1914’ten bu yana çok şey değişti… Türk Sinema Tarihi’ne biraz aşina olanlar bu tarihi ilk Dünya Savaşı için değil -ilk Türk filmi olarak kabul edilen- “Ayastefanos Rum Anıtı’nın yıkılışı” filmi için not düştüğümü tahmin edebilirler. Sinemamız adına neredeyse 100 yılı geride bıraktık. Peki, yüz yıl dönümüne yaklaşırken acaba sinemanın neresindeyiz?
Sinemanın toplumdan ayrı düşünülemeyeceği iddiası elbette yeni değil. Tarihe şöyle bir göz attığımızda toplumsal kırılmaların baş gösterdiği dönemlerde sanatın görece bir ivme kazandığı da bir sır olmaktan uzak. Dolayısıyla bugün sözü edilen Türk Sineması’ndaki yükseliş; teknik olanakların ilerlemesi, iyi yetişmiş bir kuşağın getirisi, diğer alanlarda da görülen bir ilerleme/değişimin doğal uzantısı olarak görülebileceği gibi; son dönemde Türkiye’de meydana gelen toplumsal/kültürel değişimle de (en başta 2000’li yıllardaki ‘ekonomik’ kriz, sonrasında 2002 seçimleri, değişen sosyo/kültürel yapı, yeni bir taşra burjuvazisinin ortaya çıkması, Avrupa Birliği’ne uyum yasalarının –önceleri- hız kazanması…) ilintili olarak okunmalı. Diğer yandan; sinemadaki bu ‘hareket’, 50’li yıllarda tohumları atılan, 90’lı yıllarda filizlenen “genç sinema” anlayışının vücut bulmuş hali olarak da görülebilir. 1950’lerde çok partili hayata geçiş, çok yönetmenli sinemaya da geçişin müjdecisi olmuş ve “demokratikleşen” sinema sahnesinde genç sinemacılar da yerini ilk kez almışlardı. ‘İkinci dalga’ ise, yine 80 sonrası kültürel iklimin dönüşümüne paralel olarak 90’lı yılarda geldi. Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan gibi sinemacılar, 80 sonrasında sinemanın lokomotif görevi üstleneceğini haber veriyorlardı. Bu kuşak sayesinde “sinema yapılabileceğine” inanan ‘genç sinemacılar’ da içinde bulunduğumuz dönemde bir bir (ya da 2008/2009 da gördüğümüz gibi toplu bir şekilde) sahneye çıkıyorlar. Akla ilk gelenler: Mahmut Fazıl Coşkun’un “Uzak İhtimal”i, Pelin Esmer’in ilk kurmaca filmi “11’e 10 Kala”sı, bağımsız sinema anlayışından taviz vermeden 100 bin izleyiciyi geçen “Sonbahar”, “Türkiye’de çekilen nadir ghetto gençlik filmlerinden biri” “Kara Köpekler Havlarken”, her ne kadar klasik anlatıyı yıkamasa da farklı bir bakış açısı sunma amacı güden “Başka Semtin Çocukları”…
Sinemamızdaki bu gelişim “Batı”nın da gözünden kaçmamış olacak ki, birçok önemli festivalde Türk Sineması’na özel bölümler ayrıldı. Bu seneki İstanbul Film Festivali’nde 40’ın üzerinde yerli filmin yer alması da sinemamızın nicelik ve daha da önemlisi nitelik bakımından bir hayli ilerlediğinin açık kanıtıydı. 2008 yılında -bir ‘rekor’a tekabül eden-, “50’nin üzerinde film izleyiciyle buluşurken, seyirci rekoru kıran yerli yapımlar uluslararası festivallerde de ödüle doymadı”. Türkiye bu performansıyla Avrupa ulusal film piyasasında en iyi performans gösteren ülke oldu[i]. Dikkat çekici nokta ise, yine bir ilk film olan“Tatil Kitabı” ile önemli bir çıkış yakalayan Seyfi Teoman ve de sonrasında gelen bu “ikinci genç sinemacılar”ın yurt içi/dışında büyük beğeni toplaması. İçinde yaşadığımız dönemde, bu ‘hareket’i kavramsallaştırmak her ne kadar güç görünse de; 1950’lerdeki “Genç Sinemacılar”, yine aynı dönemde şiirdeki “İkinci Yeni” hareketi ve “90’lı yıllarda Türk Sineması” kavramlarına atıfta bulunarak, bu yükselişi “İkinci Genç Sinemacılar” olarak adlandırmakta bir sakınca görmüyorum. Bugün, içinde bulunduğumuz bu durumda/filmlerde en heyecan verici nokta ise şüphesiz bir ‘kümeleşme’den -90’lı yıllarda taşra etrafında olduğu gibi- söz edilemiyor olması. Tatil Kitabı’nda o artık bildiğimiz taşradaki bu toplum/kültürün kendini nasıl yeniden ürettiğine –sinemamızda da– tanık olurken, Uzak İhtimal’de bir müezzin, bir rahibe adayı, bir eski solcunun bir arada olması ‘uzak ihtimal’ mi diye sorup, “Sonbahar” sayesinde Yılmaz Güney’den beri boşluğu doldurulamayan ‘toplumsal sinema’ alanında yetkin bir örnek izleyen bizler, “11’e 10 Kala” da bu kez yine hiç tanımadığımız bir koleksiyonerin merakına/meramına kulak veriyorduk. Belki önümüzdeki yıllarda daha iyi anlaşılacak ancak, bugünkü kanı: “hiçbiri diğerine benzemeyen bu filmlerin belki de tek ortak özelliği birer ilk film olmaları ve de ‘genç sinemacılar’ın elinden çıkmaları” şeklinde. Gelecek açısından bakıldığındaysa hepsinin “umut vaat eden” filmler olmaları hayli önemli. Kehanet de bulunmak haddimize değil, ne var ki açılan bu yolda, inanıyoruz/öyle umuyoruz ki birçok ‘genç sinemacı’ da başarıyla yürüyecektir. Türk Sineması’nın geleceğini heyecanla bekleyelim…
[i] Gedik Yatırım 2008 Sinema Raporu, http://www.sinema.com/makale/1-7231/turk-sinemasi-yeni-zirvesini-2008-de-yapti
*Bu yazım, ilk olarak GSU İletişim Fakültesi yayını Detay dergisinin Mayıs 2009 tarihli 78. sayısında yayınlanmıştır.
Geri bildirim: Gözetleme Kulesi : Yüreği olan söylesin… | sinedebiyatro
Geri bildirim: “Babamın Sesi” Cılız ve Boğuk | sinedebiyatro