Tiyatro Festivali’nde son bir hafta içerisinde 5 oyun gördüm: Kafka’nın Maymunu, Ah Smyrna’m Güzel İzmir’im, Oyun, Ben Bertolt Brecht ve Antigone. Ne yazık ki hepsi hakkında detaylı yazacak ne vaktim, ne enerjim oldu hafta içinde. Dolayısıyla bu yazıda genel bir değerlendirme yapmak istiyorum.
1. Kafka’nın Maymunu: Kafka’nın “Bir Akademiye Rapor” öyküsünden yola çıkılarak yaratılan bu oyun aslında insan olmanın anlamı ve değeri üzerine. İnsanların eline geçen ve aslında kapatıldığı “kafesten” kurtulmaya çalışan Kırmızı Peter adlı maymun, içgüdüleriyle çarenin insan gibi davranmak olduğunu anlar. Sonrasında yaşadığı deneyimi bir sözlü rapor şeklinde akademi üyeleriyle paylaşır. Oyuncu Kathryn Hunter, öyküde sözü edilen maymun gibi konuşmak ve hareket etmek için bir hareket uzmanı ile çalışmış. Aslında hem bir maymun hem de insan gibi olmak zor olsa da ben performansını başarılı buldum. Tanıtım broşüründe yer alan uyarlama sahibi Colin Teevan’a ait şu satırlar aslında oyunun ve metnin meselesini çok iyi ortaya koyuyor: “Bu yapıt, mizah ve kendiyle dalga geçme kisvesi altında insanlık ve medeniyete dönük büyük bir itham ve Kafka onu yazdığından bu yana hatalarımızı düzeltme konusunda pek bir mesafe kat etmiş sayılmayız. Bu anlamda akademi yalnızca insanlığın temsili“. Oyunda da Peter birkaç yıl içinde herhangi bir Avrupalı kadar kültürlü ve bilgili olduğunu söyleyerek bu sözleri oldukça haklı çıkarıyor. Mesele insan olmayı keşfetmek olunca, serde de biraz sinemacılık olunca; oyun, aklıma Herzog’un “The Enigma of Kaspar Hauser” filmi ve Kubrick’in efsanevi “Otomatik Portakal” filmlerini getirdi. Bu filmleri sevdiğim kadar, oyunu da beğendim, ancak “gidip mutlaka görün!” diyemeyeceğim, çünkü bir Londra Tiyatrosuydu dostlar…
2. Ah Smryna’m, Güzel İzmir’im: Hani bazen dersiniz ya “bizim ülkemizde böyle oyunlar oynanmıyor, böyle şeyler yazılmıyor“ filan diye… İşte oyun bu sözlerin yersizliğini ortaya koyuyor. Yer: İzmir’de bir Rum konağı. Zaman: 1923. Savaş sonrası, mübadelenin hemen öncesi. Karakterler: Bir Rum ailesi ve onların yanında çalışan iki Türk kardeş, bir çocuk ve görünmeseler de etrafta olan Türk ahalisi.
Gerçekten yıllardır “Yunan’lıları denize dökmek” lafından ne anladık bilmiyorum ama oyun bu meseleye olması gerektiği gibi bakıyor. Yüzyıllardır bu topraklarda, Türklerin gelişiyle onlarla birlikte yaşayan halkların, kendi ülkelerini istemeyerek terk etmeleri, “herkesin aklını kaçırdığı” bir zamanda geçen küçük insan hikayeleri… Oyundaki Ioanna’nın deyişiyle “Mahşer günü! Hayır, benim güzel Smryna’m bu olamaz, benim güzel İzmir’im bu değildi! Geçmişimiz yandı, geleceğimiz kül oldu. Nasıl yaşayacağız?” Klişe bir deyişle: İşte bütün mesele bu! Oyun daha ziyade çekilen acılara ve yaşanan tuhaflıklara odaklandığı için, taraf tutmadan, Türk’ü Yunan’ı ayırmadan meseleye bakabildiği, yine söylüyorum “teyatral olmaya çalışmadan” derdini anlatabildiği ve hepimizi biraz umutsuz da bıraksa bu mesele hakkında daha çok düşünmeye teşvik edebildiği için, bence bir hayli başarılıydı.
3. Oyun: Şahika Tekand’ı ne yalan söyleyeyim daha öncesinde tanımıyordum, meğer kendi çapında haklı bir üne ve saygınlığa sahip bir tiyatrocuymuş, ayrıca geliştirdiği “Performatif Sahneleme” tekniği de dikkate değer. Oyun, Samuel Beckett’in metni, aslında 7 sayfalık bir yazıymış, 60 dakikalık bir oyunda tekrarlana tekrarlana anlamını bulmuş gibi geldi bana. Oyun öncelikle sahne dekoru ve karakter hususunda beğenimi kazandı. Bir aşk üçgenindeki her bir karakteri 5 farklı oyuncunun canlandırması ve ışıkla yaratılan müthiş atmosfer bana tiyatronun ne kadar yenilikçi de olabileceğini gösterdi. İlk gösterim 22 Mayıs’ta oldu, ve “oyun” Şehir Tiyatrolarının programı içerisinde. Her ne kadar Şehir Tiyatroları bugün siyasi tartışmaların içine gömülmüş durumdaysa da bu konuda laf etmek istemiyorum. Ama böyle bir oyunun Şehir Tiyatroları repertuarında yer alması beni tiyatro adına hem şaşırttı, hem de müthiş sevindirdi. Oyuncular oldukça zor bir performansı müthiş şekilde başarıyor, bu arada ışığı da manuel olarak yönetiyorlar ve müthiş hızlı konuşarak, farklı bir oyuncu tarafından yan odacıkta canlandırılan aynı karakterin devamı olmak zorundalar ve bunu yaparken kimliği, tonlamayı ve jestleri de harmonize etmeleri gerekiyor. Gidip bu oyunu gördüğüm için çok mutlu oldum, umarım yeni sezonda Şehir Tiyatroları’nda oynanabilir de gidip izlersiniz, ben de gidip bir daha görmek isterim doğrusu.
4. Ben, Bertolt Brecht: Oyunu en iyi (birebir hatırlamasam da) şu laflar anlatıyor, “Ben Bertolt Brecht, oyun yazarıyım. Saklı kalmış noktaları ortaya sererim…“. Daha önce söylediğim gibi, Genco Erkal’ın hayranı değilim, daha önce de Brecht oyunu görmedim diye hatırlıyorum. Oyunun kabare biçiminde olması aslında öncesinde beni biraz tedirgin etse de, genel olarak oyunu beğendiğimi söyleyebilirim. Aslında bir demet Brecht tadındaydı, kıssadan hisseler barındırmasıyla, narratif tonuyla, halk diliyle biraz “klasik” bir oyundu diye düşünüyorum. Buna rağmen eleştiri potansiyeli bende hoş bir duygu bıraktı. Meraklıysanız, izlenebilir…
5. Antigone: Diyarbakır Şehir Tiyatrosu’nun Kürtçe Antigone yorumu tiyatroda klasik metinlerden çok da anlamayan benim gibi birisi için değişik bir deneyim oldu. Celal Mordeniz’in dokunuşu kendisini biraz belli ediyor. Sahne, ışıklandırma ve oyunculuk anlamında yenilikçi çözümler ortaya konmuş. Mesele birbirine düşen iki kardeş, farklı cephelerde yer aldıkları için düşman olma, bu düşmanlığın ölüme ve ölüye bile saygı duymaya engel olması ve oyunun Kürtçe oynanması sebebiyle, Antigone, ister istemez siyasi bir yapıya bürünüyor. Aslında sondaki söyleşi olmasa, oyun kendi içinde sanatın ne kadar vurucu olabileceğini göstermeye yetiyor. Bu dünyaya nefreti değil sevgiyi paylaşmaya geldim, diyen Antigone’nin tanıtım yazısında şu sözler yer alıyor: “Yurduna ihanet eden Polineikes’in cesedinin geleneklere göre gömülmesine izin vermeyen devletin bize bu kadar tanıdık gelmesi Antik Yunan’la olan kültürel bağlarımızdan değil, oyundaki gibi şiddete bulanmış bir ülkede yaşıyor olmamızdan kaynaklanıyor“.
Oyun sonrasındaki söyleşide ise aslında toplumca ne kadar “hep aynı şeyleri söylediğimizi“, aslında birbirini anlayanların bile ne kadar hoşgörüden yoksun olduğunu, belli sözlerin nasıl iki ayrı cephede farklı yankılanabildiğini de görerek her şeye rağmen biraz daha umutsuzluğa kapıldım. Genel hava böyle değildi esasen, yolda görsem Cumhuriyetçi diyeceğim teyzeler bile, Kürtçe oyun görmekten mutlu olduklarını dile getirdiler filan… Son olarak festivalde gördüğüm oyunlar arasında en az dolu olan oyun da buydu, bilmiyorum neden?