“Sen şimdiki zamanda yaşamıyorsun Yusuf… Sanki Rus romanlarından kaçmış gibisin.” – Filmden
Sonbahar; 2008 yılının en etkileyici filmlerinden biri, hem de sadece ulusal anlamda değil, New Europe’un 2008 yılı seçkisine girmesi, Variety ve Screen Daily gibi uluslar arası basında aldığı olumlu yorumlarla da… Film üzerine basında çok yazı yer aldı, o yüzden bu yazıda genelde bahsedilmemiş şeylerden ve kişisel yorumlarımdan bahsetme amacı güttüğümü baştan belirtmeliyim.
Film F tipi cezaevlerine geçiş için başlatılan “Hayata Dönüş” operasyonu görüntüleriyle başlıyor. Genel kabul görmüş değerlendirmeler ise şöyle: Oyunculukların çok iyi olması, sanat ve görüntü yönetmenliğinin başarısı, politik ve psikolojik bir hikâye olmasına rağmen filmin ajitasyona kaçmaması…
Daha filmin başındaki operasyon kapsamında mahkûmları ikna etmek için şu sözcükler dökülüyor komiser olduğunu düşündüğümüz karakterin ağzından: “Hayat en değerli varlıktır… Her şeye rağmen yaşamak güzeldir!”.
Ya ideallerin uğruna ölmek?
Yusuf “inanmış” birisi… Kabul etmediği şeyler var ama artık bunları değiştirecek gücü kalmamış, yine de içten içe karşı duruyor bu düzene. Yusuf’unki hayata karşı bir duruş, öyle ki pek karışmıyor, kıyısından yaşıyor işte hayatı. Bu duruş filme öyle nüfuz etmiş ki başından sonuna hissediliyor. Zaten filmin yönetmeni Özcan Alper 29 Aralık’ta Sabah gazetesine verdiği röportajda şöyle diyor “Sinema yapmak benim için sistemle hesaplaşmaktır”. Bu film olmasa çoğumuz hatırlamakta bile zorlanacağız, belki de yine birçoğumuz adını bile duymamışız “Hayata Dönüş”ün. Yine; yok olmakta olan Hemşince’yi de film sayesinde duyuyoruz. (Öyle ki Word programında Hemşince diye bir sözcük yok!).
İstese hapishaneden daha önce çıkabilirmiş Yusuf, çıkmamış. Çıplak ayaklarla geliyor revire, tükenmiş ciğerlerini umursamıyor, sigarayı da çekiyor cefayı da, ona kalsa daha yatar hapiste ama içten içe biliyor gönül, bu son bahar diye… Belki de düzene inat hayata dönmüyor Yusuf. Öleceğini biliyor, ama bir şey yapmıyor. Bu da bir çeşit direniş, ya da “sivil itaatsizlik”, düzene uymuyor Yusuf. Doktora gitse belki bir umut tedavi olabilir ama yapmıyor. Evine dönüyor oysa yurdu değil burası, oraya ait değil artık, belki de hiç olmamış. Evin köpeği umursamıyor bile onun gelişini, dile kolay 10 sene. Söyleyecek pek bir şeyi de kalmamış, sükûnet içerisinde.
Niye bu kadar sessiz Yusuf? Hasta olduğunu bile bile neden yalın ayak geziyor? Neden bir doktora görünmüyor? Neden bu karda kışta yaylaya çıkmak istiyor? Ondaki bu kabullenişin sebebi ne, ya da bu bir kabullenme mi, ya da değilse ne? Bu rahatlığı, kabullenişin rahatlığı mı? Özcan Alper’in Dostoyevski’den alıntıladığı gibi, “Ölümünü şakağında hisseden insan, aslında hayatın en büyük değerini anlayandır” da ondan mı? Film boyunca yalnızca bir defa isyan ediyor, o da kimsenin duymadığı bir dağ başında, Mikail’den pikabını alıp hızla sürdükten sonra arabayı “sağa çekip” çığlık attığında. Ama daha önce de defalarca çığlık atmadı mı bu genç adam? Edward Munch’un Çığlık tablosunda olduğu gibi modern dünyaya dayanamama hali midir bu? Filmde Eka da aynısını söylüyor: “Sen şimdiki zamanda yaşamıyorsun Yusuf… Sanki Rus romanlarından kaçmış gibisin”. Film Doğu Karadeniz’in ışık ve rengini yansıtmaya çalışıyor, öyle ki doğa filmin arka fonu değil, filmin bir parçası. Film, doğanın bir parçasıyız, doğa içinde küçük bir yerdeyiz, belki de bir noktayız diyor usul usul. Yusuf hasta yatağında hep pencereden dışarıya (kendi dışımıza bakmak gibi) bakıyor. Filmin, görüntü ve sanat yönetmenliğindeki başarısı da bu sahnelerde gizli zaten. Her ne kadar bölgeye ait olan ışığı ve rengi yansıtmaya çalışsa da Yusuf’un odasındaki kareler akla “ışığın ressamı” Caravaggio’yu da getiriyor. Doğa manzaraları ise romantizm akımından esintiler taşıyor. Filmin başarısı bundan da kaynaklanıyor; yerelden evrensele ulaşabilmesinden.
Yusuf biliyor hapishaneden çıkmanın pek de önemli olmadığını, zaten o hapishaneden çıkınca da bir şey değişmiyor. Televizyondan Behiç Ak’ı izliyoruz, ölüm orucunda. Mikail de köy için “Burası da başka hapishane” diyor ona. Yine de son bir kez yaylayı görmek istiyor Yusuf, denizin kabarışını izlemek, doğayı gözlemek, âşık olmak bile istiyor sanki de gücü yetmiyor. Âşık olmak istediği kadın, Eka bir “hayat” kadını, Mikail ayarlıyor böyle bir geceyi Yusuf için. Ama Yusuf “Ben böyle olsun istemiyordum” diye itiraz ediyor. Bana kalırsa bu “tek gecelik” bir itiraz da değil, Yusuf gerçekten böyle olsun istemiyor! Bir yandan da biliyor aşkın da ayrı bir hapishane olduğunu. Aşkta da “gözaltına almalar”, “hapsolmalar” olduğunu.
Artık her şeyin sona yaklaştığını anladığında sahile gidiyor ve filmin yapısına son derece uyan Tchaikovksy’nin müziği eşliğinde dalgaların kabarışını izliyor, izliyoruz. Yusuf’un iç kabarışları belki de, içimiz kabarıyor bizim de…
Mikail, “Bir sosyalizm umudu vardı, onu da yıktılar” diyor bir de küfür savuruyor doğal olarak. Şimdi, diyor, Kadınlar orospuluk yapıyor, erkekler de fabrikalardan demir çalıp satıyor. Ne var ki umutsuz bir film değil Sonbahar, belki hüzünlü ama umutsuz değil, hiç değil, hatta umutlu bir film bile denebilir. Sade, duru ve baştan sona dürüst bir film. “Doğallığı” akıllara Kim-ki Duk’un efsanevi filmi İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış, İlkbahar…’ ı da getiriyor, hem de bu toprakların hikâyesini anlatıyor Sonbahar. Büyük laflar etmeye kalkmıyor, mütevazı ve son derece gerçekçi bir film. Esin Küçüktepe’ nin belirttiğine göre Alman bir izleyici, film için: “Politik film gibi ama değil, aşk filmi gibi de ama değil” diyor. Politik konuları işlemekle politik film yapılır, sinema değil. Sonbahar baştan sona politik ama Yılmaz Güney’in yolunda bir toplumsal sinema örneği aynı zamanda. Ben, Sonbahar’ın politik film değil toplumsal sinema örneği olduğunu düşünüyorum ve son sözü de yönetmenin kendisine bırakıyorum. “Didaktik anlatım insanları politik filmlerden soğuttu. Oysa sinema da tıpkı hayata benziyor, insanı merkeze almanız gerekiyor. Her daim en politik hikâyeleri bile anlatsam, mutlaka insani duyarlılığının gözetilmesi gerekiyor. Sonbahar’ın insanları bu kadar etkilemesinin altında bu durumun yattığını düşünüyorum”.