Schrödinger’in Kedisi hikâyesinde; kedi deney için kapalı bir kutuya konulur, kutu açıldığında kedi ya ölecek ya da sağ kalacaktır… Kuantum fiziğine göre; kutu içerisindeki kedi tüm olasılıkları içinde barındırır, yani kedi hem ölü hem de canlı olabilir. Ancak kutuyu açtığımızda kediyi bu durumlardan sadece birisi içerisinde görebiliriz: ya ölüdür ya da diri. Belki de “Onu öldüren bizim bakışımızdır”.
Ensayo de un crimen, yani “bir cinayetin provası”; ya da Türkçe adıyla “Archibaldo De La Cruz’un Suçlu Yaşamı“, İspanyol yönetmen Luis Buñuel’in Meksika’da çektiği 20 filmden biri. İspanya, Fransa, Amerika ve Meksika’da, İngilizce, İspanyolca ve Fransızca filmler çeken, doğal olarak çok-kültürlü, nevi şahsına münhasır bir yönetmen Buñuel. Bu çeşitliliğe rağmen hayatı boyunca verdiği eserlerde tutarlı bir biçimde üç ana tema üzerine eğilmiş: Din, Burjuvazi ve Faşizm. 1955 yapımı bu filmde de çeşitli kereler cinayet işlemeye girişen bir burjuvanın hayatını bir çeşit seri katil hikâyesi olarak koyuyor önümüze, bir yandan burjuvazi ile bir yandan da türle inceden inceye dalgasını da geçiyor tabi.
Daha açılış sahnesinde Archibaldo mutsuz bir çocukluk geçirmediğini söyler bize, burjuva ailesi içinde “iyi yetiştirilmiş bir çocuk”tur. Anne ve babası, burjuva hayatının gerekliliği olarak sıkça davetlere katıldığından, onun gelişimiyle “mürebbiye”si ilgilenir daha çok. Bir gün, annesi kendileri dışarıdayken çok sevdiği müzik kutusu ile oynayabileceğini söyler ona. Bu sırada, bakıcısının da ona bir hikâye anlatacağını belirtir. Bir yandan kutudan çıkan müzikle büyülenirken, bir yandan da mürebbiyesinin ona müzik kutusu hakkında anlattığı uydurma hikâyeyi dinler ve anlatılan öyküdeki ölüm teması kahramanımızı büyüler. Aklına şu soru takılır: “Birinin canını alabilir miydim?”. Mesela mürebbiyeyi öldürebilir miydi? Bir yandan süren iç savaş sebebiyle her gün sokaklarda binlerce kişi ölmektedir. Dışarıdaki seslere aklı takılan bakıcı kadın pencereye doğru yaklaşır ve “serseri bir kurşun” ile hayatı son bulur. Archibaldo’nun ölümü ilk kez düşünmesi ve hemen arkasından gelen ölümün kendisi… Yerde kanlar içinde yatan kadının görüntüsü küçük Archibaldo’yu büyüler. Maurice Blanchot’nun ünlü kısa romanı Ölüm Hükmü’nde belirttiği gibi; belki de Archie ölü bir insanı değil de ölümün kendisini görmüştür o an. Kahramanımız “olay”dan bahsederken, aslında onun tüm bunları, bir hastanedeki hemşireye anlattığını görürüz. Dış ses boş yere kullanılmamıştır. Anlarız ki; Archibaldo’nun “çocukluğuna dönmüşüz”dür. Aslına bakarsanız, film analizini bir çeşit (psiko)analiz olarak yazma fikri de bu noktada aklıma gelmişti.
Neyse tekrar filme dönelim ve Archibaldo’nun itiraflarına kulak verelim: “Onu (mürebbiyeyi) öldürenin ben olduğuma ikna olmak istedim”. Bu noktada film boyunca tüm cinayetlerde tekrarlanan ana düşünceye geliyoruz: Schrödinger’in Kedisi hikâyesinde; kedi kapalı bir kutuya konulur, amaç ışığın dalga şeklinde mi yoksa parçacık şeklinde mi yayıldığını belirlemektir! Kurulan düzenekte ışığın dalga ya da parçacık şeklinde olması, kedinin ölmesi ya da sağ kalmasını sağlayacaktır. Kuantum fiziğine göreyse kutu içerisindeki kedi tüm olasılıkları içinde barındırır, yani kedi hem ölü hem de canlı olabilir. Ancak kapalı kutuyu açtığımızda kediyi bu durumlardan sadece birisi içerisinde görebiliriz: ya ölüdür ya da diri. Gözlemin doğasından gelen “kısıt”lar düşünüldüğünde belki de Onu öldüren bizim bakışımızdır. Çünkü gözlemci, gözlemlediği şeyin bir parçasıdır ve gözlem şeyleri değiştirir. Gözlemin doğasından gelen kısıtlar sebebiyle, gözlemin dünyası bir ya/ya da dünyasıdır. Archibaldo, filmde bu olayla ilgili olarak “kendini güçlü hissetmek istediğini” söylüyor. Irvin Yalom’un Varoluşsal Psikoterapi kitabında belirttiği gibi, kişinin dört nihai kaygısından biri –belki de en önemlisi– olan ölüm (ölümden kaçış ya da ölüm korkusu) neticesinde, Archie’nin amacının kendi ölümünden, ölüm fikrinden kaçmak olduğunu ileri sürebiliriz. Yine Yalom’un Güneşe Bakmak, Ölümle Yüzleşmek kitabında alıntıladığı Rochefoucauld’ya kulak verecek olursak: Le soleil ni la mort ne se peuvent regarder en face / Ölüme ya da güneşe doğrudan bakamazsınız. Ne var ki kahramanımız, ölümün tam gözlerinin içine bakmıştır, bundan sonra iflah olmaz bir “ölüsevici”dir artık.
İkinci Round!
Tüm bunlara rağmen; hastanedeki hemşire gibi, biz de bu anlatılanlara inanmak istemeyiz. Bu anlatılanların gerçek olmadığını düşünmek daha çok hoşumuza gider doğrusu. Archibaldo özünde iyi ve saf bir insan gibi görünmektedir, “bu cinayetleri nasıl işleyebilsin?”dir. Biz filmde bu düşüncelere dalmışken ölüsevicimiz hemşirenin bir anlık dışarı çıkmasından yararlanarak boy boy usturaların bulunduğu çantasını açar. Ancak öncesinde heyecanı bölerek bazı şeyleri belirtmek lazım. Öyle görünüyor ki burası dini niteliği de bulunan bir “Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi”dir. Archibaldo’nun çıkarımı basittir: Siz Tanrı’ya inanmıyor musunuz sayın hemşire?, Ölerek ona daha yakın olmak istemez miydiniz acaba? Bu çıkarım akıllara Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’unu getirse de burada farklı bir öyküyle karşı karşıya olduğumuzdan kendi işimize bakalım. Archie usturasını çıkarır ve tam hemşireyi öldürecekken… Hemşire koşarak odadan kaçar ve asansör boşluğuna düşerek ölür. Ölümden kaçılamaz mıdır? Son Durak seri filmlerinden de pekâlâ bilebileceğimiz gibi ölüm elbet bizi bulur mu? Yeniden; Onu (bu kez hemşireyi) öldüren bizim bakışımızdır (esasen Archibaldo’nun bakışıdır). Böylece, Archie ikinci cinayetini işlemiş olur! Olay sonrasında, “gerçeği anlamak için” gerçekleştirilen sorgu esnasında, komiser Archibaldo’yu zamanımızın tipik bir adamı olarak niteler. Seyirci olarak bizler de adamın, “karısının trajedisinden sonra buraya düşmüş olduğunu” ve “istirahat için burada tutulduğunu” öğreniriz. Demek ki hikâyenin daha ilerideki kısmını izlemekteyizdir. Burada hikâyenin esas olarak bu hastanede geçtiğinin altını çizmek gerekiyor, yan hikâyeler ise ileriye/geriye, gidiş/dönüşler aracılığıyla anlatılmış. Buñuel’ in çarpıcı kurgusu dikkat çekicidir; İspanyol yönetmen, Archibaldo karakterini adeta bir psikanaliz terapisindeymişçesine bir divana oturtmuş ve onun hayatını yönlendiren asıl içgüdüleri belirlemek istiyormuşçasına onu derin bir analize sokmuştur, bunu da bir hastaneyi merkeze alarak yapmış olması onun dehasını bir kez daha ortaya koyar. Haliyle önce karakterin çocukluğuna döneriz, sonrasında ise tüm cinayetlerin ayrıntılı hikâyelerini dinleriz ondan. Burada tansiyonu arttıran unsurlardan biri de anlatıların son derece öznel olmasıdır, yani tüm olayları Archibaldo kendi ağzından anlatır bize. Dolayısıyla her zaman yalan söylüyor olabilir, olaylar tam da onun anlattığı gibi olmayabilir. Bu noktada ise karakterin derinlemesine (psiko)analizini yapmak ve onun temel içgüdülerini açığa çıkarmak yararlanmamız gereken asıl metot olarak yönetmen tarafından önümüze konulur. Madem ki bir filmi eleştirmeye soyunduk, o halde bize düşen görev yönetmenin açtığı yolda ilerlemektir öyleyse.
Bir Düşünce Suçlusu!
Ölüm teması filmin merkezindedir, hayatın merkezinde olduğu gibi. Filmdeki ölümler göz önüne alındığındaysa Archibaldo’nun ölüm içgüdüsünü hep kadınlara yönelttiğini görürüz, psikanaliz açısından oldukça dikkat çekici! Bu içgüdünün bir çeşit ölümden kaçış olduğu düşüncesini daha önce belirtmiştik, göz önüne alınması gereken bir diğer unsur ise cinsellik olarak karşımıza çıkar. Küçük yaşlardaki karakterin cinselliği keşfetmeye başladığı yıllarda, kendisine en yakın karşı cinse ölüm düşüncesi beslemesi ve sonrasında da hep bir şekilde etkilendiği, ona yakın olan kadınları öldürmeyi düşünmesi bu kanımızı güçlendiriyor. Her ne kadar filmde bu olayın ayrıntılarına girilmemişse de, “ilk olarak bu içgüdüyü anne figürüne yöneltmesi gerekirdi” diye düşünebiliriz küçük Archie’nin. Ancak unutmayalım ki, kahramanımızın hayatında annenin yerini bakıcı figürü almıştır, dolayısıyla bu cinselliğin / ölüm dürtüsünün ilk olarak ona yönlendirilmesi kaçınılmazdır. Zayıf olan bir diğer ihtimal ise Alfred Adler’in belirtmiş olduğu toplum duygusunun zayıflığı ve sonuç olarak da gelişen iktidar tutkusudur. Zaten Carlota’nın (Archibaldo’nun evleneceği kadın) da bir sahnede belirttiği gibi belki de “onun tek sorunu biraz fazla yalnız kalması”dır.
Burada bir parantez açarak tüm bu cinayetler(!) sebebiyle hikâyenin bana gitgide Peyami Safa’nın Bir Server Bedi Polisiyesi alt başlığıyla yayınlanan Selma ve Gölgesi kitabını hatırlattığını belirtmeliyim. Archie’nin de talihsiz birisi mi, yoksa başa çıkılmaz bir katil mi olduğuna yapıtın sonuna kadar bir türlü karar veremeyiz. Safa’da babasının ölümünden sonra erkeklerle sorunlu birliktelikler yaşayan ve şüpheli ölümler(!) başından geçen Selma karakterinin yerini, Buñuel’de yine ölümden zevk alan ancak bu kez ölüm dürtüsünü kadınlara yönelten erkek bir karakter alır. Tabiri caizse Archibaldo “Erkek Selma” olarak çıkar karşımıza.
Neyse biz yeniden filmin analizine dönelim: Demek Archibaldo karısının trajedisinden sonra istirahat amacıyla bu hastaneye getirilmiştir. Ancak, bu trajediye gelmeden önce çözmemiz gereken iki vaka daha vardır: Patricia ve Lavinia. Archibaldo Patricia’yı, bu garip kadını, seve seve öldürülebilecek bir kadın olarak tanımlıyor. Onunla buluşmak için gittiği kumarhanede ise Lavinia’yı görüyor ve ölüm ikisi için de aklına düşüyor haliyle. Ancak yazıyı daha fazla uzatmamak açısından bu iki olaya daha fazla yer vermiyor ve “karısının trajedisi” bölümüne geçiyoruz.
Evlilik kadını öldürür mü?
Archibaldo’nun sonradan evlendiğini ve sinirlerinin biraz bozulmasına sebep olacak trajediyi yaşadığını öğrendiğimiz Carlota karakterine baktığımızda, aşırı dindar bir kızcağızla karşılaşıyoruz. Bizim burjuva karakterimiz ise, tahmin edilmesi zor değil, dinden biraz uzak. “Din ve Tanrı’ya fakir ve güçsüzlerin ihtiyacı olduğu” düşüncesi tüm burjuvazi gibi onu da etkilemiş anlaşılan. Archibaldo içinde bulunduğu durumu Carlota’ya şöyle açıklıyor: “İçtenlikle bir aziz olmayı dilediğim zamanlar oluyor, başka zamanlarda ise büyük bir suçlu”. Carlota ile evlenme konusunda da sözü Archie’ye bırakmak en iyisi: “Sen benim idealimsin. Saf ve suçsuz oluşunun beni kurtarabileceğini biliyorum… Fakat seni trajik bir kaderin içine sokmaya cesaret edemem”. Fazla söze ne hacet!
Ne var ki Archibaldo bu evlilik kulvarında yalnız değildir, Carlota’yı seven Alejandro adında bir de mimar vardır hikâyenin içinde. Ve filmin bu noktasında Türk filmlerinde karşılaştığımız türden bir kumpasla ya da filmdeki söylemle “trajedi” ile yüz yüze geliriz. Son sahneden önce tüm bu ölüm vakalarını komisere itiraf eder Archibaldo. Peki, şimdi suçları ne olacaktır? “Ne suçu“dur? “Birinin ölümünü düşündüğü için komiser onu dava edemez“dir. Zaten yeterince işi vardır! Ama tüm bu kadınları öldüren odur, o bir suçludur. Gerçekten öyle midir? Komiser son sözünü söyler: “Düşünmek bir suç değildir dostum”. Ve sonrasında muhteşem bir final: akıldan neler geçtiğini kim bilebilir ki…
“Gözlemci”nin “gözlem”i: Buñuel
Açıktır ki her eser yaratıcısından izler taşır. Ancak burada otobiyografik ögeler sanki biraz daha fazla yer tutuyor. Archibaldo neden böyle davranıyor sorusu kadar, Buñuel bize neden bu hikâyeyi anlatıyor sorusu da önem kazanıyor. Psikanalizde sağlıklı bir terapi yapabilmeniz için süreçte kendi analizinizi de yapmanız gerektiği sıklıkla söylenir. Öyleyse biraz da Buñuel’in böyle bir filmi yaratmasındaki temel dürtülere eğilelim ve onun içgüdülerinin ya da yaşantısının hikâyeye nasıl nüfuz ettiğine bir bakalım.
İspanya’nın küçük ve dindar bir kasabasında burjuva bir ailede dünyaya gelir Luis. Ölüm, din ve cinsiyet ilk çocukluk anılarının büyük kısmını oluşturur. Zaten daha sonrasında da bir Cizvit okulunda eğitim görür. Burjuva denilebilecek bir ailede dünyaya gelen yönetmen böylece filminde işleyeceği konularda sıkıntı çekmeyeceği bir “hayat tecrübesi”ne sahip olur. Son Nefesim adlı yaşamöyküsel kitabında Buñuel şöyle diyor: “Cinsel içgüdülerimle birlikte gençliğimin en canlı dürtüsünü oluşturan ölümle de Calanda’da karşılaştım”, babasıyla birlikte dolaşırken bir eşek ölüsünü parçalayan hayvanları görür ve “Çürümekte olan bu maddenin ötesinde, belli belirsiz metafizik bir anlam sezinleyerek bu görüntü karşısında büyülenmiş gibi kalakalmıştım. Babam kolumdan tutup uzaklaştırdı beni oradan” diye de ekler. Archibaldo’nun ölümle ilk tanışmasında verdiği tepkiye oldukça benzer bu hikâye hiçbirimizi rahat bırakmayan ölüm korkusunun Buñuel’in de aklında olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Yine ilk cinayet üzerine cinselliğin keşfi yorumumuzdan hareketle yönetmene kulak verelim: “Cinsellikle ölüm arasında bir çeşit benzerlik, gizli ama değişmez bir ilişki kurmuşumdur… Acaba bu, çocukluğumda ve gençliğimde, tarihin tanık olabileceği en acımasız bir cinsel baskının kurbanı olduğum için miydi?”. Hayatındaki birçok ayrıntıyı filmlerinde kullandığı bilgisini de yine aynı kitapta usta yönetmen sıklıkla tekrarlar bize. Her ne kadar kendisi “psikolojiyi, çözümlemeyi ve ruh çözümünü sevmem” dese de filmi yorumlamakta kendisinin analizine başvurmak ile doğru bir şey yaptığımıza yürekten inanıyorum. Film hakkında söylenebilecek daha onlarca şey olduğunu belirtmek isterim. Ancak herkesin “kendi gözlemi”ni yapmasının gerekliliği ve bu süreci farklı açılardan yorumlayabileceğine olan inancım buna engel oluyor. Anlayacağınız; film bitiyor, gerisi seyirciye kalıyor…
*Bu yazım, ilk olarak 17 Ocak 2009 tarihinde, o zamanlar bir parçası olduğum Sinema Defteri adlı sitede yayınlanmıştır.