yazarım.
Sevgiler..
BeğenLiked by 1 kişi
Gerçekten yazında Wim Wenders’ın söylediği gibi hissetmemek mümkün değil film karşısında. “Pina Bausch yeni bir dil icat etti”, hepimiz için.
Bu arada Wenders’ın geçen yıl çektiği Sebastiao Salgado belgeseli “Toprağın Tuzu” da müthiş! İzlemediysen, tavsiye ederim.
BeğenLiked by 1 kişi
Harika. Tavsiye için çok teşekkürler. Muhakkak bakacağım.
BeğenBeğen