Roger Vadim’in 1956 tarihli filmi kendi çapında kült statüsüne erişen ve sadece ismiyle bile çok fazla ilham kaynağı olan bir film. Yönetmenin eşi olan Brigitte Bardot’nun da “seksi kadın” imajının temelleri bu filmde atılmış. Film 19 yaşındaki yetim Juliette’in Fransa’nın küçük bir kasabasında yaşadıklarını anlatıyor. Aslında temel mesele kadının toplumdaki yeri, yahut daha genel bir ifadeyle “çıkışsızlık”. Adından o dönemde de haklı olarak oldukça söz ettiren filmin başarısı, Mubi’nin yorumuyla, Fransız yapımcıları genç yönetmenleri desteklemeye itmiş ve böylece bir anlamda Yeni Dalga akımının doğuşuna öncelik etmiş olmasından ileri geliyor.
Güzel Juliette yetimhaneden çıkıp bu küçük kasabada bir ailenin yanına yerleşmiş, ancak bu dünya ona dar geliyor. Gönlünce eğlenmek, dans etmek, flört etmek hevesinde. Filmin başarısı aslında bir anlamda Juliette’i yargılamaması, ki savaş sonrası yılların özgürlükçü havasına katılıp, değişen toplumun değer yargıları üzerine gitmek de tarihsel anlamda oldukça önemli bir yerde duruyor. Buna rağmen Juliette zaman zaman kendini yargılıyor, mesela bir anlamda zorla evlendiği Michel’i üzmek istemiyor ve ona, içimde kötü bir yan var, ben gönlümce yaşamak istiyorum, seni üzerim diyor. Juliette’in aslında gerçekten Michel’in abisi Antoine’a aşık olup olmadığından da emin olamıyorum, öte yandan kasabadaki zengin Eric ile ilişkisi aslında yaşamak istediği hayatla yaşamak zorunda kalacağı hayat arasındaki farkı belirginleştiriyor.
Peki Tanrı nasıl bir kadını yarattı? Bence filmde şeytanlaştırılmış bir kadın imgesi yok, yahut öyle abartılı bir karakter de çizilmiyor. Kadın, hayattan zevk almak isteyen, sevmeye ve sevilmeye ihtiyacı olan, toplumda hoşa gitmeme kaygısını umursamayan, zaman zaman gel-gitli… Belki bunları olumsuz olarak alabilirsiniz, ama bana sorsanız insan dediğin bundan farklı bir şey değil zaten, dolayısıyla bu kadına özel bir durum değil, yahut olmamalı…
Filmin beğendiğim yönü, yönetmenin ahlak bekçiliğine soyunmaması ve yeni gençliğin arzularını, hayattan beklentilerini, bir yandan çalışmak zorunda kalmış erkekler, öte yandan hayattan zevk alma peşindeki genç kadınlar üzerinden güzel bir tonda verebilmesi. Filmde daha çok beğendiğim nokta ise montaj. Bilhassa Juliette’in filmin çözüm noktasına yaklaşırken ateşli hastalığının da etkisiyle “Bar aux amis” ye gidip, çılgınca dans etme sahnesindeki gerilim ve sahnelerin arka arkaya dizilişindeki o ritm, sinemada belirli bir duyguyu yaratmak için kurgunun ne kadar etkili olabileceğini en açık biçimde gösteriyor. Ayrıca filmde en beğendiğim sahnelerden birisi, Juliette’in evi terk edip, sabah erkenden Antoine ile gitmek üzere otobüsün geçtiği yola geliş sahnesi. Otobüsün o gelip geçişi, erkeğin kararsızlığı ve toplumdan korkusu, aşka cesaretsizliği… bunların hepsi oldukça dokunaklı bir şekilde gösteriliyor.
Filmin sonu ise biraz enteresan, ama en iyisi burada sonu hakkında yorum yapıp izleyeceklerin seyir zevkini kaçırmamak. Eğer eski filmleri seviyorsanız, 60’lı yıllara meraklıysanız, güzel şirin sahil kasabalarını, küçük dar sokakları, Yeni Dalga gençliğini beğeniyorsanız, 60’lı yıllardan bu yana oldukça ilgi çeken bu filmi bir yerlerde bulur/görür iseniz izlemenizde fayda var.